Thursday, July 23, 2009

Gizli Mağaraya Yolculuk



"Yukarıda resmi olan adanın karşısındaki saklı bir koyda gizli bir mağara varmış ve orada sıcak sular kaynarmış." Gitmek istediğim yerle ilgili ilk bilgim sadece bundan ibaretti. Birkaç yıl önce bu mağarayı bulmak için Hüseyin beyle başarısız bir girişimde bulunmuş ve kaybolmuştuk. Bir koyda mahsur kalıp 50 metrelik dik bir uçurumdan terliklerle tehlikeli bir şekilde yukarı tırmanmak zorunda kalmıştık. Diken tarlasında yürümekten ayaklarımda ve bacaklarımda yüzlerce çizik oluşmuştu ve denize girerken bu çiziklerin verdiği keskin sızlamayı epey bir süre çekmiştim. Fakat insan başladığı işi mutlaka bitirmelidir; alevlenmiş merakını mutlaka söndürmelidir. "Yarım işler yarım insanlarındır" sözü henüz söylenmemişse eğer, işte ben şimdi söylemiş oldum!.. Söylemiş oldum ama, insanın yine de en azından şimdilik yarım bıraktığı işler olur, gelecekte onlara yeniden dönüp o işleri bitirebilir, tamamlayıp hedefe ulaşabilir.


Bu mağarayı yeniden bulmak için Hüseyin beyle ve bu kez bu saklı yeri kesin olarak bulmak üzere kararlı bir şekilde yola çıktık. Bu mağaraya düzenli olarak tekneler kalkıyormuş. Biz, zor olan yolu yani karadan gitmeyi tercih ettik. Kolay olan zaten her zaman değerli olmaz; zor elde edilen şeyler ise çoğu kez pek değerlidir ve bizde iz bırakırlar. Bizde iz bırakmayan bize mal olmamış, üzerimizden yalnızca boş bir gölge geçmiş demektir.

Bisikletlerle yola çıktık. Benim bisikletimin frenleri de oldukça zayıf, trenlerde olduğu gibi hemen durmuyor, metrelerce daha gidiyordu. Değikik sitelerin demir çardakları, terkedilmiş bir otelinin beyaz-pembe çiçekli zakkumları, onun önündeki eski iskele, araba altlarındaki gölgelerde uyuklayan sahipsiz sevimli köpekler ve tek tük balıkçı tekneleri gerilerde kaldı. Orman içindeki bir siteye doğru yol aldık. Bu siteye giriş ormanın içinden geçer ve çok dik, uzunca bir yokuşu vardır. Sadece tek arabalık bir yoldur, aşağıdan lambaya basılır, yukarıda kırmızı ışık yanar, yukarıdaki araba bekler, yani umarım bekler, çünkü ülkemiz bir sürprizler ülkesidir ve belki bu açıdan da heyecan vericidir!!!!.. Mesela yolda giderken aniden bir kamyon direksiyonu sizin üzerinize kırar; ama bu biraz fazla heyecan olur!!..



Konumuza dönecek olursam, hava çok sıcaktı, gölgede 37, güneşte herhalde 64 derece civarındaydı!.. Yanımıza aldığımız küçük sular hemen azalmıştı. Saklıkent içinde kahvaltı eden iyi ve görgülü bir aileye yolu sorduk. İlerideki siteye gitmemiz gerektiğini söylediler, oradan asıl ormanın içine doğru bir yol uzanıyormuş. "Sanırım bu gece bizi kaybolan gezginlerin dramı şeklinde bir haberle TV'de seyredeceksiniz," diyerek bir espri yapıp oradan ayrıldık.


Bu sitenin önüne geldik; buradan bir yol siteye öteki yol da ormanın içine doğru gider. Uzun, esrarengiz bir görünümü vardır bu yolun ve benim tam da sevip keyif aldığım tarzda bir yoldur. Demir bariyer bu yolun girişinde Herkül gibi durur ve içeri süzülmek için bekçiden izin almak gerekir. Sitenin girişinde birkaç tehlikeli köpek vardır; motor, bisiklet gibi hızla hareket eden bir araçla girerseniz köpeklerin peşinize takılıp ayağınızı kapması işten bile değildir, "Dikkat, köpek var" şeklinde bir uyarı levhası da yoktur!.. Hızlı araçlardan sadece UFO'lar bu köpeklerden kaçabilirler gibi bir düşünceye kapılır insan!.. Bu uyarı levhasının hukuken olmasa da ahlaken konması gerekir. Hukuken gerekmez çünkü kapıda "Özel mülkiyettir, girilmez" yazısı vardır. Benim dünya görüşümde ahlak, hukuktan önce gelir ve ondan daha üstündür ve levhanın konulması gerekir!!!..

Tavukların sağa sola kanat çırptıkları bir evin önünde 10 dakika kadar bekledikten sonra orman bekçisinin gelmeyeceğine ikna olup bariyerin altından geçerek orman yoluna girdik. Burası yasak bir bölge, Jandarma bölgesi; çok sayıda yangın yolları var. Bu yollardan iki tanesine yanlışlıkla saptık ve bu bize 1.5 saate, ayrıca suyumuzun, gücümüzün tükenmesine neden oldu. Beynimiz, sırtımız pişmeye başlamıştı; 20 faktörlük Nivea güneş kremlerine rağmen kollarım, sırtım kızarmıştı. Bazı yerlerde hiç esinti yoktu. Uzun ve dik yokuşları ağır bisikletlerimizi taşıyarak çıktık. Suyumuz bitmişti.


Okaliptüs ağaçlarının olduğu gölgeli güzel bir yoldan geçmek ferahlatıcıydı; orman kuşlarının değişik sesleri de hoş bir müzik yaratıyordu. Hayaletler gibi bir görünüp bir yok olan alakargalar da beni her zaman heyecanlandırılar. Okaliptüs gibi bataklık ağaçlarının boyları uzundur; rüzgar, yapraklarını sallarken onlara bakıp hayaller alemine geçer insan ve o sırada kendisine söylenen hiçbir şeyi duymaz. (Birkaç hafta sonra çıkan büyük yangında bu bahsettiğim yerler hep kül olmuştur!!)


Çeşitli kaybolmalardan sonra nihayet uzakta bir ada gördük (yukarıdaki resim) ve adanın karşısındaki saklı koyu!.. İnsan, hedefi görünce ne denli yorgun olursa olsun canlanır, dirilir. Bu koya bisikletlerle inilemiyordu, onları yukarıda birbirlerine bağlayıp aşağıya indik. Mağara karşımızda duruyordu ancak oraya gitmek için kayalıklardan denize girmek gerekliydi. Çantalarımızı da artık yanımıza alamazdık. Kepekli ekmek, peynir, domates ve biberden oluşan doğal bir menüyle kısa bir yemek molası verip çantaları kaya oyuklarından birine saklayarak denize yöneldik. Rüzgar artmıştı. Ben güneş gözlüğümü de yanıma aldım; orada çalınma ihtimali düşük de olsa sevdiğim bir gözlük olduğu için denize gözlüğümle girdim!.. İnsan, sevdiği şeyleri korumalıdır, onların kaybolup gitmelerine izin vermemelidir; bazı şeyler şansa bırakılmayacak kadar değerlidir bizim için.

Kayalar üzerinde yer yer yüzmek yer yer de yürümek gerekiyordu. Yürürken en hoşlanmadığım şey su içindeki uzun otlara basmaktı; sanki her an ayağıma bir deniz kestanesinin sivri okları zıpkın gibi saplanacaklarmış duygusu veriyordu bana. Dikenleri zehirli değildir ama insanın ayağında yaralar açarlar. Bir ahtapota ya da başka bir deniz yaratığına basmayı da doğrusu hiç istemezdim!..


Bu tür yerlerdeki yosunlu taşlar çok kaygandırlar ve bazen emekleyerek üzerlerinden geçmek gerekir. Bazı yerlerde hızlı yürüdüm ben. Hüseyin bey kayaların sivri uçlarıyla, jiletimsi yapılarıyla ilgili beni uyarmıştı. Ben gayet yüksek bir özgüven içinde biraz ilerledikten sonra elimde iki yerin kesildiğini ve sol ayak başparmağımın altında derin bir kesik oluştuğunu farkettim ve olayın ciddiyetini kavradım!.. Kanayan ayağım kumla kaplanıyor, deniz suyuyla yıkanıyordu ve bir süre sonra kanama kendiliğinden durdu; etrafın güzelliğiyle ilgilenirken ayağımı tamamen unuttum. Tek tük uçuşan martıları görmek insanı neşelendiriyordu.


Mağaranın önüne geldiğimizde uzaktaki koyda bir tekne gördük. Mağaranın önünde ise iriyarı bir adam suyun içinde oturmaktaydı. İsmi Abdullah beymiş. Kendisi matematik öğretmeni, bir saat ötedeki bir sitede oturuyormuş. Saygılı ve efendi biri. 22 yıldır bu bölgeye geliyormuş. Hoş sohbet birisi. Bize bölgeyi anlatmaya başladı.


Karşıda görünen adanın ismi Kanlı Ada'ymış, ben orasını Çıfıt Kalesi sanıyordum. Herkes yanılabilir, en azından oranın bir ada olduğu konusunda yanılmamıştım!!!.. :) O adadaki bir gölün rengi kıpkırmızı olduğundan adaya bu isim verilmiş. Gölün kırmızılığının sebebi de algler, yani su yosunları. Yanılmıyorsam Abdullah beyin bahsettiği şeyler Rhodophyta denilen kırmızı alglerdi.

Matematik öğretmeni çok konuşkan biri. Mağaranın önünde dizili olan taşları kendisinin oraya koyduğunu söyledi. Eğer söylediği doğruysa oraya gelen Türklerden taşların dizimi konusunda yardım istediğinde kimisi belim ağrıyor kimisi ayağım ağrıyor diyerek bundan kaçınmışlar; ancak Ruslarla, Bulgarlarla bu taşları imece usülü oraya dizmiş. Taş dediğim kocaman kayalar!.. Bu kayalar deniz suyunun mağaraya girişini bir ölçüde engelliyorlar ve oradaki suyun sıcak kalmasını sağlıyorlar.


Suyun altından hava kabarcıkları çıkıyordu; yer yer sıcak su dalgaları bize çarpıyordu. Bir soğuk bir sıcak insana değişik bir duygu veriyordu. Abdullah bey mağaranın dar kısmına davet etti bizi. Ben önce biraz tereddüt ettim; klostrofobim yoktur ancak o küçük dehlize gitmek pek de rahatlatıcı bir duygu yaratmıyor insanda. Suyla tavan arası sadece 30cm kadardı. Sanki su bir anda yükselecek ve orası bir kapana dönüşecekti. Küçük olan mağaranın içi kükürt kokusuyla dolu. Tekneler geldiğinde buraya turistler de girip çıktıklarından domuz gribi riski üzerine de bir müddet sohbet ettik. Konuları genellikle ben açıyordum ve her zamanki gibi daldan dala atlıyordum. Domuz gribi konuşulurken bir anda 6.5'luk depreme, oradan küresel ısınmaya geçiliyordu. Bu huyumu bilen bir arkadaşım, Eyüp Sabri Çarmıklı, yıllar önce bana "Murat ya, ortaya bir konu atıp sonra çaktırmadan kenara çekilip dinliyorsun, sonra yine yeni bir konu daha atıp gündemi değiştiriyorsun," derdi.


Zaman içinde matematik öğretmeninin Goethe'nin Werther'ini, Balzac, Tolstoy gibi yazarları okuduğunu, kültürlü biri olduğunu gördüm. Kültürünü saklayan, sanki pek bir şey bilmiyormuş gibi davranan o esrarengiz insanlardan da değildi; kültürünü açıkça paylaşıyordu. Biraz tuhaf bir yanı da vardı doğrusu. 70 yaşında biri bu ıssız yere her gün neden gelirdi? Kayalar içinde yürürken ayak kırmak, başı çarpıp beyin kanaması geçirmek çok kolaydı. Hasırdan bir şapkası, upuzun bir sopası vardı ve bir de kocaman bir düz tahtası. Onun üzerinde duş aldığını, aksi takdirde eve dönüş yolunda tuzlu suyun kendisini yakacağını söyledi. Bilemiyorum, belki de oraya gelen turistlere yardımcı olup onlarla yabancı dilini geliştiriyordu. Şüpheci bir yanım olduğundan söyledikleri şeyleri sadece belirli bir inanmayla dinliyordum. Çevreci bir yanı da vardı Abdullah beyin ve bu durumu takdir etmeliyim. Büyük mağaranın içindeki bira şişelerini alıp temizlerdi mağarayı. "Ben burası için Tanrı'nın bir nimetiyim" diyordu.

Orada 5 saat kadar, oldukça uzun kaldık; deniz suyu vücudumu buruşturdu, adeta yaşlanmadan yaşlandım. Dışarıdan gelen teknelerden birkaç su şişesi alıp korkunç hale gelmiş susuzluğumuzu giderdik. Tanrı suyu kutsasın!..
Teknelerde daha çok disko türü müzikler çalıyordu; oysa bir Giuseppe Verdi operası bu bölgeye daha uygun düşmez miydi? Ben iyice üşümeye başladığımdan ilk başta girmeye çekindiğim küçük mağaraya sıkça girdim; burada tavan kısmı ateş gibi sıcaktır; sanki tersine dönmüş bir tür cadı kazanıdır. Serince deniz suyundan kaçıp içeri sığınılacak küçücük sıcak, güvenli bir limandı burası. Mağaranın girişindeki duvarlarda her boydan yengeçler vardı. Küçük olanları doğrusu sevimlilerdi ama onlardan birini ellemeyi kesinlikle düşünmem!.. Onları fark etmek de çok zordur, kayanın rengindedirler. Tıpkı bazı insanlar gibi kendilerini gizlemişlerdir; hem vardırlar hem yokturlar, bir gölge bir ışıktırlar.


Buranın kışın korkunç bir yer olacağını hayal ettim, gece buranın nasıl bir yer olacağını düşledim. Herhalde gece burada kalınsa Zeynep Dizdar'ın Zehir Gibi isimli şarkı sözündeki nakaratı söylemek gerekir: Gecelerim böyle zor zor geçiyor... şarkının başka bir bölümünü bilmediğimden devamını yazamayacağım!..
Kışın rüzgar kayaları dövdükçe burası hiç şüphesiz cehenneme ya da bir savaş alanına dönüşecektir.


Mağara civarında değişik bir sinek türü vardı. İlk başlarda başımı ve sırtımı arı soktu sanıyordum ancak sonra fark ettim ki oradaki tuhaf görünümlü sinekler ısırıyorlarmış. Güneş kreminin tadı hoşlarına gitmişti sanırım; Nivea firmasının bu konuları da dikkate almasını diliyorum, en azından sineklerin hoşuna gitmeyen kremler üretirlerse sevinirim. :) Mağaraya girmek o açıdan da iyiydi; sinekler bu alana girmezlerdi.


Orada matematik öğretmenini ve insanların tuhaflıklarını düşündüm. Tekneyle gelenler yarım saat kadar kalıp gidiyorlardı; tekne gidince müthiş bir ıssızlık, biraz da korkutucu bir doğallık oluşurdu. Mağara girişinde puro içen delilerden tutun, kaygan taşların üzerinden ayakta geçmeye çalışan akılsız cesurlara kadar tip tip insanlar. Bira şişelerini mağaranın duvarına çarpıp kıran kötü niyetli, kötü kalpli, kötü insanlar ve daha niceleri. Bu mağarada bile insan erdemli bir insan olmanın güzelliğini görebilir.

Zaman zaman hayatın amacı nedir diye çok sayıda söz yazmışımdır. Hayatımızın evrensel ve yerel amaçları olur. Hayatın temel evrensel amacının varoluşumuzu fiziksel olarak sürdürmek, onu sürekli olarak elimizde tutmak, yaşamı sürekli kılmak, bu konuda küresel bir devrim yapmak, bilimin bütün araçlarını bu amaca, ölmemeyi başarmaya yönlendirmek konusunda kesin bir yargıya varmıştım. Bu, hayatımızın evrensel amacıdır, bundan daha yüce ve daha yüksek bir amaç olmadığına ikna olmuş durumdayım ve aksi yönde ikna edilemez bir konumdayım. Bir de yerel, sıradan, basit, geçici amaçlar vardır: İyi bir ev almak, falanca işte başarılı olmak, müdür olmak, yeni mevkiler kapmak, bir veya birkaç çocuk sahibi olmak ya da iyi bir araba almak, ihtiras içinde nefes nefese koşmak vb. gibi. Bu yerel amaçlardan biri de şudur: İyi insanlarla, terbiyeli, sakin, uyumlu, hır gür çıkarmayan, ahlaklı, bilgili, espirili insanlarla, soylu karakterlerle, maskesiz yüzlerle tanışmak, onları tanımak, mümkünse onları yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline getirmek, onları hayatımızda tutmaya çalışmak, onlarla aynı yolda yürümek, onların yolunu kendi, kendi yolumuzu da onların yolu yapmak ve onların güneşinde bu soğukumsu dünyada güzelce ısınmaktır.


Bir film başlığı hatırlıyorum: A Few Good Man. Birkaç iyi insan. Hoşuma giden bir başlıktır bu. A few good man, A few good woman. Dikkatli gözlerle bakarsak gerçekten de azdırlar onlar ve bu azınlığı tanımayı başarmışsak kendimizi çok şanslı saymalıyız.


Mehmet Murat ildan