Monday, July 5, 2010

Filyos Seyahatim



2010 yılının 3-4 Temmuz günleri arasında Batı Karadeniz bölgesine yaptığım seyahate, bu "önkeşif gezisine" dair izlenimlerimi bu yazımda değerli okuyucuyla paylaşmak arzusundayım. Karadeniz bölgesine oldukça az sayıda gezi yaptığımdan dolayı bu bölgeye ve bölge insanlarına dair bilgilerim epeyce sınırlıydı. Geçtiğimiz haftasonu bu sınırları biraz olsun genişletme fırsatını buldum ve ileride daha kapsamlı bir geziyle daha da geniş bilgi edinmeye, bir kez aşılıp yenilenmiş "yeni sınırları" yeniden aşmaya, bildiklerime yeni bilgiler, gördüklerime yeni görüntüler eklemeye karar verdim. Trekking grupları için de eşsiz parkurlar sunan Karadeniz bölgesine özel bir önem atfetmenin isabetli olacağını düşünüyorum. ADK'nın trekking kapsamında bölgede daha çok aktivite yapacağını umuyorum. Burada neredeyse her yer bir "rota"dır; bir "rota cennetidir" Karadeniz'in yeşil dağları, yalıyarlı kıyıları.



Ülkü'nün çağrılısı olarak ben, Şule ve Jale olmak üzere 4 kişilik küçük bir ekip Cumartesi sabahı Filyos'a doğru yola çıktık. Filyos'un çok fazla tanınan bir yer olmadığını düşünüyordum ve eğer bir yer çok fazla tanınmamışsa daha doğal kalmış demekti ve bu elbette iyi bir haberdi. Sabah 8'de ODTÜ'nün Eskişehir Yolu ana-girişi yakınında buluşarak özel araçla Kuzey Batıya doğru hareket ettik. Oldukça hızlı bir şekilde, otobandan Bolu yönüne doğru ilerledik. Artık otobanlarda parayla ödeme tamamen kalkmış; OGS ve KGS kartları kullanılıyor ve zamandan tasarruf sağlıyor. Otobandan çıkarak Yeniçağa isimli yere saptık. Bu noktadan itibaren neredeyse 90 derece dik bir açıyla yukarı, uzaklardaki şimale, yani Kuzeye yöneldik. Mengen'den sonra Dorukhan Tüneli'ne girdik. Burası Batı Karadeniz'in önemli bir geçiş noktasıdır. Uzunluğu 902 metredir. Tünele ikinci bir beton kaplaması yapıldığından daralmış bir geçittir bu; zaten içinden geçerken de benim sıkça tekrarladığım yorumlardan biri olan "Burası güzel ama nizami değil!" deme ihtiyacını duymuştum!.. Ancak bir "yüksek standartlar" ülkesi olduğumuzda gelişmiş bir ülke olacağız, kesinlikle daha önce değil!..



Ayaş Dut Festivali'nde Kemal Kılıçdaroğlu Ayaş meydanına gelmeden önce şöyle bir anons yapıyorlardı: "Genel başkan alana girmek üzeredir; partili arkadaşlar tertip ve düzen alınız!.." Emniyet şeridi, yangın tertibatı, vesairesi olmayan bu Dorukhan Tüneli de bir "tertip ve düzene" pek uymadığından sanırım gereği yapılmaktadır, yeni tünel yoldadır.


Tünel çıkışında Köy kahvaltısı yapmak üzere mola verdik. Bu mola yeri oldukça huzurlu, havadar, güzel bir yerdi. Sarı tereyağlı, ballı, sucuklu yumurtalı, kekikli zeytinli, kızarmış ekmekli, domatesli biberli çok başarılı bir kahvaltı yeriydi ve bu nedenle uzunca kaldık; herkes tıka basa yedi; neredeyse akşama kadar acıkmamamızı sağlayacak bir "mega-kahvaltıydı" bu!.. Akşam ise bir "ultra-yemek" yendi.


Devrek'e doğru hareket ettik. Zonguldak'ın ilçelerinden biri olan Devrek, "Baston Başkenti" olarak bilinir; Bastonlar Çarşısı vardır orada. M.Ö. 2000'lere kadar inen bir tarihe sahiptir. Buranın güneyinde, Güdüllü köyünün yukarısında Göldağı yer alır; maalesef zaman bulup buraya, bu 771 rakımlı yere çıkamadık. Yol boyunca gördüğümüz meşe, kestane, çınar, ıhlamur, kızılağaç, söğüt vs gibi ağaçların görsel zenginliği eşliğinde ilerledik; koyu gölgeleriyle daracık asfalt yolları bir yorgan gibi örtmüş ağaçlı loş geçitlerden geçtik; yol kenarlarında alacakaranlık mezarlıklar, minaresi ve kubbesi boyalı camiler gördük. Kurşun kubbeleri güneşte pırıl pırıl parlayan camiler bir an için aydınlığın simgeleri gibi görünerek tezat bir görüntü oluşturuyorlardı; oysa ki cami, olsun, kilise olsun, sinagog olsun, bunlar her zaman insanoğlunun "masalcı ve çocuksu, acımasız ve hegemonyacı, baskıcı ve gerici" geçmişinin trajik uzantıları olmuşlardır.


Devrek'ten sonraki istikamet Çaycuma'dır. Çaycuma civarındaki tarihi ve ilginç yerler ayrıca bir zaman verilip gezilebilecek yerlerdir. Bunlardan biri de Çayır Köyü Su Mağarası'dır. Biz, zaman bulamadığımız için gidemedik, ama bu mağarayı zihnimde yarım kalmış işler kategorisine aldım; belki yarın, belki 10 yıl sonra orada olacağım. İnsan, zihnindeki raflara projelerini koymalıdır; zaman olgunlaştığında, vakit geldiğinde, şartlar aniden geliştiklerinde bu projeler o raftan kendiliğinden çıkarlar ve uygulamaya konulurlar.
Çaycuma karayolu üzerinde Çayır köyü vardır. İşte az önce bahsettiğim bu mağara oradaymış. 1300 metre uzunluğunda bir mağara bu ve içinde botla gezilebilecek bir yeraltı nehri mevcut. Buradan çıkan buz gibi su, kanallarla antik Tion (Filyos) kentine götürülmüştür. Sanırım bu mağaraya şişme botla gitmek gerekli, yoksa ancak 15-20 metre kadar içine girilebilmekteymiş.
Yine Çaycuma'ya bağlı Çömlekçi köyü yakınlarında bir kule kalıntısı olan Gavur Ambarı denilen bir yer ve Ceneviz mezarlığı var. Ben bu Gavur Ambarı'nı "Gevur Anvari" şeklinde hatırladığımdan etkinlik boyunca "espri" konusu oldu. Doğrusu ben sözcüğü İtalyanca ya da Yunanca bir şey sanmıştım. Sonradan araştırdığımda Yunanca'da ambar olarak "ambari"nin varolduğunu da gördüm; ama işin komik yanı ben onu bizdeki "ambar" gibi hiç düşünmemiştim, aklıma bile gelmemişti; anlamını bilmediğim yabancı bir sözcük olarak algılamıştım!..


Çaycuma'dan sonra Saltıkova'yı da geçip Filyos'a vardık. Filyos'un adı bir zamanlar Hisarönü olarak değiştirilmiş ama bence Filyos isminin kullanılması daha doğruydu. Hisarönü, resmi dünyada, resmi makamlarda kullanılmaktaydı ancak halk Filyos'u tercih etmiştir. Belediye başkanı Ertan Ülker bu isim konusunda mücadele vermiş ve 1999 yılında bakanlar kurulu kararıyla Hisarönü ismi yeniden asıl isim olan Filyos'a dönüştürülmüştür. Filyos, yüzlerce yıllık birikimi içinde taşıyan hoş bir sözcük; onu kaldırıp yerine köksüz, hafif bir şey koymak elbette uygun değildi ve bir yanlıştan dönülmüştür. Ne zaman yanlış bir yola sapsak, oradan mutlaka geri dönmeliyiz!..


Filyos için Filyoslular oldukça umutlular; onlar, bir süre sonra Filyos'un bir "Efes" ya da Çanakkale'deki Troia gibi ünleneceğini düşünüyorlar, bir marka olacağına inanıyor ve bunun hayalini, heyecanını yaşıyorlar. Biz oraya varır varmaz, kasabaya girmeden önce, Ortaçağ'da yapılmış olan Filyos kalesini gezdik. Kalede ve bölgede kazı çalışmaları devam etmekteydi. Kazıların bazılarını Trakya Üniversitesi arkeoloji bölümüyle Karadeniz Ereğlisi Müze Başkanlığı yapıyor. Tios, Teion ya da Tium gibi farklı isimleri olan ve görkemli bir tiyatroya sahip olan bu antik kentin öneminden bahsediliyor. Denizin altında bile kalıntılar bulunmuş. Kentin kurucusu Tios isimli bir rahipmiş.
Bu bölgede, AKP'li Belediye başkanı bir yol çalışması yapıyormuş ve bu da arkeolojik alana zarar verecektir elbette; "3 tane kemik için yol durmaz" şeklinde bir bakış açısıyla yaklaşılırsa M.Ö. 6. yüzyıla kadar uzanan bu değerli sit alanı tehlike içinde demektir. Antik bir kentin içinden yol geçirecek kadar ahmak yöneticiler dünyanın her yerinde mevcuttur. Elbette işin iç yüzünü araştırmadım; her zaman iki tarafı da dinledikten sonra gerçeğe ulaşılabilir, ancak öyle doğruya erişilebilir; önce orada kazı yapan Profesör Sümer Atasoy'la ya da öteki arkeologlarla sonra da belediye yetkilileriyle bu konu konuşulup ancak öyle bir yargıya varılabilir. Ben bilim adamlarından yana birisi olarak elbette onların dediği doğrultuda karar alınmasını isterim, onlara güvenirim, yani "Arkeolojik alan, yol yapımından önce gelir" ve "önceliklidir."
Küçük sahil kasabası Filyos'un kaderi, bu antik şehrin açığa çıkmasıyla tümden değişebilir. İki bin beş yüz kişilik bir tiyatrosu olduğu söylenen bir yer önemli bir yer olmalıdır. İğneada'dan Batum'a kadar olan bölge için de bir ilk olan bu değerli kazılar beni sevindirdi ve umarım büyük bir hızla, herhangi bir aptalca siyasi engele, ilkel bürokrat bloklarına takılmadan, kaygan bir zeminde kayarak, tökezlemeden ilerler ve bu iş için her türlü kaynak bulunur.
Nerede tarih varsa, onu gün yüzüne çıkarmak mevcut uygarlığımızın görevidir. Yabancı arkeologlardan bu bölgede kazı yapmak için de talepler yağmaktaymış; bu da yararlı bir gelişme; Türk arkeologların liderliğinde yabancı arkeologlara da bu alanlar açılabilir. Ancak Türk öğrenciler buralarda görev alırlarsa bu durum onların gerçek bir arkeolog olarak yetişmelerine daha faydalı olur. Günümüzden 2600 yıl önce kurulmuş bir kent bütün "gelişmiş insanları" heyecanlandırmaktadır. Bu antik kentin özelliği, üzerine başka bir kentin kurulmamış olmasında da yatıyor. Topraktan bir çarşaf var ve arkeologlar o çarşafı kaldıracaklar. Bulgular bulundukça arkeoloji dergilerinde yayınlar yapılacak ve bölgeye ilgi artacaktır.


Kaleden yemyeşil ovaya baktığımda gözümde büyük bir antik kent canlandırabildim. Eğer ödenek bulunursa 15 Temmuz'da kazılara başlanacak, 2 ay kadar sürecek. Beklenen ödenek 320 bin civarında, esasen komik bir rakam; devlet oraya hemen birkaç trilyonluk ödenek ayırabilir, ayırmalıdır!..



Bu arada iyi bir haber de sevimsiz Filyos Ateş Tuğla Fabrikası'nın kapanma sürecine girmesidir; Filyos, Amasra misali turizme yönelebilir. Umarım bir gün bir Bergama ya da bir Efes olur. Anladığım kadarıyla kazı çalışmalarını yapan Profesörün Trakya Üniversitesi'nde olması pek istenmiyormuş; onu Zonguldak Karaelmas Üniversitesi'ne almaya çalışıyorlarmış, herhalde bu sayede ona daha fazla ödenek verilebilecek.


Biz kaleden sonra belde merkezine indik, tam buğday ekmeği aldık, balıkçıya ve yerel pazara uğradık. Barbunyalar torbalanıp bir gazete kağıdının üzerine konmuşlardı ve ilginç bir şekilde balıkların hemen üzerindeki haber başlığı şuydu: Dünya Markası Olmak İstiyoruz!.. Balıkların böyle bir talepleri olduklarını hiç sanmıyorum!.. Bu fotoğrafı ve ötekileri eğer Picasa açılırsa yükleyeceğim, ama açılmıyor!.. Filyos gibi küçük yerlerdeki pazarlarda pek çok şey organik ve lezzetlidir. Armut, kavun, domates, biber türü sebze ve meyve aldık. Zaman zaman ineklerin yollara çıktıkları dar ve uçurumsu bir yoldan ilerleyip Oğuz Türkali Turistik tesislerini, duvarında "Seni seviyorum Esma" yazısının bulunduğu harabe bir binayı, her yerden fışkırmış incir ağaçlarını, boru çiçeklerini, kahvehanelerde tembel tembel oturan yerel halkı, fare ve böcek peşinde koşan şeytani kedileri, kulakları inik uyuz köpekleri geride bırakıp Türkali köyünün içinden geçip bir yazlık siteye ulaştık. Sarp bir yamaca yapılmış bir siteydi burası; henüz tam yerleşik bir hale gelmemiş; tehlikeli bir girişi var ve simetri gereği tehlikeli bir çıkışı!.. Sitedeki bütün evler denizi görüyor. Hemen önünde bir "Seyir Tepe" var, sanırım buradan uçan arabalar olmuş!..


Seyir-tepe yakınlarından sahile doğru ince bir patika iniyor. Kapalı olan bir koy var; biz oradayken "haremlik" şeklinde lokal bir uygulama gördüm. Açık olan kumsalda da "selamlık" olarak haşemalı bir grup vardı. Saat 15.30 civarlarında kumsala indik; güneş fazla yakmaz düşüncemizin aksine oldukça sıcaktı, alevli dişleriyle ısırıklar atıyor, deriyi kızartıyordu. Küçük taşlı kumsalda taşlarla oynamak, Amelie'nin fasülye çuvalına el batırması gibi taşlara parmakları daldırmak güzeldi. Defalarca suya girip çıkılsa bile kesinlikle üşütmüyordu deniz. Hava çok nemliydi. Karadeniz'in tipik sahil yapısı burada da vardı elbette. Suya girdikten sonra 1 metre ilerleyince artık ayağın yerle bağlantısı kesiliyordu. Kıyıdan 6-7 metre sonrasında Satürn çevresindeki halkalar misali bir kirlilik kuşağı oluşmuştu. Her türlü çöp vardı; bir ara elime kocaman bir ayakkabı geldi. Bu kirlilik her zaman oluşmuyormuş, genellikle deniz temizmiş. Belediye düzenli olarak bu çöp tabakasını sudan temizleyebilir ve temizlemek zorundadır. Çöp tabakasını geçtikten sonra su temizleniyor; tuzu oldukça az ve insana keyif veren, onun yaşam enerjisini artıran bir su. Zaman zaman deniz anaları kollarınıza dokunuyorlar, hafif bir ürperti oluyor, hatta 3-5 tanesine aynı anda değince kısa süreli bir panik bile yaşanabiliyor. Denizde insana ne dokunsa insanı biraz ürpertir.



Espiriyle karışık olarak ben dalgaları "büyük ve çılgın" buldum! Ege'deki gibi dar değil geniş bir alan halinde gelen bir dalga yapısı var ve müthiş bir akıntı ya da çekme olayı da mevcut. Yani sahile arkanızı dönüp 5 dakika suda durun; tekrar döndüğünüzde havlunuzun ya çok sağda ya da çok solda kaldığını, bulunduğunuz yerden siz farkında olmadan epeyce sürüklendiğinizi görürsünüz. Yıllar önce Trabzon yakınlarında denizdeki bir fırtınayı izlediğimde Karadeniz'in acımasız ve vahşi yüzünü görmüştüm. Bu bana sanki şöyle geliyor: Karadeniz, gölden denize dönüşürkenki hırçınlığını hiç unutmamış; genlerindeki bu hırçınlığı taşıyor halen! Karadeniz bir zamanlar bir gölmüş; sonra denizler yükselmiş, Akdeniz, Çanakkale boğazını yararak bir buldozer gibi açıp bütün gücüyle ve büyük bir hızla Karadeniz'e akmış; Nuh'un Tufanı denilen şey de zaten buydu; Gılgamış Destanı'nda yazılı olup sonradan dinlerin aşırdığı, saf beyinlere Tanrısal cezalandırma olarak enjekte ettiği efsane de budur büyük bir ihtimalle. Dinlerin intikamcı ve kinci tanrısı insanların üzerine yağmurları yağdırıp onlara gereken dersi vermiş!..


Hava kararıncaya kadar yüzdük. Ben çok sayıda, "Suda taş sektirme" çalışması yaptım. Ege sularında sanırım 15 kadar yaptığım oluyordu. Bu alanda Dünya Rekoru 51'dir, Russel Byars'a aittir; bunun videosunu bir belgeselde izlemiştim. Taş, büyük bir süratle dönerek düzgün suya her seferinde dengeli bir şekilde yumuşakça değiyordu. Zaten hafif dalga dahi olsa kıpırtılı sularda çok sektirme yapılamaz, bunun için en uygun yerler durgun göllerdir. Belki 50 kez taş attığımdan kolumda hafif bir ağrı da var şu anda.


Kaldığımız sitenin iyi bir yanı komşuların pek olmamalarıydı!.. İnsan azaldıkça sakinlik artar; kalabalıkların içinde huzur pek bulunamaz; en büyük huzur en büyük yalnızlıktadır bazen. Laz'ımsıca veyahut "Yarı Lazca" konuşan Muhammet bey dışında pek bir komşu yoktu; "Tupleks villa" diyen bu bey de bana iyi bir insan olarak göründü ama gerçekte kimdir bilemem; bahçesine pek çok şey dikmiş, patlıcan var, karpuz dahi var, "burada her şey ortak, her şeyi yiyebilirsiniz" dedi ve hattta tarhana çorbası da önerdi. Evlerin bazılarının önlerindeki ortanca çiçekleri çok güzeldiler. Bunların ana yurdu Japonya'dır.
Deniz'de yüzerek acıkmıştık; akşam gün batarken Filyos kasabasına indik. Kısa bir yürüyüş yaptık, yeşil kertenkele gördük, sevimli bebeklere rastladık. Ülkü'nün sahibini tanıdığı bir lokantaya gittik. Mezgit balığı yedik; denizden yarım saat kadar önce çıkarılmışlardı, yani yarım saat önce hayattalardı, akrabalarıyla, dostlarıyla yüzüyorlardı; bu talihsiz mezgitlerin enfes bir tadı vardı. Bolca salata yedik; ben, yemek kalitesinden oldukça memnundum. Tam-tava mezgit yedikten sonra, bazılarımız rakı bazılarımız da kırmızı şarap içti. Ben, her zamanki gibi Kırmızı şarap içtim; Angora şarap fena değildi. İlerleyen saatlerde Çinekop balığı aldık; sonra tekrar yarım tava mezgit yedik!.. En sonunda revaniler geldi; ben revani sevdiğimi söylediğimden bana ekstra revani geldi ama başarılı bir revani değildi, süngerimsi değil yoğun bir yapıdaydı.
Akşam 22.30 civarlarında kahve içildi. Ben çok ender kahve içerim ama tadı hoşuma gitti. Klasik kehanet yöntemiyle geleceğimizi okutmak istedik. Orada çalışanlardan biri fallarımıza baktı; fincanın üzerine çabuk soğusun ya da negatiflikleri alsın diyerekten metal koymadı; 10 dakika bekleme kuralına da uymadı. Herhalde bayan oldukları için, fala bakan adam Şule, Jale ve Ülkü'nün fallarına çekinceli olarak baktı; hata yapmamaya çalışıyor gibiydi; kelimeleri özenle seçmeye çalışırken bazen sessizleşti, çok yuvarlak laflar söyledi. Benim falımda biraz daha spesifik konuştu; askerler görmüş, bir kurum ya da bir heyet beni onaylayacakmış, hilal varmış yani beni çok sevindirecek bir haber alacakmışım... mış, miş, muş.... Tortulu, telveli bir sıvı içip, sonra onu ters çevirip, rastlantısal olarak oluşan şekillerin geleceğimize dair ip uçları vermesi fikrine inanacak kadar çocuksu ve sipiritüel olmayı her zaman arzuladım ama bu arzum hiç gerçekleşmedi!.. Sipiritüalitenin oyunları çocuksu ve safiyane olmakla birlikte zevklidir; bu nedenle bu oyunları oynamak güzeldir; falda güzel bir şey söylendiğinde derinlerde bir yerde boş da olsa tatlı bir umut ışığı yanar. Uydurma olduklarını biliriz ama zihnimiz kendimizi aldatmayı sever ve aldatma rüzgarına kapılıp falın üflediği rüzgarda sürükleniriz; falın ima ettiği her şeye "işte doğruymuş" diye trajikomik bir şekilde sarılırız; insan, evrendeki en büyük "kendini aldatma" makinesidir; belki bu sayede gerçeklerin acımasızlığına karşı elinde bir kalkan tutmuş olur. Sipiritüalite bir kalkandır; bu maddi ve soğuk dünyada içimizi ısıtan bir sobadır; bize bir hulya, bir hayal veren bir çiçektir; gerçekliği olmayan bir çiçek, tutunacak hayali bir dal...
Lokantadaki garson 7 yıl sonra Filyos'un patlama yapacağını anlattı. Biz, onun anlattıklarından ziyade buram buram terlemesine takıldık ve ona neredeyse bir peçete uzatma isteğimizi sürekli törpüledik. Bir arkadaşım bana şöyle söylerdi: "Garsonlarla muhatap olma, Murat!" derdi ve hatta kızardı; bense hep garson "kendisini garsonmuş gibi hissetmesin" şeklinde davranırım, yani herkes insanca davranılmayı hak eder. Buradaki garson-müşteri konuşması uzunca sürdü, sonunda ekmek istiyoruz diyerek Filyos hayranı garsonu aşağı yolladık, bir anlamda kurtulduk!..
Güzel ve dinlendirici bir etkinlikti. Artık yeni yerlere yelken açma zamanı; Filyos ve yazı uzadığı için yer vermediğim Amasra gezisi de geride kaldı. Şimdi yeni projeler, yeni mekanlar zamanı. Kastamonu Pınarbaşı'ndaki Ilıca Şelalesi'nde Nazım hocayı şiir okurken görüyor gibiyim; sanki Ilgarini mağarasının kapısından içeri giriyorum, sanki Valla kanyonuna tepelerden bakıyorum, Azdavay yakınlarındaki Çatak kanyonunu hayranlıkla seyrediyorum, Park Ilıca'nın tahta kulübelerindeki çam reçinelerinin kokusunu duyabiliyorum...
Yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum, Ferhat Göçer'den Üzüm isimli bir şarkı. İnsanlar da beni Ferhat Göçer hayranı sanacaklar; fakat sadece birkaç şarkısını, o şarkıdaki bir iki cümle için severim:
Bir de Edith Piaf'dan bir şarkı aktarayım aşağıya: La Vie En Rose, Toz Pembe Hayat. Gece yıldızlar seyredilirken dinlenebilecek hoş bir şarkı... tabii şarkının sesi uzaklardan gelirse daha güzel olur, mümkünse 50 metre uzaktan, bir komşunun evinden ya da bir aracın radyosundan... ama uzaklardan gelen yumuşak bir melodi, bizi alıp sonsuzluğa götürecek bir ezgi...



Mehmet Murat ildan





Sunday, June 13, 2010

Hasan Dağı Zirve Çıkışı



2010 yılının 12-13 Haziran günleri arasında Ankara Dağcılık Kulübü'nün "Hasan Dağı Zirve Çıkışı" etkinliğine katıldım. Birazdan, bu etkinlikten aklımda kalanları bloglarımda değerli okuyucuyla paylaşacağım.


Etkinlik biraz sürpriz oldu. Google gruptaki duyurusu 10 Haziran'da yapıldı ve hızlı bir hazırlanma sürecinden sonra etkinliğe katıldık. Kışın Hasan Dağı'na bir trekking yapmış, 2500'lerden ve hatta büyük ihtimalle çok daha da aşağıdan, kar, tipi, sert rüzgar ve el donması nedeniyle geri dönmüştük. O zaman zaten eldeki malzemelerle zirve çıkışı yapmak da pek mümkün değildi ya da aşırı riskli olurdu.


Bu dağın yüksekliği 3268 metre. Gerçi Olcay'ın saati sanırım 3270 civarında bir şey gösteriyordu zirvede. Niğde Aksaray il sınırı üzerinde bulunuyor bu volkanik dağ. İç Anadolu'da 3917 metrelik Erciyes Dağı'ndan sonraki en yüksek volkanik dağdır; zirveye baktığınızda ikiz yapı görülür; iki zirvesi vardır yani; tipik bir volkanik konik yapıya sahiptir. Yukarıdan bakıldığında Aksaray ovası, Obruk platosu ve Bor ovası görülür. Sanki sonsuz uzunluktaki dümdüz bir tepsiden yukarı doğru büyük bir kabarma olmuştur. Dağın etekleri diyebileceğimiz yerlerde yaylacılık faaliyeti yapan çok sayıda kişiye rastladık; köylüler bu alanın pek çok yerini kaplamışlardı.





Etkinliğe toplam 7 kişi katıldı; çoğu kişinin işleri vardı; Ülkü'nün finalleri, Nazım hocanın kızının düğünü, Yahya hocanın Amerika seyahati v.s. ; yaşam, bir takım işlerle böyle yuvarlanarak geçiyordu. Cumartesi saat 11.00'da Kulüp binasında buluştuk; gerçi ben sabırsız biri olarak 10.30'da oradaydım!.. 7 kişinin sadece 1 günlük malzemelerini apartman katının girişine yığdığımızda sanki 50 kişi 50 günlüğüne bir ekspedisyona gidiyormuşçasına kalabalık bir malzeme görüntüsü oluştu. Yandaki marketten eksik kalan şeyleri de aldık. Artvinli Ahmet bey yönetimindeki minibüsle yola çıktık. İlk durağımız Tuz Gölü seyir alanıydı. Burada tuzla ilintili pek çok eşya satılmaktadır. Tuz Gölü minerallerinden yapılma ayak bakım kremleri bile vardır. Ayakkabıları çıkarıp Tuz Gölünün sıcak sularında yürüdük. Bu gölün üzerinde onlarca metre yürüyebilirsiniz. Ayak yıkama yerleri de yapılmış. Yürüyüş sonrası ayrıntılar bir şekilde düşünülmüş.



Yolculuğumuz Aksaray'a doğru devam etti; Şereflikoçhisar'dan geçerken Tahsin hocayı hatırlayarak ona telefon açıldı. Acıkmalar başladı; özellikle benim "Acıktım, açım" sözlerimle birlikte Faruk, Aksaray'daki meşhur pideciden bahsetti ve oraya gitmeye karar verdik; önceki plan olan Aksaray Ağaçlı tesisleri iptal oldu. Buraya, yani bu pideciye Vali gibi bürokratlar da gelirmiş. Pidecinin ismi "Kurtuluş Börek Salonu." Galiba o civarlarda pideye börek diyorlarmış. Pideler geldi; tabaklar çok küçüktü, porsiyon da azdı; ama pideyi yer yemez o porsiyonun da çok olduğunu hemen anladım!.. Kuzu etinden yapılmıştı; kaptan Ahmet bey kuzu işini pek sevmese de yedi!.. Pideler müthiş yağlıydı; herhalde 6 aylık yağ ihtiyacımız karşılandı!.. Ben, pideden yağ damlayınca iştahım hemen kaçar; ama açlıktan dolayı hepsini yedim!.. Bir de içinde çökelek peyniri olan başka bir kapalı pide ya da börek geldi; bunun da üzerine şerbet dökülerek yeniyormuş!.. Sürahiler vardı ve içleri şerbet doluydu. Tabii, bir Elazığlı olarak küçükken şekerli-peynirli pide çok yemiştim ama artık o günler geride kaldı; tatlıyla tuzluyu bir arada yemiyorum!.. Şule ve Jale de yemekten pek hazzetmediler, ama ekipte tabağı silip süpürenler oldu; Faruk onlardan biriydi. Müslüm hoca da pideyi beğendi ve hatta başka pideleri de yedi. Kubilay da Elazığlı olduğundan şerbet işini beğendi sanırım.



Aksaray'dan sonraki durağımız Hasan Dağı Kayak Merkezi'ydi. Buranın kışın çekilmiş bir fotoğrafını yukarıya aktardım. Buraya gitmek için Aksaray'dan öncelikle Sağlık'a gidilir, sonra sırasıyla Akhisar, Karaören ve Karkın beldeleri vardır, onlar geçilir. Helvadere'ye ulaşılır. Yolu bilmiyorsanız pek çok kez sormak gerekir, çünkü her yeri Mobese kameralarıyla donatılmış yerlerden geçseniz de basit yol levhaları bile pek yoktur; genel görünüm fakirlik, az gelişmişlik, organizasyonsuzluktur; zekanın, takdir edilecek o ihtişamlı izlerine neredeyse hiç rastlanmaz; laubali ve ciddiyetsiz, uyuşmuş ve mayışmış bir görünüm vardır. Helvadere'den sonra yol dikleşir. 8 kilometrelik dağ yolundan sonra Karbeyaz otele ulaşılır.


Aksaray'la otel arası yaklaşık 30 kilometredir. Bu otelin açık olduğunu pek gören olmamıştır!.. Sağında solunda hayvan sürülerinin olduğu bir ortamda elbette turistik bir otel de olmaz!.. Ankara-Hasan Dağı arası yaklaşık 4-5 saat sürer; yollar bozuktur; Konya ve Adana'ya da giden bu bozuk yol monotondur, uyutur, neredeyse hiç viraj yoktur, tek manzarası Tuz Gölü'dür; onun harika kızıllığıdır, onun yer yer morluğu, güneşin tuzlu sulardaki enfes yansımalarıdır. Yol boyunca pek çok yırtıcı kuşa rastlanır; leylekler özgürce yol üzerinde uçar, tarlalara doğru özlemle, Concorde uçakları gibi süzülürler. Kaba kamyonlar ve zarif kuşlar yolculuk boyunca hep tezatlıklar yaratmışlardır.

Yolun bir noktasında meşhur Ihlara Vadisi'ne de yaklaşılır; gidilmek istense 20 kilometre kadar uzaklıktadır. Bu vadiyi oluşturan da Erciyes'le birlikte Hasan Dağı'dır zaten. Volkanların lavları gelmiş, sonra da Melendiz çayı, bir başka isimle Kapadokya ırmağı buralardan akarak kanyonu oluşturmuştur. Bazı felaketler sonsuz güzellikler de yaratabilirler, ki yanardağlar böyledir.

18 odalı ama cansız ve ölü olan bu otelin yakınlarına kamp attık; 8 kazıklı 3 pollü Nevada ve Lafuma çadırlarımızı imece usulüyle kurduk. Esasen otelin 100 metre yukarısına kamp kuruluyormuş, ama orada sürüler vardı, o yüzden otelin yanındaki düzlüğe kurduk; bir de aşağıda Süt kilisesi yakınlarındaki alan da kamp için kullanılıyormuş. Bizim kamp alanı rüzgar alan bir yerdi ama ilk gün pek rüzgar yoktu. Bu bölge, Melendiz Dağları bölgesidir. Bunlar volkanik dağ gruplarıdır ve Hasan dağı ya da türküdeki ismiyle "Haşan Dağı" bu gruptaki en yüksek olandır. 1900 yıl kadar önce bu dağ aktifmiş. Ağrı, Süphan, Nemrut, Erciyes gibi uyuyan dağlar gibi bu da bir gün yeniden faaliyete geçebilir ve geçecektir. Yol boyunca ben bunun hayalini kurdum; en azından biz oradayken bir kez homurdasa dedim, yalnızca bir kez, sadece homurdanma, öksürme ya da hapşırma değil!.. Yazın bu dağ sevimsizdir ve dağcılar genellikle bu dağa kışın eğitim amaçlı olarak tırmanırlar. Çift tepeli bu volkanın kamp alanlarında su kaynakları yetersizdir.


Uzaklardan dağın eteklerinde kurulu pek çok çadır gördük; önce bunları yaylacıların çadırları diye düşündük ama sonra rengarenk oluşlarından başka dağcıların da orada oldukları kanaatine vardık ve yanılmadık. Yukarı doğru minibüsle çıkarken ağaçta duran kocaman bir şahin de gördük. Aksaray'dan itibaren ben aracın içinden dağın çeşitli fotoğraflarını çektim. Şu anda Picasa'da genel bir sorun var sanırım; düzelince fotoğrafları yükleyeceğim.



Kamp alanında Müslüm hocanın epeyce bir tanıdıkları çıktı. Yanılmıyorsam ya da aklımda doğru kalmışsa bunlardan biri 50'li yılların lider ve yıldız dağcılarından Muzaffer Erol Gez'di; Erciyes'e 100'e yakın tırmanış gerçekleştirmiş, Ağrı'ya 27 kez çıkmış bir dağcı. Bu da ilginç çünkü ben mesela Hasan Dağı'na bir daha kesinlikle çıkmam; yine de büyük konuşmuş olmayayım ama olay biraz tekrara girer gibi geliyor bana. Ama tabii Erol beyi takdir etmek gerek; 70 yaşın epeyce üzerinde olmasına rağmen halen dağcılık yapmaktadır. Ayrıca Türkiye Dağcılık tarihine baktığımızda Ağrı gibi dağlarımıza ilk çıkanların Almanlar olduklarını görerek Türk dağcılarının kayıtlı tırmanışlarının önemini de daha iyi kavrayabiliriz. Evet, bu mesele önemli, yani yapılan işleri kayda geçirme meselesi çok önemli!.. Belki Büyük Ağrı'ya o yöreden bir Türk ya da birden fazla Türk tırmanış yapmıştır ama kayıtlara geçmediğinden ne hatırlanır ne de dağcılık kitaplarında yer alır. Bizim dağcılık sporumuzun başlangıcı bile 1900'lu yılların altına inmez. Erol beyle ilgili bilgi edinmek isteyenler için değişik kitaplar mevcuttur; Ağrı zirvesinde 3 gün kalarak kırdıkları rekor halen kırılmamıştır!.. Burada yüksek irtifanın insan fizyolojisine etkilerini tıbbi olarak incelemişlerdir.

Bizim kamp kurduğumuz düzlükte herhalde 30'dan fazla dağcı vardı; rakılar bile içilmekteydi; galiba rakıcılar sadece kamp keyfi için oradaydılar. Mersin'den gelenler bile vardı; bunlar Mersin Dağcılık Kulübü MERDAK üyeleriydi. Çadırları kurduktan sonra Aksaray ovasına ve Helvadere göletine hakim olan kayalık bir yükseltiye semaveri çıkardık. Semaverin bacasından çıkanlar zaman zaman bana lokomotifleri hatırlattı. Burada biraz rüzgar da yedik ama sıcak çay keyfine değdi.



Bu bölümde pek çok fotoğraf çekildi; güneşin batışı izlendi. Güneş, dünyanın başka yerlerini ısıtmak üzere buradan ayrıldı, bize, alevli elleriyle hoşça kal dedi, daha doğrusu o bize hiçbir şey söylemedi; biz, zihnimizde onun adına konuştuk, bir oyun yazarı gibi onu biz konuşturduk; hava serinledi; 4 Çeker ekibinin 3 çeker bölümü olarak haşlanmış patates, domates çorbası, tahin helvası, muz, elma tarzı şeyler yedik. Komşu çadırda Müslüm hoca makarna yaptı. Çadırlar birbirlerine oldukça yakın kuruldular. Akşama doğru Olcay da kendi özel aracıyla gelerek bize katıldı ama çadır kurmadı, akşam arabada yattı.

2000 metrelik bu düzlük iyice karanlığa gömüldü; çok uzaklarda Aksaray'ın ışıkları görünüyordu ve bu da bir derece "ışık kirliliği" yaratıyordu. 1 saat kadar dışarıda oturduk; gökleri seyrettik; ilk yıldız kaymasını Kubilay gördü; sonrakini ben gördüm. Bu arada pek çok uydu gördük. Akşam 9 civarlarıydı. Gökkubbenin altında semayı izlemenin insanda uyandırdığı hayranlığı ve şaşkınlığı yaşadık; şaşkınlığı yaratan şey kainatin boyutlarıydı, bizim minnacıklığımızdı; bütün bu minnacıklığımıza rağmen egolarımızın, kibrimizin bu evrenden çok daha büyük boyutlarda olduğunu da düşündük. Bu dağa bile, bizim dağlara olan sevgimizin dışındaki bir gücün, derinlerimizdeki egomuzun fısıltılarıyla, bir şeylere meydan okumanın derinlerimizdeki itici gücüyle gelmiştik sanırım.


Akşam 10 gibi tırmanışa geçelim, krater bölgesindeki çanakta çadır kuralım, sabaha kadar çadırda sohbet edelim, güneşin doğuşunu izleyip inişe geçelim görüşü ortaya çıktı; sanırım benden başka herkes buna ikna oluyor gibiydi. Doğrusu bu tip işlerde yani macera olayında genelde ben öne atılanlardan, dolduruşa getirenlerden, teşvik edicilerden olurum ama bu kez, belki de midemin pek rahat olmamasından zirve çıkışına sabah başlanmasından yanaydım, gerçi karar alınsaydı uyardım ben de. Bu yeni gelişen plandan, uykusuz kalınacağı ve de uykusuzluğun dönüşte kazalara yol açabileceğine karar verilip vazgeçildi. 10.30 gibi herhalde ben yatağa girdim; yatak dediğim, kaz tüyü kefen!.. Yine de haksızlık veyahut nankörlük yapmayayım, Marmot uyku tulumumdan çok memnunum.


Dedegöl dağındakinden farklı bir gürültü yapısı vardı burada. Uzun bir süre, uzak çadırlarda sohbet edenlerden bir kadının keskin kahkahaları bizi uyutmadı; sonrasında yakındaki çoban köpeği havlamaları ve de eşek anırtıları uykuyu engelledi. Ben galiba 1 saat kadar uyuyabildim ancak, gerçi ondan da emin değilim. Eşekler bazen sürü halinde anırıyorlardı; garip kuş ötüşleri duyuldu; yan çadırda biri sağa sola dönse bile duyulabiliyordu. Sabah 1 gibi başka sesler duymaya başladım ve Müslüm hocanın kalktığını düşündüm. 1.07'de çadır fermuarlarının o meşhur seslerini çıkararak çadırı açıp başımı dışarı uzattım, Müslüm hoca zirve için semaverin altını yakmıştı bile, su ısıtıyordu; hoş bir serinlik ve ot kokusu vardı; yıldızlar çoğalmıştı. Sonra teker teker herkes kalktı. Kahvaltıda çok şey karıştırdım ve midem bundan pek hoşlanmadı. Sabah 2.50'de çadırlardan uzaklaşmaya başlamıştık bile. Durgun bir hava vardı ve sıcak sayılırdı.


Ben bu kez birkaç hata yaptım; boyun bağımı başıma geçirdim sonra kaskı taktım ama herhalde psikolojik olarak boynum fazla korunmasız kaldı şeklinde düşündüm, üşüyor gibi hissettim. Sonra marmot kış beremi giydim, bu kez de güneş doğduğunda kaskın içinde kafam pişti, çıkarmaya üşendim!.. Uzaklarda bir ışık görüyorduk; belirli aralıklarla yanıp sönüyordu sanki. Işığa ulaştığımızda şaşırdık; bir denizaltı emekli askerdi bu kişi. Tek başına yolu da pek bilmeden dağa tırmanıyordu Atilla bey; 66 yaşındaymış ama kesinlikle hiç göstermiyordu. Mersin'den gelen Atilla bey yavaş ilerliyordu. Onu geçip yukarılara tırmandık; ışık çok gerilerimizde kaldı. Doğrusu yaptığı şey bir cesaret gerektiriyordu.


Her dağın çok çeşitli tırmanış rotaları olur; klasik rota uzundur ama fazla yormaz ve riski daha azdır. Büyük Hasan Dağı 3268, ziyaretçi defterinin bulunduğu küçüğü de 3235 metredir. Biz, her ikisine de tırmandık, 2 zirve yaptık, başarılı bir tırmanıştı!.. Tırmanış öncesi 6-8 saat arası uyumak elbette verimi atırırdı ama artık bu kadarlık uykuyla idare edilecekti. Sabah 2.50'de yola çıkan ilk ekiptik biz. Hava puslu ve Doğu yönü biraz bulutlu olduğundan güneşin doğuşunu göremedik ama ilerleyen zamanda Nazım hocanın "Yangınlı Ufuklarını" gördük. Bu dağda eteklere gelinceye kadar eğim 45 dereceyi bulmaz; yumuşak otlar, dikenli gevenler vardır, basamak gibi yükselirsiniz, ama sonra taşlar, kayalar başlar, rota dikleşir, 70 dereceleri geçer, zemin çirkinleşir. Bazen 300-400 kiloluk dev kayaların üzerine basarsınız ve bunlar oynar, şaşırırsınız; öyle bir açıda dururlar ki siz 60 kiloluk bir ağırlıkla bu devasa taşları oynatırsınız.

Ben, bu etkinlikte kendi performansımı pek beğenmedim; burnumda sağdan pek rahat nefes alamam, sağdan nefes alışım %30'dur genelde, herhalde küçük bir deviasyon var, soldaki de havadan dolayı burnum akınca kapandı ve nefes almak daha zorlaştı. Buna midemin rahat olmayışı eklenince itiraf etmem gerekirse yoruldum; çıkıştan ziyade inişte yoruldum; zaten çıkışlar bana her zaman daha kolay gelmiştir. Dönüşte minibüste herkesteki uyku ve uyuklama durumundan ekibin de bu 10 saatlik iniş çıkıştan yorulduklarını söyleyebilirim; yalnızca yorulma derecelerinde kondisyona göre farklılıklar vardı; kondisyonu iyi olan daha canlıydı.


Bu yorulma işlerinde fiziksel ve psikolojik eşikler vardır. Bazen fiziksel sınıra gelirsiniz, işte burada psikolojik güç devreye girer ve vücudu o taşır; bir ara Şule'nin ayağında bir sorun oluştu, dışarı pek yansıtmadı ama acı veriyordu sanırım; buralarda psikolojik güç tıpkı uçaklardaki otomatik pilot gibi kontrolü alır, acıya rağmen bedeni irade gücüyle bir şekilde ilerletir.


Kafa lambalarımız sönüp de dağı bütünüyle gördüğümüzde bana pek sevimli bir dağ gibi gelmemişti; sanki Mars'taki, Jüpiter'deki o kuru dağlardan hiçbir farkı yoktu. Bizim geçtiğimiz yerlerden başkalarının geçmediklerini ve onların klasik rotadan çıktıklarını görüyorduk. 2800'lerde bile kırlangıçlar etrafta uçup duruyorlardı ve çok sayıda uğur böceğine de rastlıyorduk. Biz kamptan ayrılıp sola doğru yükselmeye başladık. Seslerimizi duyan köpekler havlıyorlardı. Orta kulvardan çıktık. Burası bir kar kulvarıydı. Ayakkabıyla sertçe vurduğunuzda iz açılabilen kar kulvarları başlangıçlarından birinin fotoğrafını aşağıya ekledim.

Klasik rotalar dikliği en az olan, göreceli olarak daha kolay olan ve bu yüzden de daha az yıpratıcı, daha az riskli, daha uzun olan rotalardır ama bizim rotamız farklıydı ve dikçeydi. Hasan Dağı'nın klasik rotası doğu rotasıdır, bir çarşak çıkış rotasıdır bu ve de doğrudan, bir zamanlar bir göl barındıran zirve çanağı dediğimiz yere çıkar. Kuzey rotası dik ama kısadır. İster doğu rotası olsun isterse kuzey rotası, sonuçta Hasan dedenin mezarının olduğu sırta gelinir. Bu sırt 3200 metre yüksekliktedir.


Doğrusu kar rotalarını hiç sevmiyorum; bu etkinlikte herhalde Hasan Dağı'nda ne kadar kar kulvarı varsa geçtik gibi geldi bana!.. Dik geçişler nispeten daha iyiydi; Müslüm hoca önden 4x4'lerle iz açıyordu, karlar etrafa fırlıyorlar, bazen üzerimize gelip ensemizden içeri dalıyorlardı; çıkışta derin ve iyi basamaklar oluştu; Olcay da benim gibi bu karda kayma riski olayını hiç sevmiyordu. Bir ara bağlamalı kramponunu giydi; ama krampon ters döndü, sonra kramponu kapatamadı, yaklaşık 15 dakika kadar dik bir yamaçta hareketsiz bekledik ve tırmanışa devam ettik. Bu kısımlarda ayaklar üşüdü. Aşağısı, Yahya hocanın hiç de sevmeyeceği bir diklikteydi ve yine Yahya hoca deyimiyle "tırsıtıcıydı!" İpli emniyet almadık; kar yumuşakçaydı, ama kayıp da durmak için bir çaba gösterilmezse epeyce bir süre gidilirdi aşağıya! Olcay bir ara 4 metre kadar kontrollü olarak kaydı; dönüşte benim de aşağıya doğru 2 metrelik bir kayışım oldu; bir kayış anım, bir kayış hatıram olsun istedim herhalde!.. Yan kar geçişlerinden biriydi bu. 2008 yılında Müslüm hocanın fotoğraf makinesinin aşağıya uçtuğu yerden herhalde yarım saat kadar ötede bir yerdi benim kaydığım yer; bu arada o makine de sonradan bulunmuş!..


Aslında ben, dağı bırakalım, Kızılay'da bile Kışın hafif kaygan zeminlerde kayma olayına fazlaca gıcık oluyorum. Bu etkinlikte de özellikle kar kulvarı yan geçişlerinde "Hay lanet yine kar" dediğim çok oldu. Galiba zihnimde ayağımın kaymasına karşı güçlü bir direnç var; Olcay da bir ara "Kayak türü bir şey yapalım, bu duygu yok olur" dedi bana. Küçüklüğümde kızakla kaymışlığım çoktu aslında. Birkaç şey hariç kötü tecrübemi pek hatırlamıyorum. Bir keresinde yurt dışındayken büyükçe bir naylon torbanın üzerine 20 kişi oturmuşlar, aşağıya kayacaklardı ve ben en öne geçip oturmuştum; torbayla kaydık ve torba bir ağaca yöneldi; ben en önde ayağımı koydum, 20 kişinin ağırlığı üzerime yüklendi, sanki ayağım kürdan gibi kırılacak şekilde hissettim; bir de küçükken buzda kayıp kafamı çarpmıştım. Bazı korkularımızın kaynağı çocukluk zamanlarıdır derler, bilemem; ama her korku aşılır; hiçbir korku kendi irade gücümüzün üzerinde değildir, olamaz!..


Meslek icabı ben başkalarını olduğu gibi kendimi de incelerim. Kar bulvarı geçişlerine geldiğimde daha fazla susadığımı, ağzımın kuruduğunu ve bunun da heyecandan olduğunu kendimde gözlemledim, çünkü, basit bir şekilde söylemem gerekirse, 10 cm bile kaymak hoşuma gitmiyor. Elbette daha sert kar zemini olsa Müslüm hoca da ipli emniyet alacaktı. Fakat ben yine de o yumuşak kar zemini altında yer alan buzumsu tabakalardan hep gıcık kaptım, ürktüm. En iyisi 4x4 ayakkabı ve tam otomatik krampon alıp ıslık çala çala rahatça, huzur içinde o tarz yerlerden geçmek. "Kar mı kaya mı denildiğinde," ben her seferinde kaya dedim! Gemi mi kara yolu mu deseler ben kara yolu derim, altımdaki zeminin sağlam olmasını her zaman tercih ediyorum, uçaklardan nefret ederim, ama mecburen binerim!

Bu etkinlikte kazma ile basamak açacak kadar sertleşmiş buz yapısı yoktu. Zirveye çıkarken de uzaktan yalnızca ayı izlerinin olduğu bir kar kulvarından çıktık yine!.. Dik kar çıkışları pek sorun olmuyordu; bazen Faruk'a "Basamak kalitesi bozulmasın Faruk!" diye hatırlatmada bulunuyordum ya da "Basamakları güzel açalım" diyordum. Ekip, saniye ya da dakika farklarıyla zirveye çıktı; etkinlik boyunca ekipte, özellikle çıkışta 2-3 metrelik aralıkların dışında hiç kopma olmadı, bütün halinde çıktık. Ne Erciyes'i ne de Aladağları ve ne de Tuz gölünü görebildik. Ufuklar yangınlı değil pusluydu.


Gelirken, dağa adını veren Evliya Hasan dedenin mezarını da gördük, fotoğraf çektirdik. Başka mezarlar da vardı. Burası, krater çukurunun batı sırtı üzerindedir. Tabii bu tür dede işlerinin çoğu uydurma şeylerdir. O mezar kazılsa orada büyük bir ihtimalle insan kemiği de bulunmayacaktır diye düşünmekteyim; evliya diye bir şey de tabii ki yok. Bu dede denilen kişilerin bilgelikleri de çoğu kez hikayedir ve hatta bazı cahillikler, uydurma şeyler bilgelik altında halka sunulmuştur. Hasan dede hamama gitmiş, elindeki kar topu hamamda hiç erimemiş... vesaire vesaire...


Hasan Dağı'nın türküleri de vardır; Faruk bize bir tanesini Karbeyaz oteli kayalıklarında cep telefonundan dinletmişti. Bir tane de Ruhi Su'nun yazdığı vardır. TKP üyesiyken, cezaevi aracından Hasan Dağı'nı gören bir yerde sabaha kadar durduklarında yazmış türküyü:




Hasan Dağı Hasan Dağı

Eğil bir bak, eğil bir bak

Sıkıyor zincir bileği

Jandarmada din iman yok



Gidiyor kalktı göçümüz

Gülmez, ağlamaz içimiz

İnsan olmaktı suçumuz

Hasan Dağı, insan olmak


Bu tür siyasi türkülerin dışında hoş türküler de var elbette!.. Ben siyasi türküleri pek sevmem açıkcası!..


Günümüzden 9000 yıl önce Çatalhöyük'teki bir evin duvarında Hasan Dağı'nın resmi bulunmuş. Lavlar püskürüyormuş o resimde. O zaman yaşayanlar için bu dağ bir tanrıydı ve kutsal bir dağdı. İnsan geliştikçe, bilgisi arttıkça, algılamalar değişir; tanrılar, evliyalar, dinler, bütün bu palavralar, bütün bu çocuk masalları ortadan kalkarlar; gerçekler çıkar sahneye!.. Gerçi, üstat Arnulf Zitelmann'ın "Etki eden, gerçektir" şeklindeki görüşü de aklıma gelmiyor değil!


Zirvede bir süre oturduk; fotoğraflar çekildi. Benim midem halen karışıktı; ama sohbet ederken "Kıymalı börek olsa kendime gelirim" dediğimi hatırlıyorum. Çok fazla şekerli şey yemiştim, dengem bozulmuştu; tuzlu şeyler istiyordum ya da ilginç bir şekilde soğan yemek istiyordum ve maalesef yanımızda pek tuzlu bir şey de yoktu. İkramlar da hep tatlıydı; ama bedenim tuzlu istiyordu, baharat istiyordu. İnişe geçtik. Yol bir türlü bitmedi; inişler her zaman sıkıcıdır; git git bitmez!.. İnişte yumuşak topraklı dik bir yerden geçerken keyifli sayılabilecek bir iniş yaptık; 1 adım atıp 3 adımı bedavadan aldık; burada da bir düşüş gerçekleştirdim, çünkü "düşme hakkım" vardı; yani şunu demek istiyorum ki, bazı sakat yerler olur, orada düşme hakkınız yoktur, düşemezsiniz, çünkü düşerseniz ölürsünüz; kayalık yerdesinizdir, kaskınız yoksa "düşme hakkınız" yoktur; o yüzden insan "düşme hakkı"nı bu tür yerlerde, yani düşüp de pek bir şey olmayacak yerlerde kullanabilir!..

İnişte sert bir rüzgar vardı; bu dağın rüzgarları, fırtınaları meşhurdur; rüzgarın estiği belirli bir yön de yoktur, sanki her yerden eser. Buna "Karışık rüzgar" derler. İnişte düşenlerin düşmesinde rüzgarın da belirli bir rolü oldu. Bazı dağcılar Ağrı, Süphan ve hatta Demavent gibi dağlarda yaşamadıkları zorlukları Hasan Dağı'nda yaşamışlardır ve üstelik bunu kışın değil yaz ortasında yaşamışlardır.

Uzaklardan Karbeyaz oteli gördüğümde sevinmiştim. Çadırların yanına vardığımızda esnetme hareketlerinden sonra biraz dinlenip, biraz da beslenerek oradan ayrıldık, Müslüm hoca oradakilerle vedalaştı. Çok sert bir rüzgar vardı, çadırları toplarken biraz sorun yarattı. İlk çıkan ekip bizdik, ilk dönen de biz olduk. Dönüşte Helvadere'ye gittik; Saray Gölbaşı Alabalık tesisi denen yerde alabalık yedik. Burası bir tesis değildi esasen, tuvaletinden bardaklara kadar müşteriye bir anlamda hakaret eden bir yerdi. Hasan Dağı'ndan gelen buz gibi suyu güzeldi ama!.. Burada ayak yıkamak müthiş rahatlattı, harika bir duygu verdi; insan, nefesi kesilse bile bazen soğuk suya dalmalıdır, dalmaya çalışmalıdır. Ahmet beyin yemeği geç gelince biraz sinirlendi ve balığını yemedi, sigara içti. Ayrıca balıktan gelen kokunun o kiremit tabaktan kaynaklandığını söyledi ve kendisi o kokuyu hiç sevmiyormuş.

Garson çocuk iyi niyetli gibiydi; fakat bu işlerin temeli eğitim ve ahlaktır elbette. Müşteriye kirli bardak vermek kişinin ahlakıyla ilgilidir; yani böyle bir şey yapmayacak kadar ahlaklı olmak, karşıdaki insana saygı duymak, bunlar eğitim işidir de. Güzel lokanta eksikliği Türkiye'nin pek çok yerinde bir sorun ve biz her yerde ideali arıyoruz; bir ülkedeki insanlar ancak ideali, ideal olanı ararlarsa o ülke gerçek manada gelişir... ancak o zaman, kesinlikle daha önce değil!.. Ben en çok kiremitteki soğanları yedim, biberi ve patatesleri yedim. Galiba bazı şeyleri eksik yediğimden vücut bu tarz şeyleri istiyordu. Akşam 8'e doğru Ankara'ya döndük; yoruculuğuna rağmen sonuç itibariyle ya da "son" itibariyle güzel bir etkinlikti. Disiplinli bir çıkış oldu; önde her zaman Müslüm hoca yürüdü; normal trekkinglerimizde olduğu gibi bazen başkası öne geçmedi. Özellikle sabah çıkışında bazen epeyce bir süre sessizlik hakimdi ve ekipte profesyonel bir hava vardı.

Yazımı Faruk'un bize dinlettiği Aksaray Hasan Dağı Türküsü'yle sonlandırıyorum.

Hasan Dağı'nın Gülleri

Ötüşür hep bülbülleri

Taze söyleyen dilleri

Ben vuruldum Hasan Dağı...

http://videoizle.video75.com/QTj1yl4tt6j/aksaray-hasan-dagi-turkusu/


Mehmet Murat ildan

Thursday, June 10, 2010

Türkiye'nin Ağaçları ve Çalıları



Dün, yani 9 Haziran Çarşamba günü, sağanaklı, şimşekli, dolulu bir günün ardından Ankara Dağcılık Kulübü'nün lokalinde güzel ve verimli bir sunuma katıldım. Katılım sayısı da oldukça yüksekti. "Bilgi-yoğunluklu" ve yer yer espirilerin de yapıldığı bu faydalı etkinliğe dair bir şeyler yazmak arzusundayım.



Sunumu yapan kişi Necati Güvenç Mamıkoğlu'ydu. 1973 ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği mezunu. Daha önce tanıdığım mühendislerde gözlemlediğim bir olguya burada da rastladım. Öncelikle mühendislik dallarında okuyanların bazılarında, özellikle gerçeği kavramış olanlarında, "Mekanikten" "Ruha" kaçış diye nitelediğim bir süreç oluyor. İnsanın spiritüel bir yanı vardır ve bunu tatmin etmelidir yoksa mekanikleşir, robotlaşır ve hatta sertleşir, odunsulaşır; maddesellikten sanata, estetiğe yöneliş, maddeselliğin boğuculuğundan kurtulmak için, inceliğin zenginliğinde erimek için akılcı ve doğru bir adımdır. Kömür madeninde çalışanın yüzü kararır; sürekli maddeyle, mekaniklikle uğraşanın da ruhu sararır, solar; güneşe çıkmak gerek, doğaya atılmak gerek, müziği, yaşamın özünü, kuşların seslerini duyumsamak gerek; mekaniklik insanı kalınlaştırır; madde, insanı heykelleştirir; insan yalnızca ruhumuza dokunan güzelliklerle, sanatla, müzikle, doğayla incelebilir.
Hangi ismini kullanıyor bilmiyorum ama ben bu yazımda orta ismini kullanacağım. Güvenç bey ODTÜ'yü bitirip fotoğraf makinesiyle doğaya çıkmış ve her şey böyle başlamış ve her şey her zaman böyle basit bir şekilde başlar. Bir rüzgar eser; tatlı ve gizemli bir rüzgardır bu ve bizi alıp bilmediğimiz yerlere götürür; özgürlüğün tadı, her türlü bağımlılıktan kurtulmanın boşluğunda yüzmek ve kaşifliğin verdiği sonsuz bir keyif vardır burada.


Dün kendime facebook'ta yeni bir sayfa yarattım; öncekini kapatmıştım, daha "Resmi," daha "Evrensel" bir sayfa açtım. Resim olarak da Lao Tzu'nun sevdiğim bir sözünü ekledim: "The journey of a thousand miles begins with a single step." Bin millik bir yolculuk bile tek bir adımla başlar. Dünkü seminerde bu sözün Güvenç beyin serüvenini de güzel bir şekilde özetlediğini düşündüm. Güvenç beyin yolculuğu 5 yıl sürmüş ve Kırklareli'nden Artvin'e 150 bin kilometre yol katetmiş. On binlerce fotoğrafı olmuş. Yanılmıyorsam fotoğraflarının sayısı biraz daha zorlansa 200 bine ulaşacakmış.



Hangi alanda olursa olsun, eğer bir birikim olmuşsa onu paylaşmak gerek; bardağımız dolmuşsa, taşıyorsa, taşanı susayanlara dağıtmak; bilgi kervanına, hörgüçleri zengin hazinelerle dolu bir deve eklemek gerek. Güvenç beyin ağaçlarla ilgili bir çalışma içerisine girmesinde pek çok faktör rol oynamış. Yeğeninin kızı Ceren de bu faktörlerden biri; onun ağaçları tanıması için başlayan masum bir çalışma bir tohum gibi büyümüş. Uzun merdivenlerin inşası her zaman birkaç basamakla başlar ve sonra basamaklar yükselir, merdiven yükselir, gökdelenlere, göklere ulaşır.
Yıllar önce Efes harabelerinde dolaşırken küçük bir çocuk yanıma gelmişti. Elinde bir kitap vardı ve şöyle söyledi: "Abi, bu kitabı al, yoksa taşlar sana bakar, sen de taşlara!" Aynı şey doğaseverler için de geçerli. Biz ADK yürüyüşlerimizde pek çok ağaç çeşidi görüyoruz ama çoğunun ya ismini bilmiyoruz ya da onlara toptan "Çam!" diyoruz!.. Güvenç bey de Kırsal Çevre Derneği'nin Dendroloji (Ağaçbilim) seminerlerine katılmış; orman fakültelerindeki profesörlerle dostluklar kurmuş. Ağaçları tanımak için çıktığı yolda hayatın başka yönlerini de tanımış; hırsızları tanımış, fotoğraf makineleri çalınmış!.. Bürokrasiyi tanımış, zaman zaman ona engel çıkartmışlar, ormana girmek suçtur demişler, öte taraftan ormana giren yabancılara ses çıkartılmamış. Ülkemizdeki bu "Yabancı insanlara karşı zaafiyet ve çifte standart" elbette bir kompleksten kaynaklanmaktadır; oysa kendi insanına değer vermeyen bir ülke ya da bir insan hiçbir zaman hiçbir yere varamamıştır; vardığını sandığı yer de kupkuru bir yerdir. Yabancılar içinde çıkarcı, sömürücü, samimiyetsiz insanlar hiç de az değildirler; yurdışından gelip 300-400 yıllık ağaçları satın alarak onlarla kano yapılması örneğini vermişti Güvenç bey ve bu bazen Batı'nın müthiş ahlaki düşüklüğünü gösterir. Ama bizim için önemli olan Batı'nın ahlaki düşüklüğü ya da ahlaki yükseliği değil kendi ahlaki düzeyimizdir. Kendi ağaçlarımızı koruyamazken onlara söyleyeceğimiz sözlerin ne kadar değeri olabilir ki?
Müslüm hoca, biz doğacılara faydalı olacağını düşünerek bir sunum düşünmüş ve Güvenç bey Ülkü'nün arkadaşı olduğundan olay çabucak çözülmüş. Sunum sırasında Ülkü'nün bir sorusu olmuştu: "Bu fotoğrafı nerede çektin, Güvenç?" Güvenç beyin cevabı bizim açımızdan espirili olmuştur: "Yaşar beyin evinin oralarda!" Tabii biz Yaşar beyin evi nerede bilmiyoruz, Çeşme tarafında herhalde, ziyaret etmek isteriz!.. Kulüptekiler, kendi dostluklarını ve çevrelerini kullanarak böyle etkinliklere imza atabilirler ve bu hoş bir şey. Mesela ben Dalai Lama'yı yani Tenzin Gyatso'yu tanıyor olsaydım, gelip bir konuşma yapması için onu buraya mutlaka çağırırdım!.. Budistler, doğa konusunda bilgilidirler.
Fotoğraflar ustaca çekilmiş. Bunları çekmek için doğru zamanda, doğru makineyle, doğru heyecanla doğru yere doğru hemen hareket etmek gerekir; sonra da doğru ışığı ve doğru açıyı yakalamak gerekir. Ama mesela Güvenç bey doğuya gidip bir ağacı ya da çiçeğini çekerken bu kez batıda açan çiçeği kaçırmış, öteki seneyi beklemiş. Matematik bilenlerin sistematiğine sahip biri olarak sistemli davranıp hem gezmiş, hem çekmiş ve hem de bu arada pek çok ağaç kitabı okumuş, bilgisini artırmış, onların Latince isimlerini öğrenmiş. Latince gerçekten "Esrarlı" bir dildir ve ben yaşamımın bir döneminde mutlaka Latince öğreneceğim. Usus Promptos Facit! Pratik mükemmeleştirir. Güvenç bey de fotoğraf çeke çeke pratiğini ilerletmiş, sanatsal, estetik düzeyi yüksek fotoğraflar çekmiş.
Sunum boyunca izlediğimiz yüzlerce fotoğrafın bir kısmının şehirlerdeki parklarda da çekildiğini görünce biraz şaşırmıştık. Mesela Ankara'da Milli Egemenlik Parkı var, buraya Meclis parkı da denir. Çok sayıda ağaç türü vardır orada. Bunlardan biri de Ginko Biloba'dır. Ona kutsal ağaç derler; dinozorlar yaşarken bile bu ağaçlar varmış. Meclis parkına sanırım Çin'den hediye edilmiş. Bu ağaç Çin ve Japonya'da kutsal sayılır ve mabetlere dikilirlermiş. Türkçe'de Mabet Ağacı diyorlar buna. Bazı ağaçların Türkçe isimleri yokmuş ve Güvenç bey onlara kendisi bir isim vermiş ve bunu başkalarına kabul ettirmiş. Bir şeyi yapmak değil, onu kabul ettirmek önemlidir. Her ağaçla ilgili inanılmaz zenginlikte bilgiler var; bu ağaçların öyküleri var, mitolojide, edebiyatta, şarkılarda türkülerde yeri var. Bir zamanlar, meyvelerini yalnızca kralların yemelerine izin verilen ağaçlar da var. Bütün bu devasa okyanusta 2 saatten fazla bir süre yolculuk ettik; aşağıdaki fırından alınmış taze simitleri yedik; çökelek peynirli el yapımı ya da ev yapımı börekleri ve acıbadem kurabiyeleri yiyip çay içtik; arkadan gelen jeneratör uğultularını, hastanenin MR aletinin gürültülerini dinledik, aşırı sıcaktan terledik eridik; kese getirmeyişimize hayıflandık!..
Sunum oldukça bilgi yoğunlukluydu. Her şeyi buraya aktarmam imkansız. Aklımda kalan ilginç şeylerden birkaçını sıralayayım: En üste resmini koyduğum çiçekler bir Porsuk ağacına ait. Latince ismi Taxus Baccata! İki evcikli bir çiçek bu. Yani dişi ve erkek aynı evlerde yaşamıyorlar, biraz da, evli Romalıların aynı odalarda kalmamaları gibi bir şey; daha sağlıklı olduğu söylenir; ayrı olanlar özler, özlenir; uyku kalitesi yükselir; bireysel olan alan kutsaldır ve her zaman korunmalıdır; insan evli dahi olsa özgürlük alanı kutsaldır, çünkü insan ancak o alanda en verimli nefeslerini alıp verir.
Porsuk, zehirli bir ağaç ve hatta Agatha Christie'nin bir romanında cinayet aracı olarak da kullanılmış. İğneleri, gövdesi, dalları zehirli. Ancak boncuklarında daha az zehir var. Geyikler ve kuşlar bunları yiyip hastalanmazlar ama bizim yemememiz hakkımıza daha hayırlıdır, çünkü biz geyik değiliz, yani sanırım öyle!.. Güvenç bey aynı ağaçların bir arada olmalarının öneminden bahsetti. Bizim bahçemizde 2 kayısı ağacı yanyana dururlardı. Birini kestik, şimdilerde pek meyve vermiyor. İkisi bir aradayken müthiş meyve verirlerdi. Ama elbette illa ki yakın olmaları gerekmiyormuş; 400 metre aralıklı da olsalar faydalı olurmuş.
Güvenç bey ceviz ağacından da bahsetti. Ceviz de zehirliymiş!.. Ceviz ağacının altında uyumak zararlıymış, baş ağrısı yaparmış; altında ot da yeşermezmiş. Akdeniz Selvisi de (Cupressus Sempervirens) esasen Selvi değil Servi'ymiş. Kışın yaprak dökmediklerinden hep yeşil kalırlarmış ve o yüzden de Latince Semperviren yani "her zaman yeşil kalan" demişler ona. Karadeniz'de Kızılağaçların yerini Çay'ın almasını ve bunun da doğal felaketleri, heyelanları tetiklediğini de anlattı bizlere. Bütün bunları Güveç bey severek ve heyecan içinde anlattı. Birkaç yıl önce bir arkadaşımla yaptığım bir konuşma aklıma geldi. "Biz insanları neden severiz?" türünden bir konuya gelmiştik. Ben bir komşumuzdan bahsediyordum; domates ekmişti bahçesine ve o domatesi nasıl ektiğini, nasıl baktığını büyük bir heyecan ve sevgi içinde bana anlatmıştı. Arkadaşım da bana dönüp "İşte biz insanları bunlar için severiz; yani yaptıkları işten duydukları heyecana bakarak, o işten aldıkları zevki bizimle paylaşırkenki coşkularına bakarak, duygularındaki samimiyetin saflığını, içtenliklerini kalbimizde hissederek biz de onları severiz" demişti. İlginç bir saptamaydı...
Güvenç beye doğa serüveninde başarılar diliyorum ve de umarım kendisini ADK yürüyüşlerinde de görebiliriz; o zaman bizim soracağımız "Bu ne, o ne, şu ne?" türünden binlerce soruya göğüs germesi gerekecek!... NTV Yayınlarından çıkan kitabı 700 sayfalık bir kitap. İçinde 350 ağaç ve çalı türü hakkında fotoğraflı bilgiler yer alıyor. Bu kitabı okuduktan sonra noktasal seyahatler de yapmak isteyenler olabilir. Mesela Datça Yarımadası'ndaki Datça Hurması Türkiye'de en az görülen ağaçlardan biri; onu görmek isteyenler oraya gitmeli. Ya da Hakkari'de 1500 metre yüksekliklerde bulunan Zelkova... İnsan, değerli olanı görmek için dünyanın öteki ucuna da gidebilir, gitmelidir.
Sadece Türkiye'de yetişen türler yani "endemikleri" görmek de ayrı bir keyiftir elbette. Hem ülkemizde hem de dünyada ormanlar azalıyor; bu orman okyanusları henüz varlarken, yelkenlerimizi arzu rüzgarlarımızla doldurup bu yemyeşil okyanusları gezmeliyiz. Yaşam, budur!..
Yine bir müzikle yazımı sonlandırıyorum:
İşte Pavarotti:


Mehmet Murat ildan



Monday, May 24, 2010

Dedegöl Dağı Zirve Tırmanışı




Daha önceki yazımda Eğirdir Dağcılık Şenliği'nden bir "ön bilgi" bağlamında bahsetmiştim. Şimdi de 21-23 Mayıs arasında gerçekleşen bu etkinlikten ve sonrasındaki 24 Mayıs "Yazılı Kanyon-Kovada Gölü Milli Parkı" gezisinden aklımda kalanları ve yorumlarımı değerli okuyucuyla paylaşacağım.



Etkinliğe toplam 15 kişi katıldı. Başlangıçta, 20 Mayıs Perşembe akşamı Isparta Petrol Turizm'le Eğirdir'e gidilecekti; ancak otobüslerle bu işin zor olacağı düşünülmüş olmalı ki özel araçlarla gidilmeye karar verildi; Ankara dışında olduğumdan dolayı gelişmeleri uzaktan takip ettim, 700 km uzaktan!.. 5 günlüğüne İzmir taraflarına gitmiştim; gidiş geliş derken 1500 km yol katetmişim; biraz yol yorgunluğu vardı; 2 gün içinde eksik birkaç malzeme için yine mağazalara ziyaretler gerçekleştirdim. Ülkü, Faruk, Nazım hoca ve Olcay'ın araçlarına 15 kişi dağıtıldı. Ben, Şule ve Jale, Nazım hoca grubundaydım. Bir anlamda "Araba ekipleri" oluştu. Cuma sabahı sabah 5'te Dedegöl Dağı'na doğru yola çıkıldı ve hatta ters yöne bile girildi, ama neyse ki Adnan Kahveci olayı yaşanmadı; Tanrı, Tanrı'nın iyi kullarını korudu ya da başka bir son düşünüldü!..



Bizim araba ekibi, Nazım hocanın Beysukent'teki hidrolik asansörlü, güzel manzarasıyla Ankara'ya hakim evinde Perşembe akşamı buluştu ve yemek işleriyle, bagaj işlerini organize etti; Uğur Mumcu'nun Sakıncalı Piyade kitabında Nazım hocayla ilgili sayfalar okundu, Klasik müzik dinlediği için Komünist damgası yemesinin anlatıldığı bölüme bakıldı; eşya yerleştirme işlemine başladık. Bir süre uğraştıktan sonra Nazım hocanın Toyota Rav4 isimli "4 çeker"ine eşyaları yerleştirmeyi başarabildik. Sanırım o kadar çok malzemenin o araca sadece "tek bir yerleştirme biçimi" vardı ve onu yaptık; değişik alternatiflerde her zaman bazı çantalar dışarıda kalmıştı. Malzemeleri geceden yüklemek çok iyi olmuştu, sabah o telaşı yaşamamış olduk. Ben, sabah 1 gibi yattım ve sabah 3.31'de kalktım; 4.30'da, uyuyan taksicileri camlarına vurarak uyandırıp taksiyle Nazım hocanın evine gittim.
Hocanın Prenses isimli güzel bir kedisi var, gerçi fazla sırnaşık; evi harap etmesin diye birkaç yere örtü serme işine yardım ettikten sonra Jale ve Şule'yi de alarak hareket ettik. Nazım hoca, "Benim uzun yol tecrübem az, ehliyeti 2007'de aldım, siz kullanın," dedi ve sanırım "Ben hiç Jip kullanmadım, sürüş olayını merak ediyorum" dememden dolayı da Nazım hoca bize bir jest yaptı. Giderken ben, gelirken bir süre Jale kullandı.



Müslüm hoca ekiplerle telefon teması yapıyor ve herkesin zamanında çıkıp çıkmadığını kontrol ediyor, iyi yolculuklar diliyordu. Ankara-Polatlı-Sivrihisar-Emirdağ-Bolvadin-Çay-Senirkent üzerinden Eğirdir'e gittik. Giderken Senirkent'i hiç görmediğimizden ben ona Sinirkent dedim. Yunak üzerinden de bir yol varmış ve Faruk o yoldan geldi. Hangisi kısadır bilmiyorum ama "En kısa yol en düzgün, en az yamuk yumuk olan yoldur!" Yol boyunca işaret levhalamaları epeyce kötüydü ve yolu şaşırmak mümkündü. Bazen bir yerde Afyonkarahisar yazıyor, sonra da Afyon yok oluyor, Denizli Konya gibi levhalara dönüşüyordu, neyse ki Karayolları daha da abartıp California, Texas gibi levhalara dönüştürmemiş olayı, hatayı yerel tutmuş!.. Yol boyunca Afyon çiçeği tarlalarını izlemek keyifliydi; biz önce bunları pamuk sanmıştık; pamuk der demez de Nazım hoca Pamuk Abi Tarlası demişti diye hatırlamaktayım!..



Arabada Leman Sam'ın ve Fazıl Say'ın kasetleri vardı ve onları dinledik. Sabah 10.30 gibi son ekip olarak Eğirdir'e girdik; girişteki Eğirdir Dağ Komando Okulu'nun "Güçlüyüz, Cesuruz, Hazırız" sloganına ben "Açız" sloganını da ekledim!..



Eğirdir Dağcılık Kulübü lokali yakınlarında bir çorba içtik; manavdan su ve muz türü meyveler aldık ve fazla vakit geçirmeden Aksu Zindan Mağarası'na hayatımızı zindan etmeye gittik.
Isparta ve civarı dağlık bir yapıya sahip ve yollar da aşırı kıvrımlı. Ben, Rav4'ün sürüş keyfini sevdim; direksiyonu yumuşak, hatta fazla yumuşak, süspansiyonları iyi, 2000 motor olduğu için biraz benzin yakıyor ama dik yokuşlardaki çekişi başarılıydı, fakat frenlerinde bir sorun var sanki; Nazım hocaya da bu vesileyle bunu yeniden hatırlatmış olayım; fren olayı ihmale gelmez ve genel bir bakım yararlı olur. Mağaranın girişindeki Jandarma erlerine ve komutana selam verip kısaca hal hatır sorduktan sonra kaskları takıp içeri daldık. Komutanın yakasında "Başaran" yazıyordu.


Burası nasıl bir mağara derseniz benim klasik betimlemelerimden biri olan "Mal gibi bir mağaraydı" derim. Uzunca sayılabilecek tekdüze bir yürüyüş parkuru var bu yarı aktif mağarada ve pek fazla bir "görüntü varyasyonu" yok. Aynı şekilde ilerliyor ve sanki siz hep aynı yerdeymişsiniz gibi hissediyorsunuz; herhangi bir yeraltı göleti yok. Mağaranın içi çok fazla serin de değildi; sanırım Tahsin hoca bir yerlerde yarasa görmüştü. Burada kask takmak önemliydi, çünkü eğilerek geçilen sivri uçlu yerler vardı. Ben de geçen hafta kendime biraz da fazla para vererek, belki de gereksiz bir şekilde, ama güzel bir Petzl kask aldım; çok hafif. Ben kask takmayı hiç sevmiyorum, kendimi hapiste gibi hissediyorum ve de ancak çok mecbur kalırsam giyiyorum. Ancak araba için emniyet kemeri ne denli önemliyse dağcı ya da trekkingçi için de kask o denli önemlidir, bir çeşit "Kafa emniyet kemeridir."

Mağaranın içindeki suyun cildi güzelleştirdiği söylenir; kalsiyum ve magnezyum değerleri yüksek olduğundan böyle bir etki yaratıyormuş. Mağaranın sonunda hamam denen kısımda genişçe bir alan var ve en çok bu bölümde sular tavandan damlamaktadırlar. Ekipler zaman zaman damlayan sularda ellerini ıslatıp yüzlerine sürdüler. "Burada pek bir numara yokmuş" şeklindeki bir yorumla, yani benim kendi şahsi yorumumla, Aksu Zindan Mağarası'ndan ayrıldık; Melikler yaylasına doğru hareket ettik. Mağaracılığın hiç de cazip bir spor dalı olmadığına, bu kez dikkatli bir şekilde düşünerek kesin olarak karar verdim ve bu son kararım!..


Yolun bir yerinde önde giden ekip "Ok yönü kurbanı" oldu. Melikler yaylasını gösteren ok öyle kötü işaretlenmişti ki farklı yöne sapmak oldukça kolaydı. Faruk'un olayı fark edip telefonla öne bildirdiğini sanıyorum. Daracık köy ve toprak yollardan geçip belirli bir gecikmeyle ve rahatsız edici sarsıntılılarla ama yine de iyi bir zamanlamayla yaylaya vardık. Henüz büyük bir curcuna yoktu; hava soğuktu ve yağış her an gerçekleşebilir şekilde tepemizde Demokles'in Kılıcı gibi duruyor, gri yüzüyle bize bakıyordu.



Hızlı bir şekilde çadır yerleri seçildi. Ben, curcunadan uzakta olmaktan yana olduğum için ve bizim ekip de böyle düşündüğünden asıl kamp yerinin biraz ucundaki düzlüğe çadırları kurduk. Nerede kalabalık varsa orada kalabalık vardır!.. Hızlı olmalıydık çünkü Sulukuleli Yağmur her şeyi berbat edebilecek bir güce sahipti. Rüzgar ve yağmur, bu muhteşem ikili dağcının hiç de dostu değildirler. Aşağıdaki fotoğrafta bizim Nevada marka çadırları kurduğumuz yer görülmektedir. Daha sonra bizim bu sakin dediğimiz yere dahi başka çadırlar sızmaya çalıştılar. Faruk, gürültü patırtıdan dolayı çadırını bizim oraya getirdi.




Benim çadırı erzak deposu olarak belirledik ve bütün yiyecekleri benim çadıra (Daha doğrusu ADK'dan kiraladığım çadıra) koyduk; bir savaş çıksa 6 aylık erzakım vardı sanki!.. Kent Park'taki Decathlon mağazasından oldukça ucuza 100 saat kapasiteli bir kamp feneri almıştım ve çok memnun kaldım. Kafa lambasıyla iç mekan aydınlatması güzel olmuyor; tepeden gelen kamp feneri ışığı çadır için çok daha uygun; bence bu kamp feneri evlere de uygun. Yavaş yavaş kamp alanı dolmaya başladı. Onlarca çeşit çadır vardı ve bir gün kendime bir çadır alırsam acaba hangisini ve hangi boyutu seçmeliyim şeklinde bir süre kamp alanında dolaşıp çadır beğenmeye çalıştım. Arabayla geldiğimiz için normal tüp getirmiştik; Nazım hocanın dağcılık ocağını hiç kullanmadık. Hızlı bir şekilde organize olup yemek pişirmeye başladık; Şule ve Jale başarılı bir makarna yaptılar ve evde önceden hazırladıkları domates sosunu üzerine döktüler. Çok sayıda küçük domates getirmişlerdi, bunlardan bolca yedik.



Malzemeleri fazlasıyla almıştık, ki 4. gün sonunda dahi benim çantamda en az 5 elma ve bir sürü domates daha vardı. Ton balıklarının çoğunu geri getirdim; baharatları hiç kullanamadım. Elbette dağcılıkta ya da kampçılıkta günlük ne kadar ne yenir olayını saptamak bir açıdan sanattır. Fakat her zaman için garanti yiyecek denen şeyleri getirmek gerekir ki "Makarna" bunlardan biridir, öteki de bulgur pilavıdır. Öteki ekipler de yemekleri pişirdiler. Tahsin hoca mangal getirmişti; yemek işinde her çadırın kendi sitili ve yorumu vardı; Müslüm hoca bulgur pilavı yapmış diye kulağıma çalındı. Ben bu süreçte genellikle çadırın içindeydim ve içeriyi düzenlemeye çalışıyordum. Çadırları iyi düzenlemezseniz içeride bazen bir kibriti bile yarım saat arayabilirsiniz. Herkese yeterince çadır olduğundan çoğu kişi çadırda tek kaldı.


Kamp alanında Yenişarbademli ve Aksu belediyelerinin kurduğu çadırlar vardı; asayiş açısından Jandarma çadırları da bulunuyordu; portatif tuvalet de getirilmişti; arama kurtarma ekipleri de mevcuttu. Bu bahsettiğim tuvalet, tıpkı trenlerde olduğu gibi devamlı sallanıyordu, fakat yine de bir işe yarıyordu; demirden merdivenleri çamurluydu ve oraya basıp kayanlara tanık oldum.

Ana kamp ateşi yakılmıştı ve harika ormanın içindeki hava kalitesi de müthiş bozulmuştu, dumanlar gözleri yakıyordu. Dedegöl Dağı'nın zirvesi bir görünüp bir kayboluyordu; bir ara zirve taraflarında kıyamet koptu, zirveyi bulutlar sardı, sisler onu afiyetle yuttu, şimşekler öfkeyle çaktı ve kar yağdı. Sürekli olarak yağmur geçişleri oluyordu, bazen güneş açıyor, bazen de dolu yağıyordu. Hava, sürekli soğumaya devam ediyordu.


Müslüm hoca zaman zaman çadırları dolaşıyor ve ekiplerin durumuna bakıyordu. Bir ara benim çadıra geldiğinde "Millet neden dışarıda duruyor, hocam?" diye sorduğumda "İçeride olmaları gerekir" demişti ki bu doğru bir "gereklilikti. Hava serinken dışarıda yemek yapmaya çalışmak ya da durmak ısı kaybı yaratır. Dağda, temel prensip sağlıklı kalmaya çalışmaktır; soğukta çadır içi en itici mekandır; ancak sıkıcı ve boğucu olsa bile sizi sağlam ve biraz daha sıcak tutar. Kamp alanında bir de 3 musluklu bir çeşme vardı ve 2 musluk bozulmuş, şarıl şarıl akıyordu; akarken de yerden sürekli su saçıyordu etrafa. Ben dişimi fırçalarken Müslüm hocaya rastladığımda bu ayrıntıyı da konuşmuştuk. Oraya çeşmeye gelenler bu basit ayrıntıyı dikkate almıyorlardı ve ayakkabıları, paçaları ıslanıyordu. Serin ortamda bir şeyler ıslandı mı artık onu kurutmak zordur. Etkinliğin ikinci gününde pek çok kişi kamp ateşinin etrafında durup bir takım giysilerini kurutmaya başlamışlardı bile. Öğleden sonraki Pınargözü mağarası yürüyüşünde ben teknik bir hata yapmıştım ve pançomu sırt çantamla birlikte çadırda bırakmıştım. Üst Salewa yağmurluğum iyiydi, ancak panço gibi uzun olmadığından pantolonum bastıran sağanakta ıslandı, sonraki zamanda da kurumadı.


Güneş açınca insanın da içi açılıyor, zihni neşeleniyor, 150 milyon kilometre uzaktan gelip vücudumuza çarpıp bizi ısıtan bu parçacıklara minnet duyuyorduk ve sonra yüce Güneş yaylayı terk ediyor, yeniden soğuğun serin elleriyle ürperiyorduk. Soğuğu, yağmuru, soğuk ülkeleri pek sevmiyorum; yaşam, sıcağın içindedir; morglar soğuktur, soğuk, ölümle özdeşleşmiştir ve sıcak da yaşamla.



Yemekten sonra Pınargözü mağarasına yürüyüşe geçtik. 4 km uzaklıkta bulunan mağaranın içinden buz gibi sular akıyordu; girişin 10 metre ötesinde demir parmaklıklar vardı ve içeriye girişi yasaklamışlardı. Melikler yaylasından bu mağaraya süzülen orman içi yolu çok güzeldir; yol üzerindeki Bey Çam'ı da gördük. Bu anıt çamın yaşı Milattan Sonra 1327 yılıdır, yani 683 yaşındadır. Bir canlının ne denli uzun yaşayabileceğinin bir ispatıdır bu ve eğer bir canlı bunu yapabiliyorsa ötekiler için de uzaklara giden "Kutsal Yol" mümkündür; sevgili Gandiji'nin dediği gibi birinin yaptığı şey başkası için de mümkündür.

Mağaradan çıkan buz gibi suda ayaklarını yıkayanlar oldu; derenin üzerine kurulu köprüde dalıp gidenler oldu. Herkes, kendi yapısına, kendi karakterine, kendi öz doğasına uygun bir şekilde bir şeyler yaptı, öyle davrandı; ya taşların üzerinden zıp zıp atladı ya bir köşede çiçekleri kokladı ya da suların müthiş gür seslerini dinledi; herkes, kendi gibiydi, belki de herkes kendi gibi değildi, başkalarının kendisini öyle görmelerini istediği için öyleydiler; herkes kimdi, bilmiyorum, göründükleri gibiler miydi? Herkesin gerçek hali neydi? Ama şimdi felsefe zamanı değildi!..


Dönüşte yağmura yakalandık ve az önce dediğim gibi pantolonum ıslandı; yedek pantolonum vardı; kısa bir yürüyüş de olsa panço gibi "Olmazsa olmaz" malzemeleri mutlaka almak gerekirdi. "Önce panço, sonra baton, sonra vatan!"

Benim gibi pek çok kişi de ıslandı, gafil avlandı. Yavaş yavaş hava kararmaya başladı; güneş bize küstü, bizi bırakıp gitti; insanlar çadırlarına çekildiler. Patatesli börekler, konserve ton balığı, poğaçalar vs. türünden şeyler yedik. Akşam benim çadırda şarap içildi; bir ara şiddetli bir sağanak çadırları vurdu, her yönden vurdu; rüzgar, sağdan soldan tokat atıyordu adeta; bizimle Tayland boksu yapıyordu; bize sanki "korkun!" dedi, ama tam korkutamadı, çünkü bir dere yatağında değildik!..

Şimşekler çakıyor, gök gürüldüyordu. Şaraplar insanları çakır keyif hale getirdi, herkes kendi çadırına çekildi; gözlerden uyku akıyordu. Ertesi gün 4-5 saatlik "Aklimatizasyon (yüksek irtifaya uyum) gibi" bir yürüyüş olacaktı; ben de bunun için hazırlıklarımı yapıp, buz gibi akan çeşmeye kadar gidip dişimi fırçalayıp yattım. 1 hafta kadar önce Adrenalin'den 375'e Kaz Tüyü Marmot bir tulum almıştım ve çok memnun kaldım; benim Deuter çantamın alt kısmına sığıyor; hafif sayılır ve sadece içlikle yattım, sıcak tuttu. İnsan faydalı ve isabetli bir şey aldığında mutlu oluyor; küçük şeylerle mutlu olmak güzeldir.


Sabah erkenden Müslüm hoca çadırlara gelip uyanıp uyanılmadığını kontrol ediyordu, Hızır Aleyhisselam geldi diyordu. İçlikle yattığımı görünce "İsabetli olmuş," demişti, çünkü kazakla, polarla yatanlar olmuş ki, herhalde Ülkü onlardan biriydi, bu tarz yatışlar daha fazla üşütür. Zaten uyku tulumu bizi ısıtmaz, biz, kendi ısımızla uyku tulumunu ısıtırız; o sadece ısıyı tutan bir kapak görevi yapar; biz, her zaman kendi kendimizin sobasıyızdır.



21 Mayıs günü böylece gerilerde kaldı. Sabahın ilerleyen saatlerinde buz gibi bir havada dışarı çıkıp ihtiyaç molası verdim; bir yandan insan soğuğa lanet ederken, öteki yanda da gökyüzündeki muhteşem manzaraya bakıp Yahya hocanın meşhur sözü "İyi ki gelmişiz yaw," tarzında hem kendisine hem de gelişine vesile olanlara teşekkür eder.


22 Mayıs Cumartesi günü Dedegöl Dağı yakınlarındaki bir bölgede bulunan göle doğru yürüyüşe başladık. Bu yürüyüşte tıpkı Likya Yolu yürüyüşünde olduğu gibi 2 köpek bizlere eşlik etti; bunlar köpekten ziyade 2 aslandı diyebiliriz. Bu iriyarı zeki köpekler Marcio isimli bir Alman'a aitti. Marcio, Aksu'da yaşıyormuş. 1.95 boyunda ve oldukça iriyarı, hantal birisiydi. Anladığım kadarıyla Almanya'yı ve hatta Almanları pek sevmiyordu. "Komşunun tavuğunun kaz görünmesi" misali memleketimize gelip yerleşmişti, 15 yıldır da burada kalıyordu. İnsanlar ona ilgi gösteriyorlardı, kendi ülkesinde büyük ihtimalle "gölge muamelesi" görüyordu. Bu sevimli iriyarı dev adam ile ilgili elimde fazla bilgi olmadığından burada bir nokta koyuyorum. Kurt köpekleri bazen aniden önüme geçiyorlar, ekibe katılıyorlardı. Yol boyunca sayısız yabani otun üzerine basıp enfes kokular yayıyorduk etrafa. Bu bölgede her türden yabani ot vardı.



EDK'nın elemanı Murat'la tanıştık; adaşım Murat bu şenliğin teknik sorumlusuydu (TS) sanırım; ya da etkinlik sorumlusuydu (ES); kendisi Tunceliliymiş. Biraz bilgi aldım. Efendi biri, öyle davrandı, gerçekte öyle miydi bilmiyorum; her kim efendiyse ve kibarsa ve anlayışlıysa ona kapıları açarız ve her kim efendi değilse, kibar değilse, anlayışlı değilse ona kapılar kapanır; bu bir yaşam düsturudur ve bizi korur;bazı kuralları biz kendimizi korumak için koyarız.

Yürüdükçe terleme başladı ve tek katmana inildi. Bir çanağın içine doğru yol alıyorduk; ağaçlar seyrelmeye başlamıştı. Kamp yeri 1700 metrelerdeydi. 2000'lerin üzerine doğru yükseliyorduk; dindar bakış açısıyla söylemek gerekirse Tanrı'ya yaklaşıyorduk ve muhtemelen Tanrı da "Eyvah insanlar geliyor, huzurumu kaçıracaklar!" diyerek bizden kaçıyordu, o kaçıyor, biz kovalıyorduk. Eğer Tanrı varsa, Evren'in dibinde olmalıydı, bizden uzak olmak için!..

Hemen önümde Marcio ve köpekleri yürüyordu; dağ gibi Marcio'dan dolayı ön tarafı pek göremiyordum; bu Alman panzeri devamlı gülümsüyordu ve Türkiye'de bulunmaktan duyduğu sevinci ifade ediyordu, insanlarınız sıcak ve samimiler diyordu. Havada bulutlar yoğunlaştı; uzaktan, "eskimiş, tozlanmış, kirlenmiş karlar" göründü. Dik kayalıkların eteklerinden geçip vadiden çanağa girdik. Karların üzerlerinden geçip nihayet göle geldik. Kar sularıyla oluşmuş küçük bir göldü bu. "Çanak içi" yüksek irtifa gölleri hep bu tarz görünürler. Burada çok sayıda fotoğraf çekilip hızlı bir şekilde kumanyalar yenildi, daha doğrusu bir şeyler atıştırıldı. Sivri tepelere tırmanıldı ve pozlar verildi. Böyle yüksek irtifa çanak gölleri benim hayallerimdem biridir, fakat ben yüksek irtifa kaplıcalarını tercih ederim. Soğuğun ortasında sıcaklık, ölümün ortasında yaşam...

Jalelerin yaptıkları böreklerden yedim. Termosumdan sıcak su içtim. Soğuk yerlere giderken pet şişe içinde su götürmek pek anlamlı olmuyordu; ben bu kez sadece termosları almıştım ve özellikle kış etkinliklerinde ya da yüksek dağlarda yalnızca termos almak gerekir, çünkü öteki sular kısa sürede buz gibi olmaktalar. Adaşım Murat, yağmurun gelmekte olduğunu anons etti, Müslüm hoca da bizi uyardı ve hızlı bir geri dönüş başladı; kampa doğru ilerliyorduk; bende panço vardı ama yine de yağmura yakalanmak hoş olmazdı. Kamp yerine döndük ve galiba 5 saat kadar süren bu zirve-öncesi etkinlik sona erdi. Yeniden yemeklerimizi yedik; sanki sürekli yiyorduk, depoyu benzinle dolduruyorduk.

Bugün kamp alanına en az 100 kişi daha eklenmişti; akşama doğru ortalık bir curcuna yeri olmuştu, bir sirke dönüşmüştü; filler, maymunlar, aslanlar, eşekler, katırlar... her türden insan vardı, magandalardan, mahalle krolarına kadar toplumun bütün kesimleri bu yaylada temsil edilmek üzere buluşmuşlardı sanki. İnsanları sessizce, kendisini unutturarak incelemeyi sevenler için gerçek bir laboratuvardı, bir "insan gözlemleme" ve "deney laboratuvarıydı."


Onlarca mangal yakılmıştı. Tahsin hocanın mangalı en küçüklerden biriydi. Bize, pişirdiği sucuklardan ısrarla getirip verdi. Bu nedenle kendisine teşekkür ederim; ancak kişisel olarak ben ormanda ateşe, özellikle odun yakılmasına "artık" karşıyım, çünkü hava kalitesini bozmakta; kimse olmasa yakmak daha mantıklı, ve ben ateşi de çok severim, ama yüzlerce insan varken mangallar, yanan odun yığınları sanayi bacalarına dönüşüyorlardı adeta, o yüzden ateşi kimsecikler yokken yakmak daha güzel olurdu.


Bir ara, sanırım Selçuk Üniversitesi Dağcılık grubu bulunduğu yeri mangal yüzünden tutuşturdu, neyse ki yangın hemen lokalize edilip söndürüldü. Ertesi gün zirve çıkışı vardı ve alkol almadan erkenden yatmak gerekirdi. Aklıma gelmişken söyleyeyim, kampta bir Olcay Modası rüzgarı esti. Uzun yün içliğin üzerine giyilmiş çiçekli bir mayo şeklindeki bu orijinal kıyafet epeyce ilgi gördü. Benim aklıma hemen üstat Goethe'nin Genç Werther romanı geldi. Bu romandan sonra Werther Salgını çıkmış ve Almanya'daki gençler sokaklarda mavi ceket sarı pantolon giymeye başlamışlardı ve biz de ortalıklarda yün içlik üzeri mayolu gençler görürsek bu durumun sorumlusu Olcay'dır!.. Ülkü'nün de ayakkabıları ve bağcıkları bir ilginçti!..

Bugün öğle yemeğinden sonra Ben, Meral ve Jale tekrar Pınargözü mağarasına gitmiştik. Gidiş geliş, orada dolaş derken bu 10 km'lik bir yürüyüş oldu; yarınki zirve tırmanışı bağlamında teknik açıdan doğru mu yanlış mıydı bilemem ama o serin suları yeniden görmek beni mutlu etti. Yürüyüşümüze Rüştü bey de katıldı, Rüştü Hatipoğlu. Rüştü bey dediğimde, "Bana Rüştü demeni tercih ederim" diyince ben de Rüştü'yü kullandım. Esasen karşımızdakinin yaşı ne olursa olsun ona ismiyle hitap etmek daha güzeldir, daha doğaldır elbette ve ben karşı tarafın tutumuna göre bir sakınca yoksa her zaman onun ismini kullanmayı tercih ederim. Himalayalar'a da gitmiş olan Rüştü'yle bir süre sohbet ettikten sonra kamp yerine geri geldiğimizde upuzun yemek sırasını gördük. Belki 1 saate yakın bekledik ama sonunda tantuni ya da tas kebap gibi bir şey, pilav, helva, biber ve domatesten oluşan yemeği aldık; bunu Aksu Belediyesi vermekteydi. Makinemin pili bitmesin diye fazla fotoğraf çekmiyordum.


Sağımız solumuz her yerimiz insan doldu, aşırı kalabalık ve gürültü ortamı oluştu. Ben sabah 2.34'de uyandım. Etrafımızda rakı içip araba kapıları açıp kapayan tiplerden dolayı galiba en fazla 1 saat uyuyabilmiştim. Zaten adamlar 2.30 gibi yattılar, ben 2.34'te tulumdan çıktım!.. Sabah 4'te zirve çıkışı başlayacaktı. Bir gece önceden termoslara sıcak su koymuştuk ve sabah bu sıcak sular tencereye dökülüp yeniden ısıtıldı; burada sular pek çabuk kaynamıyordu, böyle bir taktik uygulamak gerekiyordu.



EDK, yani bu işleri düzenleyenler, kamp alanı için gerekli kuralları yazmışlardı ama bunlara uyulmuyordu. Maganda/piknikçi grubunu yaylada başka bir yerde konuşlandırmaları ve buraya dağcılık için gelen kayıtlı grupları da başka bir yere almaları gerekirdi, yani kısacası yaylayı 2'ye bölmeleri gerekirdi; seneye umarım EDK bundan bir ders alır ve "daha zekice" düzenlenmiş, zekanın daha yüksek olarak hissedildiği bir ortam yaratırlar. İnsan her şeye katlanır, gerekirse hiç uyumadan da zirveye çıkılır, ama biz ideal olanı bulmak zorundayız!..



Sabaha kadar uyutulmayan bizler sabah kalktığımızda aynı şeyi onlara yapmadık, "kısasa kısas" demedik ve "Azami bir sessizlik" içinde hazırlıklarımızı yapıp Müslüm hocanın çadırının önünde kafa lambalarımız açık bir şekilde toplandık; galiba yola çıkan ilk ekip de bizdik; yükseldikçe uzaklardan, kamp alanından yola yeni çıkan ekipleri görebiliyorduk. Sabah, guguk kuşları ve bülbüller ötüyordu. Şanslı bir günümüzdeydik çünkü 2 gündür yağan yağmur ara vermişti; 3-4 saatte zirveye çıkıp 2-3 saatte de inmeyi planlamıştık.


Zirve çıkışı başladı. Hanife, kondisyon eksiği olduğundan kampta kalmayı ve oralarda sakince dolaşarak fotoğraf çekmeyi tercih etti; Tahsin hoca ekipteydi; zaman zaman öksürüyordu. Herhalde 2500 ya da 2600'lere kadar çıktı ve daha sonra kampa geri döndü. O öksürüklere rağmen o kadar çıkmak tıbben ne kadar doğru bilemem ama başarılı bir çıkış yaptı, hava daha sıcak olsaydı daha da çıkardı diye düşünüyorum. Yukarılarda hava iyice soğudu; uzaklardan Beyşehir gölü göründü; bulutlara güneşin ilk ışıkları vurdu, göklerin kızıl lambaları yandı ve Nazım hocanın batonu kırıldı; tek batonla ve azimle tırmanışa devam etti; oynak taşlara bastı, düştü, kalktı, yeniden yola devam etti; hep devam etti, hep olumlu düşündü, hep olumlu konuştu ve bize de onu takdir etmek düştü.

Bir ara küçük bir gruba rastladık. Ben bu grubun disiplinini sevdim; gerçi ben de yürürken sohbet etmeyi, konuşmayı kesinlikle severim ama dağcılık tekniği açısından yüksek irtifa zirve çıkışlarında sessizce, sakince, yavaş ama kararlı ve sabit bir hızda ilerlemek en doğru olanıdır. O gruba dikkat ettiğimde çok düzenli ve ağırbaşlı bir tempo gözlemledim; insanların konuşmaktan ziyade gözlerle, baş ya da el işaretleriyle de anlaştıklarına tanık oldum. Onlarda gerçek bir "zirve çıkış ciddiyeti" gördüm ve takdir ettim.


Hava soğudu demiştim. Ellerim iyice üşüdü; Gore-Tex eldivenimi çıkarıp giydim. Benim elim şehirde de biraz soğuktur, çabuk ısınmaz, çabuk soğur, küçükken elimde lokal romatizma vardı, şimdi biraz azaldı. Hasan Dağı'ndaki kadar olmasa da 2800'lerde ellerim, daha doğrusu parmak uçlarım epeyce bir dondu. Parmaklarımı oynatmaya ve elimi sürekli hareket ettirmeye başladım. Zirveye çıktığımızda bulutlar aşağılarda kalmıştı, bir "klasik zirve manzarasıydı" bu. Fotoğraflar çekildi. Rüzgar vardı; kuytuluk bir köşede sigara içen bir ekip de duruyordu. Dağa çıkıp orada sigara içmek kadar tuhaf ve gereksiz bir şey yok sanki! Bunlar böyle sigara içmeyi bir marifet sanan, kendilerine sigarayla bir hava vermeye çalışan iradesiz tiplerdi. Sigara, insana yalnızca bir aptal görünümü verir, ona başka hiçbir hava vermez, tersine ciğerlerini yani havasını alır!..

Galiba 15 dakika kadar zirvede kaldık; Müslüm hoca zirve defterine bir şeyler yazdı; ne yazdığını bilmiyorum, ama öğrenmek isterim. İnişe geçtik; inerken onlarca farklı gruba rastladık. Herkes saygılı ve dostane bir şekilde birbirlerine şans diliyor, tebrik ediyordu; bu bölüm hoşuma gitti; birbirlerini hiç tanımayan insanlar durup ayak üstü 3-5 saniye 3-5 kelime laflıyorlardı. "Göklerin Efendisi Güneş," tokalaşan insanların gülen yüzlerinde bir görünüp bir yok oluyordu; her şey bir görünüp bir yok oluyordu; baktığımız her şey birden bir anıya dönüşüyordu. Mitolojide, gözlerine bakanı taşa çeviren yılan saçlı, keskin dişli, dişi canavar Medusa misali bizler de bize bakan her şeyi bir anıya dönüştürüyorduk. Her kim ki bizimle bir şey yaşadı, bir şey paylaştı, biz onu anıya dönüştürdük. Biz, bir dönüştürücüyüz.


Kamp yerine ulaşıp "Gözleme-Ayran" sırasına geçtik; zirve yorgunluğundan sonra 1 saat sadece 1 gözleme için ayakta bekledik!.. Sonunda ayranla birlikte mutlu sona ulaştık; gerçi tam mutlu son değildi çünkü gözleme hamurdu, ama ayran hoştu, tuzsuzdu, ekşi değildi ve hafif serinceydi ve ben koparmada 2, toplamda 4 ayran içtim!.. "Dağcı, umduğunu değil bulduğunu yer," mantığıyla gözlemeyi de yedik. Analar babalar küçük çocuklarını sıraya gönderiyor, onlara fazladan gözleme aldırtıyorlardı. Bütün dünya "Bedavacılığı" seviyordu, herkes hak ettiğinin fazlasının peşindeydi!..


Artık toparlanma zamanıydı; her şey gibi bunun da bir sonu gelmişti; yelkenlerimizi açıp başka bir limana yanaşmalıydık ve en sonunda kendi limanımıza dönecektik!.. Çadırları teker teker toplayıp Isparta'nın Sütçüler ilçesine 10 km uzaklıkta bulunan Yazılı Kanyon'a doğru yol aldık. Değirmendere Çayı'nın dibinde bir yere, Bilal Turhan'ın işletmeciliğini yaptığı kamping alanına çadırları yeniden kurduk. Kısa bir dinlenmeden sonra kanyon yürüyüşüne başladık. Bu kanyonun bazı yerlerinde, özellikle mağara gibi olan yerlerinde bazı yazılar vardır; bunlar Bizans dönemine ait yazıtlardır; bu yazıtlardan dolayı kanyonun ismi "Yazılı Kanyon" olmuş.

Kanyonda gezinti gerçekten müthiş rahatlatıcıydı; ben olsaydım buraya "Meditasyon Kanyonu" ismini verirdim; düşüncelere dalıp gitmek için ya da düşünceler varken onları Değirmendere Çayı'na döküp kafayı boşaltmak için enfes bir gezinti ve keşif alanıydı; eğer Ankara'da böyle bir yer olsaydı hiç şüphesiz ben oranın münzevi müdavimlerinden biri olurdum.


Bitki örtüsünün zenginliği, örümcek ağlarının büyüklükleri karşısında şaşırdım; Müslüm hocanın kaya tırmanışı yaptığı sarp kayalıkları gördük. Burada aynı zamanda tıpkı Likya Yolu'nda olduğu gibi işaretlenmiş bir St. Paul Yolu var. Bu yol, Antalya Perge'den başlar, Adada antik kentinden devam eder. Yazılı Kanyon yürüyüşümüzü tamamladığımızda hava kararmıştı. Çok güzel bir alabalık ve enfes bir salata yedik; sumaklı soğanlar pek hoştu. 1 kadeh şarap içtim; tatlı olmamasına üzüldüm, Tahsin hoca tatlı işini masaya tahin pekmez getirerek halletti, fakat içinde az olan kutuyu getirmişti şimdilik ve tadımlığı pek sevmeyen ben yemedim, eğer kutuda bolca olsaydı şüphesiz defalarca kaşıklayacaktım; yeniden çadıra gidip öteki kutuyu alması da ona haksızlık olacaktı. Saat 22.00 olduğunda ekipte uyku halleri belirdi, masada her an bir horlama duyulabilirdi ve erkenden yatıldı. Sabah, Kovada Gölü Milli Parkı'na doğru yola çıktık.

Kovada Gölü, Eğirdir gölünün güneye doğru olan uzantısıdır. Göl faunası, yani orada yaşayan hayvanlar ve florası yani oradaki bitkiler çok zengindir. Eğirdir gölündeki sular kanalla Kovada'ya akarlar ve o yüzden Eğirdir'le Kovada esasen aynı göldür. 900 metre rakımlı bu göldeki gezintimiz pek hoş geçti. Bitkilerin isimleri tahta levhalarda yazılı olduğundan eğitici bir geziydi; elbette burayı sağanak yağmurdan sonra sabah erken vakitlerde ya tek ya da 1-2 kişiyle sessizce gezmek oradaki zengin yaşamı daha iyi algılamamızı sağlardı. Daha sonra Adada antik kentini gezdik.

Ve nihayet, yelkenimiz, rotamız Ankara'ya çevrildi; 95 oktanlık rüzgarla Ankara limanına doğru yelken açtık. Fazla hızlı gitmedik; birkaç yerde durup hava aldık. Yol boyunca arabanın orta bölümündeki çanta yığınını ben kendime çektim, Şule de öteki taraftan kendisine çekti, çünkü her ikimiz de ötekine daha fazla yer kalsın istedik; kendini değil de başkasını düşünen herkese selamlarımı yolladım ben içimden. Polatlı'da akşam 22.00 gibi yemek yemeyi düşünüyorduk ki Edessa kebap isimli yeri gördük. Çorba içtik; mikro dalga fırında tam ısıtılmamış bir çorbaydı bu; ortaya 2 kişilik karışık istettik, sanki 10 kişilik karışık geldi; havuç dilimi yedik; çünkü çok tatlı ihtiyacımız vardı ve benim halen de var, galiba beni ancak Hacıbaba Kadayıfı tatmin edecek. Emekteki Edessa sanırım kaliteli bir kebapçıydı; buradaki ise "Eh işte" gibi bir şeydi. Dedegöl Etkinliği sona erdi. Yeni şeyler öğrendik, islere bulandık, duman aldık, oksijen aldık, insanları inceledik, onların tuhaflıklarına tanık olduk, geliştirmedikleri yönlerini gördük, kendimizi de inceledik, ölçtük, biçtik, tarttık. Güzel bir etkinlikti. Rehberimiz Müslüm hocaya ve bütün arkadaşlara teşekkür ederek yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum, Leman Sam, Rüzgar:

http://videoizle.video75.com/WLssPVItXUt/leman-sam-ruzgar/

Yabancısın buralara

Nerelerden geliyorsun

Otur dinlen başucuma

Belli ki çok yorulmuşsun...

Mehmet Murat ildan