Monday, August 31, 2009

Ay Işığında Patikalar


ODTÜ benim için bir üniversitenin ötesinde, bir "Yaşam alanı" yeridir. Ankara gibi çorak bir yerde gerçekten de ODTÜ kampusu hem kültür-sanat hem de fiziksel manada bir vahadır.


Caput Mundi Latince "Dünyanın Merkezi" anlamına gelir. Romalılar bu deyişi Roma için kullanırlardı, Dünyanın Başkenti anlamına da gelmektedir.

Benim için de ODTÜ bir Caput Mundi'dir. Dünyanın neresine gidersem gideyim her zaman özlediğim ve geri dönmek istediğim ve geri döndüğüm bir yerdir.


Evden çıkıp 35 dakika yürüdükten ya da 5 dakika arabayla gittikten sonra vardığım ODTÜ ormanında tilki, tavşan, yaban kazları, yılanlar, kaplumbağalar, doğanlar, atmacalar, baykuşlar görmem yüksek olasılıktır; Yalıncak arkeolojik alanının çeşmesinin suyu her zaman buz gibi akar, iyice terleyip çeşme başında kana kana su içmenin zevki bir başkadır; arılar tarafından kovalanmak da bir başka keyiftir! Oradaki görkemli dut ağacı ziyaretçileri sevgiyle kucaklar; gölet yakınındaki şelale de insana huzur verir.



ODTÜ, Ankara’da olduğum zamanlar benim için gerçek bir sığınma yeridir, Buda'nın meşhur incir ağacı gibi anlamlı bir yerdir.

Bu yazımda ODTÜ'de yaptığım yürüyüşlerden bahsedeceğim. Doğa yürüyüşleri benim yaşamımda çok önemli bir yer tutar. Gandiji'nin yaşamını okuduğumda onun yürüyüşe olan tutkusunun ve sevgisinin kendimde de var olduğunu görmüş ve pek sevinmiştim. Bugün pek çok insan için ehemmiyetsiz bir konu gibi görünür yürüyüşler, ama benim dünyamda onlar altından bir tahtta otururlar; sevgi ve saygı görürler. Yürümediğim bir gün kendimi yaşamamış gibi hissederim.

ODTÜ'deki yürüyüşlerim genellikle baraj gölü tarafınadır. Böyle ıssızlığın ortasında yürürken aklıma hep "The Last of the Mohicans" filminin bu başlığı gelir ve kendimi "Son Doğacı" gibi hissederim. Ultimus Romanorum! Son Romalı sözündeki gibi. Özellikle hafta içi 20 bin nüfuslu ODTÜ'den tek bir kişi bile o güzel doğal çevrede olmaz. Sonsuz bir ıssızlık vardır. Yürüyüşler İsa Demiray yurdunun oradan başlar. Demirden bir barikata gelinir ve oradan itibaren doğal ortam başlar.

Hemen ilerideki çam ağaçlarından birine sakladığım uzun ince sopalar oradan alınır.

Bu bölgede başı boş köpekler olur ve bazen saldırgandırlar. Yaklaşık 20 dakikalık kısacık bir yürüyüşten sonra yapay göle ulaşılır. Barajın savaklarından yukarı çıkmak pek keyiflidir. Savağın üst bölümünde sesin yankılandığı bir yer vardır ki burada bağırmak da eğlencelidir.


Baraja gelirken bazen çalıların arasından ok gibi fırlayan gri tavşanlar görülür. Bu tavşanların 70 derecelik dik yokuşları koşarak hızla çıkmalarına insan hayranlıkla ve hayretle bakar. Baraj yapılmadan önce bir kez bu vadiye arkadaşlarımla gelmiştim ve orası ODTÜ'nün deyim yerindeyse en vahşi yeriydi. Köpekler tarafından parçalanmış tilkilere rastlanırdı. Barajın neredeyse bütün yapım aşamalarını gözlemlemiştim. Şimdi oradaki göl epeyce büyüdü. Gölün üzerinde bazen yüzlerce kırlangıç uçar ve inanılmaz manevralarla böcek avlarlar.

Gölün çevresine dikilmiş ağaçların birkaç tanesini ağaç dikme şenliklerinde dikme fırsatını bulmuştum ve keşke her sene fırsat bulup dikebilsek!.. Ve keşke bütün dünya bir Amazon Ormanı’na dönüşse, rengarenk kanatlarıyla uçan papağanlar, o harikulade kuşları görsek çevremizde ve neşeyle dolaşan sincaplar ve buz gibi akan pınarlarda yüzümüzü yıkasak ve ılık sağanak yağmurların altında Gene Kelly’in filmi “Singing in the Rain”deki gibi sırılsıklam olsak… orman sisleri içinde bir hayal alemi oluşsa… bunlar mümkündür… her şey mümkündü… her şey halen mümkündür... omne possibile…

http://www.dailymotion.com/relevance/search/singing+in+the+rain/video/x76bf2_gene-kelly-im-singing-in-the-rain_music

Baraj gölünden sağa doğru güzel ve sık otlarla çevrili bir patika başlar. Patikalar her zaman harikadırlar. Patikada ilerledikçe artık Eskişehir yolunun gürültüsü uzaklarda kalmış ve gerçek bir sessizlik oluşmuştur. Yol boyunca pençelerinde yılan ölüsü bulunan büyük kanatlı avcı kuşlara rastlanılır. Yerler, farelerin açtıkları deliklerle doludur. Çok sayıda kaplumbağa ölüsü de vardır; sağanak yağmura hazırlıksız yakalanıp dere yataklarında boğulmuşlardır bunlar; yaşam, her şey ve herkes için acımasızdır. Her şey ve herkes bir an vardır, bir an yoktur.


Bu yolda 25 dakika kadar yüründüğünde bir şelaleye gelinir. Bu şelale 2.5 metre kadar bir yüksekliktedir ve sular aşağı doğru dökülerek değil yavaşça kayarak inerler. Eğer buz tutmuşsa, şelale güneşte gümüş gibi göz kamaştırır. Şelalenin önüne taşlardan örülü minik bir baraj yapılmıştır. Kim yaptı diye sorarsanız, sanırım ben diye yanıtlarım. Bu minik baraj yaban hayvanları için rahatça su içilebilecek büyük bir bardak görevi görebilmektedir.

Kanada ile ilgili bir belgesel izlerken karayollarının altlarına pek çok tüneller açıldığını görmüştüm; bu tünellerin amacı yaban hayvanları yola çıkıp da bir kazaya kurban gitmesinler, alttan güvenlice geçebilsinlerdi. Sanırım bu tür yaklaşımları tüm dünyada yaygınlaştırmak gerek. Baraj gölü kışın donar; donmuş gölün üzerinde yürümek harikadır. Gölün bazı yerleri cam gibi donmuştur, suyun altı görülür, karanlık ve ürperticidir; insan kendisini, gerçek dışı bir öykü olsa bile, su üstünde yürüyen İsa gibi hisseder. Bu yürüyüş esnasında buz kırılacak ve suya gömülecek korkusu hep vardır. Fakat bazı şeyler vardır ki, insan onu yapmazsa kendisini korkak gibi hisseder ve onu yapar. Buz kırılsa sonunda ciddi bir ihtimalle ölüm de olabilir.


Şunu da hemen söylemeliyim ki, eğer insan tehlikenin bilincinde değilse bu kesinlikle bir cesaret değildir; küçük bir çocuk göl üzerinde buzda koşa koşa oynar, çünkü tehlikenin boyutlarını bilmiyordur, buz gibi soğuk suyun içine düşüldüğünde kaslar üzerindeki müthiş etkisinden haberdar değildir. Ben, sağlam bir önlem olarak gölün üzerine ağır taşlar fırlatıp buzun gücünü test ederim ve ona göre buzda yürürüm.

Patikadan dönüş gecikmişse ve hava da kararmışsa, bazen dolunayın parlak ışıkları bu ince yolu ilahi bir şekilde aydınlatır. Sonsuz bir yalnızlık içinde, gizemli gölgelerin arasında bu dar keçi yolundan aşağı baraja doğru akar insan.

Bu yürüyüşler beni her zaman mutlu etmiştir. Bu yürüyüşlerimde sıkça, Amerikalı yazar Tom Robbins'in "İsa'dan sonra gelen en tehlikeli adam" diye nitelediği Osho'nun şu güzel sözünü hatırlarım: "Kalabalık, hakikati asla bulamamıştır; hakikat yalnızca insanların yalnızlığında bulunmuştur." Ve hakikat nedir?.. Benim buna kesin bir yanıtım var... Ancak hakikati bulmak da yolun ancak yarısıdır. Bu hakikatin bizim üzerimizdeki etkilerini ortadan kaldırıp bize uygun yeni bir hakikat yaratmaktır en önemlisi...


Mehmet Murat ildan

Tanrı'nın Kutsanmış Varlıkları



İnsanın temel özellikleri, temel yapısı nereye giderse gitsin değişmiyor. İhtiyatlıysa ihtiyatlı, sevimliyse sevimli, dürüstse dürüst, sağlam karakterliyse yine sağlam karakterli olarak kalır. Her insanın kendi öz doğası vardır ve o doğa her ne ise değişmez. Dünyanın neresine giderse gitsin, kiminle tanışırsa tanışsın, başına hangi olaylar gelirse gelsin değişmez.


Üstat Darwin'in hayatından bu konuyla ilgili şunu anımsıyorum: Darwin, beş yıl süren o meşhur ve muhteşem Beagle Yolculuğu'ndan eve döndüğünde bütün aile toplanmış ve herkes onun değiştiğinden bahsetmiş. Saçı değişmiş, dünya görüşü değişmiş, şu değişmiş, bu değişmiş. Fakat kız kardeşlerinden birinin çok güzel, çok isabetli bir yorumu vardı: "Ama Charlie yine eskisi gibi sevimli!.."


Evet, temel özellikler değişmez. İnsanın "güzel" temel özellikleri varsa ne mutlu ona; çünkü onlar hayatının sonuna dek etrafındaki melekler gibi hep onunla birlikte olacak, hep onu koruyacaklardır!..

Beagle Yolculuğu'ndan bahsederken de iç geçirmeden edemiyorum doğrusu. Böyle maceralarla dolu beş yıllık bir yolculuğu ben de şahsen yaşamak isterim!.. İnsan bazen öyle yıllar yaşar ki, artık o yıllar hayatının 20 yıllık tecrübe malzemesini ve anı zenginliğini ona temin eder. Daha önceki bir yazımda belirtmiştim, insan anılardan ibaret bir varlıktır; bir dakika önce yaşadığı bir güzellik artık bir anı olmuştur. Fakat bu yolculuk meselesine hemen şunu eklemeliyim ki, böyle uzun bir gemi yolculuğunda yıllar geçirsem, midemin hassas olmasından dolayı beni de Darwin gibi çoğu kez denizin tutacağı kesindir; zaten gemileri sallantılarından dolayı pek sevmiyorum!.. Yine de Beagle türü bir yolculuk bulunmaz bir nimettir ve bir gün böyle bir yolculuk başıma gelsin isterim!.. Başa gelen çekilir!..

Kendi öz doğamızla ilgili bir Zen hikayesini de aşağıya aktarmak istiyorum:


İki keşiş yemek kâselerini bir nehirde yıkıyorlardı. Hemen yakınlarında bir akrebin boğulmakta olduğunu gördüler. Keşişlerden biri hiç duraksamadan elindeki kepçeyle akrebi sudan çıkardı ve kıyının kenarına koydu. Bunu yaparken akrep onu elinden sokmuştu. Keşiş, yemek kâsesini yıkamaya devam etti; o sırada akrep yeniden suya düştü. Aynı keşiş hiç tereddüt etmeden bir kez daha akrebi kurtardı ve yine akrep tarafından sokuldu. Öteki keşiş ise bu duruma isyan edercesine sordu: “Sevgili kardeşim, doğasının sokmak olduğunu bildiğin halde neden ısrarla şu akrebi kurtarmaya çalışıyorsun?” “Çünkü” diye yanıt verdi arkadaşı, “Benim doğam da kurtarmaktır!”


Evet, eğer kendi öz doğamız kurtarmaksa, bize kötülük yapanları bile bir tek saniye bile düşünmeden kurtarmaya devam ederiz... İyilik yapmak üzerine, erdemli, terbiyeli ve ahlaklı olmak üzerine kurulmuş, böyle sağlam bir yapıda olan bir doğamız varsa Tanrı’nın en kutsanmış varlıklarıyız demektir!..

Mehmet Murat ildan

Büyükada: Prinkipo



Bu yazımda 5 yıl kadar önce güzel bir yaz günü martıların eşliğinde yol alan bir vapurla İstanbul'daki Büyükada'ya yaptığım geziye dair izlenimlerimi kısaca aktarmak istiyorum.


Prens Adaları'nın en büyüğü olan adanın eski ismini ilk duyduğumda bana pek sevimli gelmişti: Prinkipo! Prinkipo Yunanca "Büyük" anlamına geliyor.

Büyükada'yı tabii ilginç kılan şeylerden biri de Lenin tarafından Rusya'dan kovulan Troçki'nin orada bir süre sürgün olarak yaşamasıdır; yine Maden bölgesi tarafında (Vapurdan inince adanın sol tarafı) Reşat Nuri Güntekin'in yaşadığı köşk de var. Ben bu gezimde Büyükada Anadolu Kulübü'nde kalmıştım. Burası daha önce İngilizlerin kurduğu bir yat kulübüymüş. Atatürk'ün emri ile 1936’da bu kulüp Anadolu Kulübü'nün Büyükada şubesine dönüştürülmüş. Kulüp, genellikle milletvekillerinin kalıp dinlendikleri, ada zenginlerinin akşamları saatlerce oyun oynadıkları bir yer. Benim kaldığım yer İtalyan ailesi Kastelli'nin köşklerinden biriydi. Son gittiğimde kaldığım oda, Atatürk'ün kulüpte kaldığı odanın yanıydı ve elbette bunu düşündüğümde beni mutlu eden bir olaydı.



Vapurdan inince tarihi iskeleden bembeyaz kulüp binası görünür. Adanın tek ulaşım aracının faytonlar olduğu söylenir ama bisikleti unutmuşlardır bunu söyleyenler. Bisiklet gerçekten dünyanın en harika ulaşım aracıdır; sessizliğine, sportif yanına hayranım. Saat kulesi civarındaki sokaklardan bisikletler rahatlıkla kiralanabilir ve gün boyunca tertemiz bir havada büyük bir huzur içinde sürülebilirler. Buralara yakın fayton durakları, atların olduğu geniş bir meydan vardır. Ada gezileri bu saat kulesinden başlar, Nizam bölgesine doğru ilerler, kulüp binasının önünden geçer ve adanın derinliklerine doğru tatlı, güzel kokulu, ağaçlı bir yoldan devam eder.


Yol boyunca, bir zamanlar Rumların ve Osmanlı aydınlarının yaşadıkları enfes evler, daha doğrusu köşkler, onların güzel bahçeleri, çiçekli balkonlar, begonyalar görülür; her zaman dinlendirici nal sesleri, fayton zilleri duyulur. Elektrikle çalışan scooterlara da rastlanır bazen. Yol, bir inişli bir çıkışlıdır. Fakat vitesli bisikletlerle bu pek sorun yaratmaz. Bir süre sonra 200 metre yüksekliğindeki Yücetepe görünür. Bu tepenin üzerinde Aya Yorgi kilisesi ve manastırı vardır. Buraya çıkan yol gerçekten diktir; ama çam ormanının içinden geçer, yazın sıcağında harika kokular duyulur; buraya geri geri çıkarak bir çeşit dinsel ritüel yapanlara da rastlanır. Yükseldikçe etkileyici bir deniz manzarası gözler önüne serilir.



Aya Yorgi'ye ulaştığımda bir süre içeride vakit geçirdim. Buradaki kır lokantasında (Yücetepe Gazinosu) soluklanmak ve bir ayran içmek ya da karpuz yemek de pek hoştur. Bin yılı aşan bir geçmişe sahip manastırda siyah cüppeli Ortodoks papazların gelenleri okuyup üflemelerini, dilek kutusuna kağıt bırakanları seyretmek zevklidir. Bilim dışı şeyler olmakla birlikte bunları seyretmek bana keyif vermiştir. Kilisede camekan dolaplarda saat kolye türü eşyalar görülebilir. Bunlar, dilekleri gerçekleşen insanların tekrar kiliseye gelerek teşekkürlerini bu tür hediyelerle bildirmeleridir.

203 metre yükseklikteki Yücetepe'den Sedef adası ve İstanbul sahilleri görülür. İstanbul artık bir beton kent olduğu için o tarafa doğru bakmak hiç de keyif verici değildir. Aya Yorgi'den aşağıdaki meydana - ki Lunapark bölgesi diyorlar oraya - inince 2 yol karşımıza çıkar. Biri Küçük Tur yoludur; ötekisi ise Büyük Tur yoludur. Ben, güzellikler içinde keyiflice yol alırken bu tür yolların hiç bitmemesini isteyen bir yapıda olduğumdan elbette ilk gezimde ve sonrakinde de hep Büyük Tur yolunu tercih ettim. Küçük olan tur 5km idi, Büyük olan ise 12 km. Bunlar benim için yine yeterli değildi, keşke o yollar 100 km olsaydı diye içimden geçiririm. Büyük tura girince ortam iyice sakinleşir, gelip geçen faytonlar iyice azalır; güney Ege'dekine benzer ilahi manzaralar ortaya çıkar. Burada çam kozalakları ve kuşlar yeni arkadaşlarınızdır. Buralarda ya da buralara benzer başka yerlerde sıkça zaman geçirmek gerekir.
İnsan bir adada kendisini hem soyutlanmış hisseder ve hem de tuhaf bir şekilde müthiş güvende hisseder. Sanki dış dünyanın o yırtıcı, o vahşi, o kaba, o iki yüzlü, o çıkarcı ve aldatmalar üzerine kurulu yalan ortamı çok uzakta kalmış, bir cennet adasında o hep aranan güvene, huzura, iyiliğe, mutluluğa kavuşulmuş gibidir. Akşamları esen poyraz da insanı müthiş ferahlatır.
Bu yolun sonunda Maden bölgesine gelinir. Adanın merkezinde birahaneler, midye tavacılar, kafeler, çay bahçeleri boldur. Ben güzel gezilerin başında hep coşkulu, ama sonlarında hüzünlü olurum. Yol güzelse bitmesini hiç istemem. Aya Yorgi çıkışı da keşke 200 metre değil 2 km, 20 km olsa diye düşlerim. Güzel şeylerin yavaşça, zamana yayılarak yaşanması gerekir. Hız, güzelliği öldürür. Bu gezilerde bisiklet sürerken de, çarşıda dolaşırken de sakince, etrafı doya doya seyrederek ilerlemek gerekir. Güzel bir yemeği çabucak yemek onun tadını kaçırır!.. Benim yaşam tecrübelerimden çıkan sonuç şudur ki, insan güzellikleri yakaladığında bir kaplumbağaya dönüşmelidir; yavaşlamalıdır, duracak kadar yavaşlamalıdır!..

Mehmet Murat ildan

Kenji Kawakami ve Chindogu

Chindogu diye bir sözcük var. Japon icat sanatını belirten bir kelimedir bu. Fakat burada değişik bir icattan bahsetmekteyiz ki bunlara tuhaf icatlar diyebiliriz. Kelimenin yaratıcısı Kenji Kawakami. Sözcüğün tam anlamı "Alışılmamış" ya da daha doğrusu "Olağandışı" demek.


Chindogu için yararsız diyemeyiz çünkü belirli bir soruna çözüm getirmektedir fakat öte yandan icatlar çok tuhaf olduklarından insanların onu kullanmaları da epeyce zordur, biraz da utandırıcıdır, o yüzden Chindogu için yararlı da diyemeyiz. İngilizcede bunu belirtmek için "unuseless" kelimesi kullanılmaktadır, yani "Faydasız değil!" "Faydalı"nın daha zayıf bir şekilde söylenişidir bu.

Chindogu için bir akımdır diyenler var; sanattır ya da hobidir diyenler var. Bir felsefesi olduğu ise kesin. Bu icatlar için "Ticarileştirilemez icat artıkları" şeklinde sözler de söylenmektedir. Latince ünlü bir deyim hatırlıyorum: "Magister artis ingeniique largitor venter." Bunun anlamı şudur: "Gereklilik, bütün icatların anasıdır." Chindogu felsefesinde ise tersi söylenir, yani gereksizlik bütün icatların anasıdır!.. Bu felsefede patent alma olayı da yok. İcatlar yapılır, patent alınmaz ve bunlar ticarileştirilmez.


Kawakami 1946 doğumlu. Nara bölgesinde doğmuş. Chindogu topluluğunu kurmuş. 600'den fazla Chindogu yaratmıştır. Hiçbiri için patent almamıştır, çünkü kapitalist sömürü mantığına karşıdır. "101 Lüzumsuz Japon İcadı" ve "99 Daha da Lüzumsuz Japon İcadı" şeklinde kitapları var. Japonlar icatçı yanlarıyla değil geliştirici yanlarıyla daha çok tanınırlar ve bu yanları daha güçlüdür. Yani pek çok buluşun arkasında aslında Japonları değil başka ulusları görürüz; Japonlar "İnvention" olayını değil de "innovation" olayını gerçekten iyi başarmaktadırlar; icat, yenileştirme ve geliştirmeden daha üst düzey bir yaratıcılık halidir, ama yenileştirme ve geliştirme de zaman içinde icadı daha üst seviyelere çıkarır. Şimdi Kawakami'nin bazı icatlarının resimlerini verirsem konuyu daha rahat izleyebiliriz.
Bu yukarıdaki Chindogu elbette oldukça absürd bir şey. Yürürken bu Chindogu sayesinde başımız serinlemektedir!.. Bunu, birtakım tuhaflıkları rahatça kullanabilen Japonların bile kulllanacaklarını hiç sanmıyorum!..
Aşağıdaki de oldukça absürd bir şey. Tırnak keserken belirli bir zaman kaybı oluşur ve bunu önlemeye yarayan, elbette başarılı bir sonuç vermeyecek biraz hayal gücü egzersizi şeklinde bir şeydir bu.

Aşağıdaki Chindogu da spagettilerimizi soğutma projesidir!.. Esasen bir Chindogu düşünmek sanıldığından da daha kolay olabilir. Spagetti yerken en önemli sorunlardan biri çok sıcak oluşudur. Bu sorunu düşündüğümüz anda zaten çözüm de hemen akla gelir. Sadece uygulanabilir ve pratik bir çözüm bulmak meselesi kalır geriye.




Sigara içenlerin en büyük sorunu ateştir. Kibrit gibi yandan yanan sigara fikri ticarileştirilebilecek bir şeydir de.





Kawakami doğal olarak Japon toplumundaki sorunları iyi gözlemlemiş olan biri. Japonya'da metrolarda en sık karşılaşılan manzara insanların uyumaları ya da uyuklamaları ve trenin sarsıntılarıyla birlikte sağa ya da sola başkalarının üzerine devrilmeleridir; sırf bu yüzden bazen kim kimin kocasıdır, kim kimin sevgilisidir pek anlaşılmaz!.. Lavabo açma pompasıyla bu soruna komik bir çözüm getirilmiş; çözümden ziyade çözümümsü demek daha uygun olacak sanırım, ama yine de yaratıcı bence!..


Üstte verdiğim Chindogu resminde ise sabahları alarm çaldıktan sonra alarmı kapatmaya çalışanlar için etkili ve biraz da zalimce bir çözüm bulunmuş gibi görünüyor.

Aslında gündelik yaşamımızda bizim sorun olarak gördüğümüz pek çok şeyi zihinsel olarak farklı düşünerek bir "güzellik" olarak bile görebiliriz. Spagettimizi soğutmak eğlencelidir; tırnaklarımızı tek tek, özenerek kesmek bir çeşit keyiftir; ya da alarmla uyandıktan sonra alarmın tepesine elimizi yorgunca indirip alarmı kapatmak ve birkaç dakika daha uykuya dalmak da bir tür tatlı oyundur bence...

Eğer bütün sorunlarımızı çözersek ne yapacağız? Hiç yağmur geçirmeyen, rüzgar geçirmeyen, etrafı tamamen kapalı bir şemsiyesi vardır Kawakami'nin. Ama yağmurda biraz da ıslanmak hoş değil midir? Rüzgarın yüzümüzü biraz sertçe tokatlaması bize yaşamın gerçekliğini tatlı-sert bir şekilde hatırlatmış olmaz mı? Acaba hayatımızı güzelleştiren şeylerden biri de bu tarz küçük küçük sorunlar değil midir? Çekirdekli karpuz yemenin çekirdeksiz karpuz yemeye göre daha eğlenceli bir yanı hiç mi yoktur? Yine de Kawakami'ye çabalarından ve zaman zaman yaptığı sevimli icatlarından dolayı teşekkür etmeliyiz.

Mehmet Murat ildan






Sunday, August 30, 2009

Gençlik Parkı Açılış Töreni

Bugün 30 Ağustos Zafer bayramıydı. Dumlupınar'da Mustafa Kemal'in kazandığı zaferin kutlandığı gündür bugün ve ben çoğunlukla Hipodromda yapılan törenlere özellikle Türk Yıldızları Akrobasi gösterilerini izlemek için giderdim; ancak bu sene biraz geç kalktığım için törenleri kaçırdım.
Bugün aynı zamanda Gençlik Parkı'nın açılış günüydü. İnşaatına 1936 yılında, yani Atatürk henüz hayattayken başlanmıştı. Türkiye'de belirli bir dönemde yapılmış olan bütün büyük güzelliklerin arkasında Atatürk'ün talimatını görebiliriz. Mustafa Kemal 1933 yılında bu parkın yapımı talimatını vermiştir.



Gençlik Parkı pek çok Ankaralı için olduğu gibi benim için de önemli bir parktı, çünkü küçüklüğümde Elazığ'dan Ankara'ya her gelişimizde bu parka mutlaka uğrar ve TCDD'nin işlettiği minyatür trenlere binerdik. Bu trenler gerçekten harikaydılar; istasyonları bile gerçek trenlerin istasyonları gibi kokardı; tünellerden geçerdi, düdük çalardı, parkı bir uçtan bir uca dolaşırdı ve çocuk aklımla trenin geçtiği yerlere bakıp hayallere dalardım; Kahramanmaraş dondurmaları yerdik; Lunaparktaki komik aynalarda dakikalarca gülerdik. Bu aynalar beni şimdi bile çok güldürebiliyorlar.



İşte çocukluğumun parkı olan Gençlik Parkı'na ne oldu diye bir gidip görmek istedim. Burası epey bir süredir kapalıydı; daha öncesinde de her türden tinerci, cahil serserinin ve magandaların gelip gittiği, buraya adeta yerleştikleri çok kötü bir mekan olmuştu.
19 Mayıs stadyumunun orası paralı park yeri olmuş. 5 lira verip arabayı oraya bırakarak yola koyuldum. Kapıların çoğu kapalıydı. Sadece Ulus tarafındaki kapı açıkmış. Mantığını anlayamadım; herhalde Başbakandan dolayı güvenlik önlemidir diye düşündüm. Yollarda, "İçerde büfeler kapalı abi, suyu buradan alın!" diyenlere pek inanmadan içeriden su alırım diyerek ana kapıya geldim. Sonradan duydum ki Ramazan nedeniyle Melih bey büfeleri, lokantaları, kafeteryaları açtırmamış. Sebep buysa, tam bir Suudi davranışı!.. Açık yerler vardıysa da ben göremedim; o yüzden her yer kapalıdır şeklinde de kesin olarak bir şey söyleyemeyeceğim.
İçeri giriş organizasyonu pek başarılı değildi. Birisi yüksek sesle bağırıyordu: "Bayanlar sağdan erkekler soldan!.." Girişte arama yapılıyordu ama tam bir kargaşa durumu vardı. Japonya'da 1 milyon insanın katıldığı Havaifişek festivallerindeki başarılı organizasyonları çok yakından ve çok dikkatli bir şekilde izlemiştim; esasen basit ve sıradan bir zeka bile her şeyi halledebilirdi, fakat ülkemde organizasyon yeteneklerinin gelişmiş olduğunu kesinlikle söyleyemeyeceğim, üzgünüm. Ayrıntılar ve düzen sağlayıcı basit önlemler hiçbir şekilde düşünülmemişti.
Parkta Ferhat Göçer konseri de vardı; konser ana giriş kapısından sadece 50 metre ileriye konumlandırılmış; herhalde 2000 kişilik bir alandı orası. Ama parkın açılışına belki 200 bin kişi gelmişti!.. Orayı konser alanı olarak seçmek için nasıl bir deha gereklidir bilemiyorum! İnanılmaz bir şey. Gençlik Parkı yeniden yapılandırılırken neden bir konser alanı yapılmadı? Ferhat Göçer'in benim bildiğim bir iki şarkısı vardı, güzel şarkılar ama artık modaları da geçti tabii. Şu aralar yine popüler olan bir şarkısı var: "Gidemem." Ben oradan ayrılırken onu söylüyordu.
Bu şarkının felsefesi ilginç. Şarkıdaki temel felsefe ya da düşünce şöyle ki "Ben kimseye küsmem" diyor, çünkü hayat kısa. Artı ve eksi olan her şeyi, olumlu ve olumsuz olan şeyleri kişinin bir hazinesi olarak görüyor. Yaşamımızdaki eksi olan şeyler gerçekten de bir şekilde hazinedir, çünkü bize bir şeyler öğretmiş, bizi daha sağlam durmaya davet etmiştir; bize bazen bir ayna tutmuş, hatalarımızı göstermiştir ve o hatalardan ders alıp yeniden geçmişe, ama bu kez güzel bir gelecek yaratmak için geçmişe dönme fırsatını mümkün kılmıştır. Yani hayatımızdaki kötü şeyleri de bize daha iyi bir gelecek verebilme pusulaları, yol haritaları olarak görebiliriz. En güzel ormanlar, bir zamanlar lavların yaktığı tepelerde büyürler. Konuyla alakası oldu mu bilmem ama güzel bir laf ettim sanırım ya da en azından bana öyle geldi! :)
Evet, Ferhat Göçer'i izlemek için ayrılmış olan alan çok dar olduğundan ben başka tarafa yöneldim. Lunapark tarafına doğru yola koyuldum. Suda balıkadam benzeri komando tipler vardı. Köprüden indikten sonra bir kalabalık gördüm. Herkesin ellerinde cep telefonları vardı; gökten UFO'lar falan gelmişti herhalde ya da olağanüstü bir şeyler vardı, herkes bu anı kaçırmamak için uğraşıyor olmalı diye düşünürken derken Tayyip beyi gördüm. Çok sayıda koruması vardı; oldukça yaklaştım ve modaya uyarak birkaç fotoğraf da ben çektim.


Evet, Gençlik parkı ne alemde derseniz ben birkaç yıl öncesine göre pek de bir değişme görmedim. Gazinolar kalkmış sanırım. Her yer çim olmuş, yeşillik artmış; at yarışlarının yapıldığı Hipodrom çatısı benzeri itici çadır kubbeler yapılmış. Yine TCDD tarafındaki girişe yakın yere cami benzeri büyükçe bir anıt yapılmış. Melih beyin vizyonu bunlara yetebilmiş. Oysa ki uçağa atlayıp dünyadaki başka parklara biraz göz gezdirilse ne zararı olurdu bunun? Yeni modern binalar yerine eskinin o muhteşem mimarisiyle birkaç bina yapmak çok mu imkansız bir şeydir? 1957 yılında işletmeye açılmış olan o minyatür tren bile mesela zekice bir atraksiyondu o park için ve onu yeniden inşa etmek akıllıca ve iyilikbilir bir davranış olurdu. Her şeye rağmen oranın bir park olarak kalmasını kutlamam gerek ve her şeye rağmen oraya emeği geçen insanları kutlamam lazım. Bence bu tür şehiriçi parkların sayılarını artırmak gerekli.

Biraz da insanlardan bahsedeyim. Şimdi bizim insanlarımızın iyi yönleri var, dünyanın birçok yerinde bulamayacağınız bazı özellikleri var, ama eksi ve kötü yönleri de çok, hem de çok çok!.. Yakınlarda meydana gelmiş olan Büyük İstanbul Sel Felaketinde yüzlerce kişinin eşyaları yağmaladıklarını çok iyi hatırlıyoruz; bunlar tabii korkunç şeyler. Park açılışındaki olaya gelecek olursam, kalabalıklarda itişip kakışma olayı çok yaygın. Sakince yürümek her şeyi çözer aslında. Alt kültürün egemen olduğu bir yapı oluşmuş ve bunu mutlaka tersine çevirmek lazım. Çok sayıda yankesici de vardı parkta. Küfürlü konuşmalar da çok sık görülüyordu. Kadınlar da küfürlü konuşuyorlardı.

İngilizce'de benim sevdiğim sözcüklerden biri "decent" sözcüğüdür ve "Terbiyeli," "Nazik," "İyi," "Temiz" anlamlarına gelir. Mutlaka bir "Decent society" yani "Terbiyeli bir toplum" "Nazik bir toplum" yaratmalıyız. Aslında bu tür bir toplum henüz dünyada da yaratılmadı. Mesela uygar olarak gördüğümüz İngiltere bile kesinlikle benim ölçütlerimde terbiyeli bir toplum değil, hayvani yanı oldukça yüksek; Türk toplumu İngilizlere göre bazı konularda çok daha terbiyelidir. Buna, yani nazik ve terbiyeli topluma mutlak manada değil ama göreceli olarak en yaklaşmış olarak Japon toplumunu gösterebilirim; fakat oradaki kusurlar da başka. Bir mekaniklik, değişik bir absürdlük, optimal düzeyin üzerindeki yıpratıcı bir işkoliklik ve derinliklerde bir çeşit hüzün, farklı bir melankoli gibi şeyler de orada var. Fakat yine de benim ölçütlerimde "Terbiyeli ve efendi" topluma göreceli olarak en çok yaklaşmış olanlar Japonlardır, Japon dostlarımızdır.

Her şeyi bir araya getirmek zaten zor, önemli olan "Decent society" için, "Nazik," "Terbiyeli," "Düşünceli" bir toplum için çaba göstermek, bunun için mücadele vermektir...

Mehmet Murat ildan


Vivian'ı Sevmemizin Sebebi


"Üstat Moliere Evleniyor" isimli oyunumda şöyle bir bölüm vardı:

André: (Camila’nın elini öper.) Her zamanki gibi çok şık ve çok zarifsiniz; Paris büyük diyenler ne kadar da yanılıyorlar, bakın bu koca kentte kolayca rastlaşıverdik işte!.. Sizi mösyö Jean Baptiste Poquelin’le ya da takma ismiyle üstat Molière’le tanıştırayım; Gülünç Kibarlar’ın, Uçan Hekim’in olağanüstü yetenekli, her türlü takdire şayan kıvrak zekâlı yazarı; Kralın önünde oyunlar oynamış eşsiz oyuncu, büyük dost!.. (Molière, Camila’nın elini öper.) Üstadımızı nasıl buldunuz, matmazel, çok kibar, çok beyefendi değil mi?
Camila: Usus promtos facit!
André: Efendim?
Molière: Matmazel dedi ki, pratik yapmak mükemmelleştirir!
André: Neyin pratiği, matmazel?
Camila: Üstat Molière elimi büyük bir zarafetle mükemmel bir şekilde öptü, demek ki üstat daha önce çok sayıda kadının elini öpmüş ve nihayetinde bu işte ustalaşmış, mükemmelleşmiş!..
Molière: Yani benim Don Juan gibi çapkın biri olduğumu mu ima ediyorsunuz, matmazel Camila?
Camila: Elimi beceriksizce öpseydiniz şüphesiz bu daha hoşuma giderdi; fazla tecrübe ve ustalık beni hep korkutur; amatörce yapılan işleri daha çok severim ben!..
Burada Matmazel Camila masumiyetin, deneyimsizliğin o harika saflığını, temizliğini ve doğal çocuksuluğunu vurgulamıştır. Masum sözcüğü suçsuz, günahsız, saf, temiz anlamına gelir. Benim bütün yaşamım boyunca çok önem verdiğim bir kavramdır bu. Bir insanla tanıştığımda onda bu özelliği görürsem, ki oldukça ender ve çok zor rastlanır böylelerine, kesinlikle çok takdir ederim ve çok değer veririm. Az bulunan her zaman değerlidir.

Masumiyet sözcüğünün karşısında ise kaşarlanmış sözcüğü vardır, yani bir işte, bir harekette çok deneyim kazanmış, doğallığını yitirmiş kişiler için kullanılır bu ve itici bir şeydir.
Romeo Juliet oyunundaki Juliet'in en büyük erdemi ya da değeri onun güzelliği, fiziksel çekiciliği değil masumiyetidir bence. Naiflik dediğimiz saflık ve deneyimsizlik negatif bir durum değil tam tersine pozitif ve çok kıymetli bir özellik.

Pretty Woman filminden bu konuda bazı sahneler hatırlıyorum. Julia Roberts'ın lüks bir lokantada yemek yeme sahnesi vardı. Salyangoz yemeğini nasıl yiyeceğini bilmediği için salyangoz elinden havaya fırlayıp başka masaya uçmuştu. Çok komik ama güzel bir sahneydi. Bunların hepsi o masumiyet kavramı içinde yer alırlar. Tecrübesizliğin yarattığı o tatlı sakarlıklar yaşama renk katan bir çeşit nimettirler aslında.

Filmdeki ismiyle Vivian'ı çekici kılan onun bu tecrübesizlik, iyi kalplilik ve saflık halidir. Bir opera sahnesinde Vivian ağlar. Kaşarlanmış olarak nitelendirdiğim birisi bunu asla başaramaz, o saflık duygusunun verdiği doğal duygulanışı, o opera sahnesindeki coşkuyu içsel olarak hissetmeyi, karakterlerle derin bir empati kurmayı becermeyi, o sahnedeki olaylardan etkilenip çocuksu bir doğallıkla heyecanlanmayı başaramaz. Kaşarlanmış olan kişi bazı hassaslıkları yitirmiş, tatsızlaşmıştır artık, kalbi yapaylaşmıştır, donuklaşmıştır.

Bir başka sahnede de şöyle bir şey hatırlıyorum. Vivian para kazanmak ve okuluna devam edebilmek için hayat kadını olmaya karar vermiş, yolda beklemektedir. Edward'ın (Richard Gere) arabası bozulur ve böylece bu ikili yolda tesadüfen bir araya gelirler; tesadüflerin yarattığı kaderle aynı yolda birlikte ilerlemeye devam ederler. Vivian'ın kılığına kıyafetine ve davranışlarına bakılırsa o şimdi kaşarlanmış, feleğin çemberinden geçmiş, benim deyimimle aşınmış, kararmış, kurnazlaşmış tiplerdendir, kendisine böyle bir görüntü vermiştir. Fakat zaman içinde onun içindeki meleksi masumiyet, saflık, yapay olmayan gerçek bir çocuksuluk, insanı rahatsız etmeyen, tam tersine insanın hoşuna giden ölçülü bir şımarıklık ve içtenlik açığa çıkmaya başlar. Altın kalpli, doğal, deneyimsiz ve kötülük nedir bilmeyen, duygusal aynı zamanda da gururlu Vivian Richard'ı etkiler ve onun kalbinde çok önemli bir yer edinir.

Bebekleri severiz, çünkü masumdurlar, çünkü şaşırmasını bilirler, hayret etmesini bilirler; kaşarlanmamış, katılaşmamışlardır, heyecan dolu ve tecrübesizdirler ve iyi kalplidirler, çünkü henüz kötülük onlara bulaşmamış, öğretilmemiştir; Vivian’ı sevmemizin sebebi de budur; onda kurnazlık yoktur; doğallık ve masumiyet vardır; profesyonellik değil amatörlük, ne yaptığını iyi bilme sıkıcılığı değil tatlı bir beceriksizlik, saf bir sevgi, çıkarsız bir aşk, gururlu bir başkaldırıyla birlikte onurlu bir teslimiyet de vardır.
Vivian gururlu bir kızdır ve bu durum onu değerli yapar; ama onunki ölçülü bir gururdur; aşkta elbette gurur vardır ve olmalıdır, fakat sevgiyi kurban edebilecek inatçı ve boş bir gurur hoş bir şey değildir. Sevgi, gururdan üstündür!.. Filmde bir yerlerde Edward, Vivian'ın gururunu kırmış, onu incitmiştir; ancak Vivian daha sonra bu incinmeyi Edward'a duyduğu sevgiyle aşabilmeyi başarmış ve mutluluk kapısını ardına dek açmıştır; kendisine dönen Edward'ı büyük bir sevinçle karşılamıştır. Pretty Woman filmi benim sevdiğim filimlerin başında yer almakta ve video koleksiyonumda da ön sıralarda bulunmaktadır... Bir de bozuk video makinemi yaptırabilsem! :)

Mehmet Murat ildan

Friday, August 28, 2009

Bir Lunapark Macerası


Yıllar olmuştu... Evet, bir Lunaparka gidip de benim ölçütlerimde çılgınca sayılabilecek makinelerden birine binmeyeli yıllar olmuştu ve bundan hiçbir şikayetim de yoktu. En son ne zamandı? Sanırım 1990'ların başındaydı; İngiltere'nin Cambridge şehri yakınlarındaki bir Lunapark alanına gitmiş ve dönen araçlardan birisine binmiştim. Bu biraz tuhaf bir makineydi. Dönüyordu ve onun içinde başka bir bölüm daha vardı ve o da tersine dönüyordu!.. İşte ben Cambridge'deki rahat yaşamımı hiçe sayıp buna, bu tersine dönen bölüme binmiştim; kafama herhalde bir saksı düşmüş olmalıydı bu kararı vermem için!..
Bindikten birkaç dakika sonra bazen Türkçe bazen de İngilizce "Durdurun şu aleti" diye bağırıyordum. Çok uzun sürmüştü ve çok rahatsız ediciydi. Acaba bende mi bir sorun ve dayanıksızlık var derken kısa bir süre sonra Lunapark alanına bir ambülans geldi ve benim bindiğim makineden rahatsızlanan birisini ambülansa bindirdiler. Yarım saat kadar sonra benim baş dönmem durdu; toprağa sağlam basmanın mutluluğunu doyasıya yaşadım. İnsanın altı sabit olmalı; o yüzden gemileri de pek sevmem, altından, elmastan yapılma gemiler olsalar bile, veyahut boşlukta yüzen uçakları, fazla hareket eden şeyleri, deprem sarsıntılarını...


İşte o Cambridge olayından sonra o gün bugündür Lunaparklardaki çılgınca aletlere hiç binmedim ve binmemeye de kararlıydım. Bir arkadaşım buraları gezmek istemişti. Gençlik Parkı'na geldik; kapılar kapalıydı. 30 Ağustos günü, yani bu pazar günü Ferhat Göçer konseriyle resmi açılış yapılacaktı. Fakat neyseki açık olan bir yer vardı: Lunapark! Luna sözcüğü Ay anlamına geliyor. Delilik gibi şeyler de bu Ay kavramından doğuyor sanırım. İngilizce Lunacy delilik demek, Lunatic ise deli, çılgın. Luna parkın kökeni de bu olmalıydı; çılgınlık veya çıldırma parkı!..

Luna parkta "Ankara Asansörü" diye bir makine var, sanırım 50 metre kadar bir yüksekliği vardır. Ben arkadaşımın buna binmeyeceğinden adım gibi emin olduğumdan "Ne dersin, buna binmek ister misin?" diye sormuştum. Korktuğum yanıt geldi! "Tamam, binelim!" Ben de şaşkın bir şekilde "Tamam!" dedim. Artık söz vermiştim ve geriye dönülemezdi; söz verildi mi mutlaka tutulmalı. Sanırım O benim binmek istediğimi düşünüp beni kırmak istememişti ve ben de onun binmek istediğini düşünüp onu kırmadım. İnsani ilişkilerde benim en beğendiğim ve tercih ettiğim tarz da budur zaten: Karşı tarafın isteklerini yerine getirmek için iyiniyetle çaba göstermek, ki bu karşı tarafı mutlu etme sanatının da bir gereğidir. Eğer iki insan, kendi isteklerinin değil de karşı tarafın isteklerinin önemli olduğunu anlar, bunun güzelliğini kavrar ve öyle davranırlarsa ortaya güzel bir uyum çıkar ve bu uyumla şöyle müthiş bir noktaya varılır ki, siz karşı tarafın isteklerini iyiniyetle yerine getirmek için çabalarken karşı taraf da aynı şeyi sizin için yapmaktadır.



Giriş ücreti kişi başı 3 liraydı. Yukarıdaki fotoğraftaki gibi 6 kişi yanyana oturuyorlar ve sonra emniyet kemerleri takılıyor, omuzlardan da kelepçeleniyor. Biner binmez hemen hareket etmiyor; koltukların tamamen dolması bekleniyor. Bu süreç biraz endişeli bir süreçtir. İnsan mezarlıklardan geçerken korkuyla ıslık çalar; bu koltuklardayken de dikkat dağıtıcı konuşmalar yapmak ister. Bekleme süresi arttıkça korku da biraz artar. Yukarı çıkmayı göze alamayıp vazgeçenler olur ve onlar emniyet kemerlerini çıkarıp 3 liralarını yakarlar. Beypazarı festivalinde gördüğüm efeler türünden iriyarı adamlar gelmişlerdir; ama arkadaşlarının bütün ısrarlarına rağmen "Yok biz binmeyelim!" demekteydiler.


Görevlilerin sesleri duyulmaktadır; "yarım dakikaya başlat" şeklinde bir komut da duyulur. Ben de kendimi yarım dakikaya ayarlamıştım ki ne olduğumu bile anlayamadan birkaç saniye içinde büyük bir hızla göğe yükseldim!.. Kalkış anı tam bir şoke edici durumdur. Bu deneyimle birlikte "peygamber" ya da "astronot" misali göğe yükselişin bana uygun olmadığını hemen kavradım!..


Neler hissettiğimi biraz daha açmak istiyorum. İnsan o makinenin üzerinde kendisini müthiş zayıf hissediyor. İşte, biz insanoğlunun bir basit icadı, bizi pamuk torbası gibi alıp yukarı doğru fırlatıyor; yukarı hızla çıkarken kanımız aşağıya iniyor; aşağı doğru hızla düşerken de kan bu kez beyne fırlıyor, beyne resmen ciddi bir baskı geliyor ve insan ister istemez acaba buradan sağ çıkacağım mı veya hasar almadan çıkacağım mı diye de düşünemeden edemiyor, çünkü beyin kanaması bu tür durumlarda hiç de olasız bir şey değildir!.. Fakat in çık sürekli yapılmadığı için vücut yeni duruma biraz alıştırabiliyor kendisini. Ama mesela makine bozulsa veya makinist biraz gıcıklık veyahut artistlik yapıp da in çık uzun süreli olsa cennete gidiş de kaçınılmaz olur bence!..



İlk çıkışta hızdan dolayı bir nefes kesilmesi oluyor ve insan daha sık nefes alma ihtiyacı hissediyor. Bu makinenin en güzel anı sanırım zirvede aletin durduğu andır. Makineyi yöneten adamın bende cep telefonu olsa onu zor da olsa hemen arayıp "Dostum, bizi yavaş indir lütfen, sarsmadan indir, ben sana 2000 Euro vereceğim!" demek isterdim. Orada, o zirvede 1 dakika boyunca asılı kalırsınız. Benim oturduğum yerden Ankara kalesi gözükmekteydi; hoş bir Ankara manzarası vardı; gözlerini kapayanlar da mevcuttu; yükseklik korkusu ya da mevcut durumla baş edebilme metotlarından biridir bu. Ben bazen aşırı rüzgarlı havalardaki uçak kalkışlarından hiç hoşlanmam ve bu durumla baş edebilmek için bir sakız çiğnerim; tercihan balon şişirip patlatmayı da isterim ama uçak ortamı buna uygun değildir!..
Tepedeyken komik bir durum da olmuştu; ceplerim titriyordu, rüzgardan değil, cep telefonum çalıyordu!.. İstanbul Üniversitesi'nden ve Essex'ten çok eski bir arkadaşım olan Cenk Gökçe Adaş Ankara'ya gelmişti ve beni arıyordu, bugün onunla da buluşacaktık, ama cebi açmak pek mümkün değildi, pantolonumun cebi derindi ve ellerimi oraya kadar uzatmam çok zahmetli olurdu.


Yere hızla indik. Kurtulmanın ve karaya çıkmanın sevinciyle herkes biraz neşeliydi!.. Cep telim halen çalıyordu, bu kez açabildim. Yüzü buruşmuş olanlar da vardı. Bir daha böyle bir şey yapmak istemem doğrusu. Ancak yine bir gün sevdiğim bir arkadaşım isterse, onu kırmamak adına, onun arzusunu yerine getirmek için zor da olsa yine düşünebilirim, fakat bence bu tür deneyimlere pek de gerek yoktur!
Ben hayatımda hiç paraşütten atlamadım, atlamayı da düşünmüyorum. Böyle bir atlamadan elde edeceğim deneyimlerden yoksun olmayı tercih ederim; çünkü çok da olağanüstü bir kazanç ve deneyim zenginliği sağlamayacaktır bize. Ben, "Ayağı yere basılı olmayı seven" insanlardanım. Aktif bir volkana çıkmak, mesela, ayaklarım yerde olduğu için bana çok da tehlikeli gelmiyor, ama paraşüt farklı!.. Paraşütle atlamak, Bungee Jumping yapmak, Lunaparkın en deli makinelerine binmek... kesinlikle bana cazip gelmiyor. Bir kaplıcanın sıcak sularında sakince yüzmek, bir dağa doğru huzur içinde trekking yapmak, bir mağaranın derinliklerine fenerle yürümek ya da sakince bisiklete binmek gibi hoş etkinlikler ekstrem spor ve ekstrem etkinliklerden benim için çok daha değerlidirler.



Mehmet Murat ildan

Wednesday, August 26, 2009

Sakin Bir Liman



Eymir, ODTÜ arazisi içinde yer alan güzel bir göldür; suyu kirlenmiş olmasına rağmen halen çekicidir. Eymir göl kartına sahip olmamakla birlikte oraya sıkça gidip bir şekilde içeriye girmekteyim. Genellikle, "Hocam, bu hafta Eymir kartı çıkartacağım" şeklinde bir sözle içeriye alınıyorum. Mezun kartları burada geçerli değildir. Asfalt yolu oldukça bozuktur ancak Çankaya belediyesi yakın zaman önce en azından çukurların tamamını doldurmuştur. Göl, uzunca bir göldür; çevresini dolaşmak da epeyce bir zaman alır; 14 km kadardır. Saat 22.00'a kadar açıktır.




Gölün etrafı tepelerle çevrilidir; çukurluk bir alanda olduğundan şehrin gürültülerinden oldukça uzakta, sessiz sakin bir yerdir. Gerek yürüyüş ve gerekse de bisiklet için ideal bir alandır. Göl arazisine girildiğinde arabayla ilerlenirken uzaklarda ODTÜ kürek takımının hızlı kayıkları görülür; tempolu bir şekilde kürek çekmektedirler. Ben çoğu kez Kürek takımına veyahut topluluğuna girmeyi düşünmüş olsam da bunu hiçbir zaman gerçekleştirmedim. Sanırım antremanlardaki aşırılık bana biraz ters ve gereksiz gelmişti. Spora evet, ama aşırı spora, ego tatmini türünden vücudu fazla yorma olaylarına hayır!..






Gölün asfalt yolunda ağaçlar arasında ilerlemeye devam edilince Kayıkhaneye gelinir. Şu sıralar bu bölgede pek çok tavşan görülür. Bunlar evcil tavşanlardır ve küçük beyaz olanları gerçekten mükemmeldirler. Sürekli olarak bir yerlerde yeşil otları yemektedirler. Bazıları hiç kaçmaz, elinizden bile beslenebilirler.








Yiyecek içecek satan büfelerin göle bakan taraflarında oturulacak yerler bulunur. Buralarda büyük ve tombul minderler vardır ve benim en çok sevdiğim yerlerden biridir burası. Minderlere uzanırsınız; karşınızda durgun bir göl size dostça bakmaktadır. Çok hafif dalgalı günlerde güneşin sudaki muhteşem ışıltıları görülür. Önünüzden çeşit çeşit su kuşları geçmektedir. Ördekler ve kazlar bu mekanda pek boldur. Bazen küçük bir çocuk elinde ekmeklerle gelir; kazların kendisine doğru sürü halinde geldiklerini görüp ekmekleri bırakarak koşmaya, kaçmaya başlar. Kazlar da kahkahaya benzer bir şekilde sesler çıkarırlar; sanki küçük çocukla eğlenmektedirler.







Bu bahsettiğim yerin arka tarafında güvercin evi vardır; siz göle bakarken, gölde kiralanmış kayıkların küreklerini çekenleri izlerken arka tarafta kanat sesleri duyarsınız. Gizemli bir şekilde gelip giderler. Havada takla atan paçalı beyaz güvercinlerden de vardır burada. O sırada güneş aşağıya doğru inmeye başlamıştır. Başınız ve gövdeniz gölgededir; ayaklarınıza tatlı bir sıcaklık yayılır. Hafta içinde bu bölgede, özellikle Pazartesileri neredeyse hiç kimse olmaz. Sonsuz bir sessizlik vardır; ara sıra yalnızca su kuşlarının çırpınışları, şakalaşmaları duyulur. Serçeler inanılmaz dostturlar; hiç sakınmadan yanınıza gelirler; tek istedikleri şey bir parça ekmektir.





Gündüzleri sivrisinekler yoktur ve insan o minderlerin üzerinde iyice gevşer. Büfeden bir gözleme alınabilir. Patatesli ve peynirli olanları güzeldir; ama benim favori gözleme çeşidim ıspanaklı olandır. Daha sonra soğukça bir bira burada iyi gider. Şişenin ucundan usulca yudumlarken, uzak tepelerdeki ağaçlara, onların değişik tondaki yeşillerine takılır insan. Bu sakinlik yanında o anda dünyada, dünyanın bambaşka bir yerinde neler olmaktadır? Savaşlar, kavgalar, yıkımlar, bütün bu aptallıklardan, ego ihtiraslarından uzak olan bu tatlı, bu sakin limanda dinginliğin ruh üzerindeki okşayıcı etkisi müthiştir.




Göl içinde bir de yukarıya fotoğrafını koyduğum bir yarım ada vardır. Buraya yürüyüş yapmak eğlenceli olur. Yol boyunca kaplumbağalara rastlanır. Yarım adanın tepesinden manzara oldukça güzeldir. Oraya çıkan çoğu kimse tepeye bir ev kondurmanın hayalini kurar; çevresi tamamen cam olan bir ev!.. Yolda ilerledikçe yarım adanın ucuna yaklaşılır; sazlıklar sıklaşır, sazlıklardan gelen esrarengiz sesler çoğalır. Adanın ucundan karşıdaki Bağ Evi görülebilir. O evin kırmızı şarapları güzeldir. Dolunaylı gecelerde bahçesinde oturmak, sivrisinekleri kaçırmak için yakılmış tütsüler arasından gökleri seyrederek kadehi yudumlamak bize varoluşun harikalığını anımsatır ve yaşatır.




Burada varoluşun acımasızlığını görmek de mümkündür; kıyı boyunca pek çok balıkçıya rastlanır; balık avlamak yasaktır ancak bizde ve aslında dünyada da yasak olan cazip gelir. Balıklar birer birer yakalanırlar. Biz denizde boğuluruz, onlar da karada. Balıkların çırpınışlarına gözümüz kayar, bazen bu korkunçluğa gözümüzü dikip dikkatlice bakarız; bu bizi rahatsız eder; damaklarına takılmış oltaların sivri uçlarını, o uçların verdiği acıyı hayal ederiz; sonra gözümüzü yeniden güzel gerçeklere çevirip balıkları unutmaya çalışırız. Her zaman bir şeyleri unutmaya çalışırız; yüzü yanmış bir insan görünce onu unutmaya çalışırız, unutmazsak ileri doğru yürüyemeyiz; ileriye yürüyüşün, ileriye gidişin altın tekerlekleri unutmaktır.




Eymir gölünde Orfoz restoran diye bir yer de var; buranın yeşil salataları, kaşar peynirli ızgara mantarları, sigara börekleri, patlıcan mezeleri, salatalık ve biber turşuları pek güzeldir; bunlardan biraz fazla yiyince maden suları imdada yetişir. Artık balıkları unutmuş, yeniden hayatın zevkleri içinde yarı körelmiş, yarı köleleşmiş bir halde karnımızı doyurmaktayızdır. Orfoz'un söğüt ağaçlarının aralarından güneş ışınları yüzümüze vurur ve bu sıcaklıklar hayatın, kainatın bize sevgiyle dokunuşudur...




Mehmet Murat ildan

Tuesday, August 25, 2009

Yıldız Kayması


Özellikle yaz akşamları rüzgarlı gecelerde pırıl pırıl, güzel kokulu bir hava oluşur. İnsan böyle bir havayı içine doldurmak için bir değil on tane ciğeri olsun ister. Gökyüzü olağanüstü cazibesini bu tür açık havalarda bütün cömertliğiyle sergiler. Öylece, büyülenmiş bir şekilde göklere bakarken parlak bir çizgi görür insan, saniyelik bir olaydır bu. Bir yıldız kaymıştır, insanı heyecanlandıran, kalbini uykudan uyandıran bir görüntüdür bu; parlak çizgi uzun sürerse heyecan daha da artar. Yıldızlar göklere ateşten ve ışıktan imzalarını atarlar!..


Elbette bu kayan şey yıldız dediğimiz güneşlerden biri değil bir göktaşıdır. Uzayın serserileridir onlar; dünyaya caka satarken bir anda ne olduklarını anlayamayıp dünyanın çekim alanına girerler ve atmosferde müthiş bir hızda yol almaya başlarlar. Yol alırken de yanmaktadırlar. Yanıp kül olanlara meteor denir; yanmaya direnip dünyaya ulaşmayı başaranlar ise meteoritlerdir. Yani bir gün yakınınıza ya da kafanıza uzaydan bir şey düşerse bu meteor değil bir meteorittir!.. Zaten onun meteorit olduğunu anlamaya zamanınız da kalmaz!.. Meteorlar ise kül halinde sürekli olarak kafamıza yağarlar, sanki birileri yukarıda mangal yapıp küllerini savurmaktadır.

Bu enfes doğa olayının en güzel yanı böyle bir şey görünce bir dilek tutmaktır. Bir inanca göre kayıp ölmekte olan yıldız kendisinden bir istekte bulunanın isteğini ölmeden önce yerine getirecektir!.. Hoş bir masaldır bu. Bu dileğin gerçekleşme şartlarından biri de onu kimseye söylememektedir.

Yazın deniz kenarındaki kumsallara uzanıp, dalgaların kıyıya vururkenki sesleri eşliğinde gecenin karanlığında biraz sabır gösterenler yıldız kayması dediğimiz harika olaya mutlaka tanık olurlar. Türkiye'de gökyüzü yaz aylarında çoğu kez berraktır ve bu açıdan çok şanslı bir ülkede yaşadığımızı da bilmemiz gerekir. Yazı yağmurlu geçen ya da gökleri genellikle bulutumsu olan, evreni, yukarıdaki kainatı net bir şekilde görmeyen ülkeler çok önemli bir şeyi, yücelerdeki eşsiz tabloyu izlemeyi kaçırırlar ve sırf bu yüzden manevi ve sanatsal açıdan çok fakirleşirler.

Yıldız kayması çok ani olduğu için insan hemen bir dilek tutmak zorunda hisseder kendisini. Bu bir tür oyundur; yaşam bu tür oyunlar olmadan çok tatsız tuzsuz olur. Hemen bir dilek tutmak ise hiç kolay olmaz, çünkü birkaç dilek aynı anda insanın aklına gelir; hangisini tercih etmemiz gerektiğine hemen karar veremeyiz; dileği önceden düşünmüş olmak işi kolaylaştırır. Bu romantik oyunu insan kışın oynayamaz; o yüzden yaz ayları bu tür oyunlar için idealdir.

Yaşamımız boyunca nice yıldızlar kayar; yok oluşların ışıktan çığlıklarıdırlar onlar.

Mehmet Murat ildan

Maria Celeste'nin İnce Ruhu




Dava Sobel'in kitabı "Galileo'nun Kızı," okurken çok keyif aldığım bir kitaptı. Galileo'nun Venedikli Maria Gamba'yla çok uzun yıllar süren ilişkisinden Ağustos 1600 yılında Maria isimli bir kızı olmuştu.

Galileo, Marina Gamba'yla hiç evlenmediği için kızı Maria'nın da uygun bir eş adayı olma ihtimali ortadan kalkmıştı. O nedenle Maria küçük yaşta Arcetri'deki San Matteo Manastırı'na verildi. Maria, babasının göklerle, yıldızlarla uğraştığını bildiğinden ona bir şükran borcu olarak ismini değiştirdi ve Maria Celeste adını aldı.

Rahibe Suor Maria Celeste 1623'ten, öldüğü yıl 1634'e kadar babasına 120 mektup yazmıştır. Bu mektuplar tek kelimeyle harika kibarlık ve sevgi mektuplarıdır. Mektuplarda kullanılan incelik ve zerafet elbette rahibe Celeste'nin ince ruhlu, terbiyeli ve kibar biri olmasından kaynaklanır. Mektuplardan bir tanesini aşağıya aktarıyorum:


"Pek Sevgili Efendi Babam
Vincenzio'muz buraya gelerek evlenmek, saygın bir ailenin kızını almak üzere olduğunu söyledi. Bu beklenmedik haber beni öylesine sevindirdi ki mutluluğumun, size duyduğum sevgi, sizin sevinçlerinizden aldığım tat kadar büyük olduğunu söyleyebildim ancak. Mutluluğumun muazzamlığını bu cümleyle anlatabilirim diye düşündüm.

Sizin oğlunuzun benim de kardeşimin temiz vasıflarının kefil olduğu bu hoşlukların tadına varabilesiniz diye Rabbime size uzun yıllar sağlık vermesi için yakarıyorum. Bana sakin ve akıllı bir genç gibi göründüğünden ona duyduğum sevgi de her geçen gün büyüyor.

Aslında, bunu sizinle karşı karşıya kutlamayı ne çok isterdim efendim. Hiç olmazsa Vincenzio'nun nişanlısını nasıl ziyaret etmeyi düşündüğünüzü mektupla anlatma inceliği gösterir misiniz; yani, Vincenzio da oraya geldiğinde Prato'da buluşmak iyi olur mu, yoksa kız Floransa'ya gelinceye kadar beklemek daha mı iyi? Çünkü biz hemşireler arasında bu olağan bir formalitedir; onun da bir manastır tecrübesi olduğuna göre bu adetleri bilecektir. Kararınızı bekliyor ve bu süre zarfında size bütün kalbimle adieu diyorum.

sizi seven kızınız,
Suor Maria Celeste"

Mektuplardan birinde şöyle yazmıştır: "... Mektubuma burada son veriyorum; şu anda gecenin üçüncü saati ve gözlerim kapanıyor. O yüzden bir münabetsizlik ettimse beni affedin. Mektubunuzda isim isim belirterek gönderdiğiniz selamlarınıza misliyle mukabele ederiz. Rabbimin inayeti hep üstünüze olsun..."

Onun bütün mektupları baştan aşağı bu tür inceliklerle doludur ve böyle kibarlıklar insana sonsuz bir huzur ve mutluluk verir. Ben kibarlığı, nezaketi insani özelliklerdeki gelişmenin en üst noktalarından biri olarak görüyorum. Kibar bir insan tanıdıysanız, sizi mutlu etmek için kelimeleri özenle seçen, davranışlarını özenle ayarlayan, herhangi bir konuda sizi kırmamak için üst düzey bir çaba gösteren terbiyeli, düşünceli bir insan tanıdıysanız kendinizi şanslı saymalısınız, çünkü böyleleri her zaman ender olur. Kargaları her yerde görürüz, ama bülbüller, kuğular her zaman yolumuza çıkmazlar, nadiren rastlarız onlara...



Mehmet Murat ildan

Eckerman'la Sohbet




Üstat Shakespeare'in yazdığı oyunların neredeyse tamamının konuları başka bir yerden alınmadır, bu nedenle eleştirildiği de olur. Ancak Alexandr Abramoviç Anikst'in de dediği gibi bir yazarın orijinalliğini konunun yeni oluşu belirlemez; belirleyici olan o konunun sanatsal olarak hangi yetkinlikte ele alındığı, bu alınma biçimiyle yaşamın önemli yönleri ve insan karakteri konusunda yapılan keşifler, dil zenginliği ve ifade gücüdür.


Johann Wolfgang von Goethe, sekreteri Eckerman'la sohbet ederken bu konuyu güzel bir şekilde açıklar.

Goethe şöyle demişti:
"Bir başağın ayrı ayrı parçalardan oluştuğunu da, antikçağ Herkül'ünün kolektif bir varlık olduğunu ve kendisinin ve diğer insanların edimlerinin büyük taşıyıcısı olduğunu da unutuyorlar."

Üstat şöyle devam eder:
"Kendimizi ne sanırsak sanalım, gerçekte hepimiz kolektif varlıklar değil miyiz? İşin doğrusu, gerçek anlamda tamamen kendimizin sayabileceğimiz ne kadar az şey vardır! Bizden öncekilerden almak ve öğrenmek zorundayız.

En büyük dahi bile, her şeyi ta en başından kendisi yaratmak isteseydi fazla ileriye gidemezdi. Ama birçok iyi insan, orijinallik peşinde koşarak yaşamlarının yarısını karanlığın içinde el yordamıyla dolaşarak geçirirler. Kendilerine hiçbir ustayı örnek almamakla ve eserlerinin hepsini kendi benzersiz dehalarına borçlu olduklarını söyleyerek övünen ressamlar tanırdım. Aptallar! Sanki böyle bir şey olanaklıymış, sanki dış dünya onlara her adımda işlemiyormuş ve aptallıklarına bakmaksızın onları kendine göre şekillendirmiyormuş gibi!

Ben iddia ediyorum ki, böyle bir ressam, büyük ustaların resimlerinin asılı olduğu bu odanın duvarları boyunca yürürken resimlere kaçamak da olsa şöyle bir baksa, bütün dehasına rağmen buradan değişmiş ve büyümüş olarak çıkardı.

Bizde iyi olan bir şey varsa, aslında bu, dış dünyanın araçlarını kullanma ve yüce amaçlarımıza hizmet etmelerini sağlayabilme gücü ve yeteneğidir. Kendim hakkında konuşacak olursam, aynen böyle hissettiğimi bütün alçakgönüllülüğümle söylemek zorundayım." diyor Goethe.

Sohbete şöyle devam ediyor:
"Uzun yaşamım boyunca, övünmeyi hak ettiğimi sandığım bazı şeyleri düşünmeyi ve yapmayı başardığım doğrudur, ama dürüst konuşmak gerekirse, burada kendime ait olan yalnızca görme, duyma, ayırt etme ve seçme becerisi ve yeteneğiyle, gördüğüm ve duyduğum şeyi kendi zekamla ifade edebilme ve belli bir beceriyle bunu başkalarına aktarabilme yeteneğidir.

Eserlerimi sadece zekama değil, benim dışımda bana materyal sağlayan binlerce şeye ve kişiye borçluyum."

Konuşmasını şöyle bitirir:
"Sonuç olarak, insanın kendisinden mi yoksa başkalarından mı aldığı, kendisinin mi yoksa başkalarının aracılığıyla mı hareket ettiği önemli değildir; mesele güçlü bir isteğe sahip olmak ve onu maharetle ve azimle gerçekleştirebilmektir, gerisi önemli değildir."

Goethe'nin bu mütevazı sözleri üzerine fazla bir yorum yapmak gerekmiyor çünkü ben de bu konuda tıpkı onun gibi düşünüyorum.

Mehmet Murat ildan

Monday, August 24, 2009

Güneşe Dokunmak



Atakule'ye ilk kez ne zaman çıktığımı hatırlamıyorum. Belki de yıllar önce ilk açıldığı gün olan 13 Ekim'de gitmiştim oraya, Fransa'ya gitmeden birkaç ay önceydi herhalde. Kiminle gittiğimi hatırlıyorum. Gaziosmanpaşa'da oturan lise arkadaşım Faik'le gitmiştik; sadece bir tost ve kola içip oldukça yüklü bir para verdiğimizi de gayet iyi hatırlıyorum.


Yıllar sonra yine kuleye çıkma fırsatını buldum. Kuleye çıkış 3 lira kadar. Tepede farklı mekanlar mevcut. Kubbe restoran denilen yer sanırım Ankara'nın en yüksek noktasına oldukça yakın. Burası 115 metre yükseklikte. Birkaç arkadaşla menüye baktıktan sonra fikrimizi değiştirerek aşağıya indik. Aşağıdaki yerin ismi de Dönen restorandı! İçeri girildiğinde dönme olayı pek anlaşılmıyor, ancak pencereye gelip manzara seyrederken elinizi yasladığınızda küçük bir baş dönmesi türü bir şey hissediyorsunuz.


Bu kısım 1 turu 1.5 saatte tamamlıyor. Kayra marka kadeh kırmızı şarabın fiyatı 15 lira civarında, ki yukarıdaki Kubbe restorana göre çok daha hesaplı. Elbette burada insan parayı şaraba değil manzaraya veriyor, o nedenle fiyatların çok da pahalı olduğunu düşünmüyorum; o manzaraya da kesinlikle değer. Dönen restoranın duvarlarında hoş resimler vardır. Örneğin bir balo sahnesi görürsünüz; bir kadınla bir erkek muhtemelen Paris'te büyük bir salonda dans etmektedirler. İnsan bu tabloyla birlikte kısa süreli hayallere dalar. Sonra güneşin batmakta olduğunu fark edip manzaraya bakarsınız, o arada balo resmi başka bir yere kayıp gitmiş olur, yerine yeni bir resim gelmiştir; hem onu yorumlamaya ve hem de bir sonra gelecek olan resmi düşünmeye başlarsınız. Tablolarla manzara arasında bir sarkaç gibi gidip gelinir.



Oturulan yer dönerken sabit yerler de olduğundan şarap içmeden bile insanda hafif bir baş dönmesi olabilmektedir. Gün batımının en güzel görüldüğü yerlerin bir listesi yapılsa bu çok uzun bir liste olurdu, çünkü binlerce farklı kişi onlarca farklı yerin en iyi gün batımı seyretme yeri olduklarını söyleyeceklerdir. Kimisi Nemrut Dağı der, kimisi Büyükada der, kimisi Venezüela'daki bir tepeden, Amazon ormanındaki bir ağacın üzerinden bahseder. Sanırım güneş az ya da çok pek çok yerden aynı ihtişamla batar, fakat o ihtişamı bize farklı algılatan şey aslında kiminle birlikte olduğumuzdur bence. Mekanlar kesinlikle bir anlam ve fark yaratırlar ama asıl anlam ve farkı yaratan kişilerdir; mekanlar sadece yan destekleyicidirler. Eğer sevdiğimiz kişi Afganistan'da ise Afganistan bile bizim gözümüzde bir güzellik kazanır. Anlamın temel kaynağı" kişilerden gelir, mekanlardan değil. Mekanlar bizi kendilerine bağlayamazlar; kişiler bizi bir mekana bağlayabilirler ancak. Kişiler yoksa mekanlar da yoktur.



Atakule 125 metre kadar yüksekliktedir ve 87. metrede bir teras bulunmaktadır. Bu terasa intiharları önlemek için yüksek demirler yapılmıştır; tırmanmak için yukarı kısmını tutarsanız elinizi kesecek kadar keskin yapılmışlardır. Ben tuttum, elbette sadece bir empati yapmak için...
Bu bölümde çok rüzgar olur ve etek giymiş bayanlar her an Marilyn Monroe'nun meşhur sahnesini yaşayabilirler, o yüzden pantolon burası için daha uygundur; camlar, rüzgarın gücünü pek azaltmazlar. O yükseklikler her zaman dalgalı olurlar. Rüzgar dalgaları bıkıp usanmadan kulenin beton sahillerine sertçe vururlar.


Bu dönen kafede Fransızca müzikler çalmaktadır ve sanırım gün batımına uygun müziklerdir bunlar. Gün batımı esnasında insan hayranlık duygusu içindedir; sabah yeniden doğacağını bildiğimiz için içimizde korku olmaz. Gün batarken bazen bir uçak da o açıdan geçmektedir ve tamamen kızıla bulanır; insan bir anda o uçağın içindeki yolcuları düşünür; nereye gitmekte ya da nereden gelmektedirler?.. Güneş ufukta dağlara değerken batışı hızlanır. Yüzümüze gelen kızıl ışınların 8.5 dakika önce orada, güneşin içinde olduklarını düşünüp kendimizi sanki güneşe dokunmuş gibi de hissederiz.


Mehmet Murat ildan

Gözlemevinde Kırmızı Şarap



İnsanların karakterleriyle, yapılarıyla ilgili olarak sevdikleri bazı şeyler, bazı yerler olurlar. Bu yerlerden biri benim için Deniz Fenerleridir. Gerçi ülkemizde Deniz Feneri sözcüğü soygun anlamına geldiğinden insanda biraz soğuma yapar ama gerçek Deniz Fenerleri harika yerlerdir. Deniz kenarlarındaki yalıyar denen uçurumlar da benim hoşuma giden yerlerdir. Bu harika yerlerden biri de rasathanelerdir.


Geçmişte gitmeyi aklıma koyup da gitmediğim yerlerden bir tanesi de Ankara Üniversitesi Rasathanesi'ydi; orası benim açımdan planlayıp da yapmadığım için "Yarım kalmış işler" kategorisindeki bir meseleydi ve başka bir yazımda belirttiğim üzere insan "Yarım" bıraktığı işlere, "Yarım" bıraktığı bütün meselelere daha sonraki zamanlarda dönüp onu başarıyla tamamlayabilir.







Ankara Üniversitesi Rasathanesi'ne Konya yolu üzerinden ulaşılıyor; daha sonra İncek bulvarına sapılıp Ahlatlıbel mevkiine gidiliyor. Bir arkadaş grubuyla oturulurken Eren isimli Çevre Topluluğundan bir arkadaşımın ya da onun kız arkadaşının fikriyle aniden gelişen bir planla gece yarısına doğru rasathaneye gittim. Burada kapıdaki bekçiye "Daha önce gelmiştik, Taner bey biliyor" şeklinde bir şey söylendikten sonra içeri girildi. Bu tür kilit sözcükler bazen kapıları açabilmektedir! Daha önce bir keresinde Hacettepe Üniversitesi'ne girerken de bir arkadaşım filanca hocanın ismini verdiğinde "Buyrun geçin" izni hemen verilmişti. Herhalde bütün bu "kilit" ya da "şifre" isimleri ezberlemek yararlı olmaktadır!..



Rasathane bölgesinde pek ışık yakılmıyor, o yüzden yürüyüş yolları karanlıktır. Fakat Ahlatlıbel bölgesinde artık gözle görülür bir şekilde ciddi bir ışık kirliliği var ve sanırım rasathanenin buradan taşınması gerekmektedir. Buranın kuruluş çalışmaları 1954 yılında başlamış ve Hollandalı bir astofizikçi olan Profesör Egbert Adriaan Kreiken isimli birisi görevlendirilmiş; zaten orada adı Kreiken olan bir teleskop da var. Bizim gittiğimiz gözlem odasında ismi Coude olan bir teleskop vardı. Onun bir resmini aşağıda veriyorum:






Bu teleskop küçük sayılabilecek bir teleskop. Daha çok eğitsel etkinliklerde kullanılıyormuş. Teleskopun küçüklüğü Jüpiter'e bakınca da anlaşılmaktadır. O gece teleskoptan gökyüzüne baktığımda aşağıdaki resmin aynısı gördüm. Burada Jüpiter'in üzerindeki çizgiler ve etrafındaki onlarca uydudan 3 tanesi de görülebilmektedir. Doğrusu biraz hayal kırıklığına uğramıştım, en azından daha yakın bir görüntü bekliyordum. Jüpiter, bizim sistemimizdeki gezegenler içinde en büyük olanıdır; uydularını 1610 yıllarında üstat Galileo kendi teleskopuyla keşfetmiştir.





Gözlem binası pek büyük sayılmaz. Merdivenlerle üst kata çıkılmaktadır. İçeride kırmızımsı bir ışıklandırma vardır; insan kendisini adeta bir denizaltında hisseder. Biz oraya gittiğimizde içeride 3-4 kişi daha vardı ki bu durum ortamı biraz bozmaktadır. Şahsen ben o gözlem yerinde ya yalnız olmak isterdim ya da uyumlu, akıllı, sessiz sakin, uzayı merak eden, evrensel konularda konuşmayı seven en fazla bir kişi daha isterdim.


Grup ya da "sürü" etkinlikleri her kafadan bir espri çıktığı için oldukça keyifli olabilmekle birlikte dikkat dağıtıcı veyahut ortam bozucu da olabilmektedir. Grup olaylarında özellikle "show off" denilen gösteriş ya da bir kendini kanıtlama, ortam komiği olma çabası fazlaca olur. En güzeli, "az" ve "öz"olandır; en güzel geziler "az" ve "öz"le yapılan gezilerdir.







İnsanlar teleskopla Jüpiter'e bakarlarken içeriye davetsiz bir yarasa girdi. Yarasa kendilerine çarpmasın diye doğal olarak insanlar arasında eğilip bükülmeler oldu, sanki bir futbol maçında Meksika Dalgalanması yapılmaktaydı!.. Ben yarasayı göremedim; ses dalgalarıyla yollarını bulan bu gizemli yaratık geldiği yerden sessizce çıkıp gitti. Zaman zaman ender bir şekilde gelişen sessizliklerde ben oradan, o küçük kubbemsi gözlem odasından tamamen koptum, gözlerimi kubbenin göğe açılan penceresine çevirdim ve birkaç saniye de olsa uzak sonsuzluğu, nereden gelip nereye gittiğimizi düşündüm.




Sanırım o gözlem binası sadece bana ait olsaydı içerideki kırmızı lambayı tamamen söndürüp küçük bir mum yakardım; çok kaliteli bir kırmızı şarap açardım ve aşağıdaki şu şarkıyla birlikte tek gözümü kapatıp teleskopun bize biraz olsun yaklaştırdığı sonsuzluğa, sonsuz huzura karışıp giderdim...









Mehmet Murat ildan