Monday, August 17, 2009

Zen Hikayeleri

USTA GASAN

Usta Gasan’ın keşişlerinden biri Tokyo’da bir üniversiteyi ziyarete gitmişti. Döndüğünde, İncil’i hiç okuyup okumadığını sordu ustasına. Usta, “Hayır, okumadım” diye yanıt verdi ve devam etti: “Lütfen bana biraz oku.”


Keşiş İncil’i açtı ve Matta İncil’indeki Dağ Vaazı’ndan şu bölümü okudu: “Ve niçin elbiselerden ötürü kaygı çekiyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüklerine iyi bakın; ne çalışırlar ne de iplik eğirirler; size derim: Süleyman bile bütün izzetinde bunlardan biri gibi giyinmiş değildi!.. Bundan dolayı, yarın için kaygı çekmeyin; zira yarınki gün kendisi için kaygı çekecektir.”

Usta Gasan uzun bir süre sessiz kaldı ve ardından konuştu. “Evet,” dedi, “Bu sözleri kim söylemişse o kişi aydınlanmış biridir. Bana okuduğun şey burada sana öğretmeye çalıştığım her şeyin özüdür.”

Öğrenci okumaya devam etti: “Dileyin, size verilecektir; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır, çünkü her dileyen alır, arayan bulur, ve kapıyı çalana açılır.”

Usta Gasan şöyle söyledi: “Bu mükemmel! Bunu kim söylemişse Buda’lıktan çok uzakta biri değil!.”

Sevdiğim bir hikayedir bu. Bir söz, bir Hıristiyan ya da bir Budist tarafından söylenmiş olabilir; bu önemli değildir, hiç önemli değildir, önemli olan “öz”dür!.. Yukarıdaki şu cümleyi dikkatle yeniden okuyalım: "Bunu kim söylemişse..." Çok güzel bir ifadedir bu... her kim söylemişse, ister bir kral ister bir köle, ister bir fakir ister bir deli, bu hiç fark etmez, söylediği şey güzel; söylediği şey "öz"dür, kimin söylediği önemli değil...

ŞEFKAT

Çin'de bir keşişi 20 yıldan fazla desteklemiş olan yaşlı bir kadın vardı. Ona, içinde meditasyon yapabileceği küçük bir kulübe bile yapmıştı; onu beslemişti. Bir gün keşişin ne kadarlık bir ilerleme kaydettiğini merak etti. Bunu ortaya çıkarmak için arzulu bir kızdan yardım istedi. "Git ve keşişi kucakla, sonra da ona aniden sor: Bu konuda ne yapacaksın şimdi?" diye talimat verdi yaşlı kadın.


Kız, keşişin yanına gitti, onu kucakladı ve bu konuda ne yapacağını ona sordu. Keşiş, şairane bir şekilde, "Yaşlı bir ağaç kışın soğuk bir kayada büyür," diye yanıtladı. "Hiçbir yerde sıcaklık yoktur."


Kız, yaşlı kadının yanına gitti ve keşişin sözlerini aktardı. "Ben bu adamı 20 yıl boyunca besledim!" dedi yaşlı kadın öfkeyle. "Senin ihtiyaçların için hiçbir ilgi göstermedi. Senin tutkuna yanıt vermek zorunda değildi, fakat hiç olmazsa şefkat gösterebilirdi..." Yaşlı kadın hemen keşişin kulübesine gitti ve kulübeyi yakarak ortadan kaldırdı.

Bu da öteki Zen hikayeleri gibi güzel bir hikaye. Şefkat gerçekten de çok önemli bir duygu ve bu duygudan yoksun olmak insanı fakirleştirir, onun değerini müthiş düşürür. Dalai Lama'nın bir kitabını okuduğumda (Mutluluk Sanatı) onun en belirgin özelliğinin şefkat olduğunu düşündüm...


BEYAZ AT

Yaşlı bir çiftçi vardı. Bir gün atı çiftliğinden kaçtı. Bu haberi işiten komşuları onu ziyarete geldiler. “Ne kötü şansın varmış,” dediler ona. “Belki. Bilemeyiz…” diye yanıt verdi yaşlı çiftçi. Ertesi gün kaçan at geri döndü; beraberinde de üç vahşi at vardı. “Ne mükemmel bir şans!” diye haykırdılar komşuları. “Belki. Bilemeyiz…” diye yanıtladı yaşlı çiftçi. Bir sonraki gün, vahşi atlardan birini eğitmeye çalışan oğlu attan düştü ve bacağını kırdı. Komşular bu şansızlık konusunda yaşlı adamı yine teselli etmeye çalıştılar ve ondan aynı yanıtı aldılar. Birkaç gün sonra askeri bir görevli köye geldi ve köydeki bütün gençleri toplayıp savaşa götürdü, yalnızca bacağı kırık olan genç köyde kaldı. Komşular çiftçiyi böyle bir şansa sahip olmasından dolayı kutlamak istediler. Yaşlı çiftçi şöyle söyledi: “Belki. Bilemeyiz…”


Bu gerçekten hoş bir öyküdür. Büyük Marmara Depremi’nde sahildeki apartmanların bazıları sular altında kalmış ve burada yaşayanlar ölmüştü. Herhalde bu insanlar zaman zaman balkonlarında oturup deniz manzarasına bakarak ne kadar şanslı olduklarını düşünüyorlardı. Titanik faciası da bunun en güzel örneklerinden biridir; o gemideki herkes kendisini o gemide olmaktan dolayı müthiş şanslı sayıyordu. Bu olay, bütünü bilmeden parçalara bakmaktır. Ben artık parçalara pek fazla bakmıyorum; çünkü bu yanıltıcı olabilmektedir.

Bu yukarıdaki felsefe, insanı hem başarı ve hem de başarısızlık, hem elde etmeler ve hem de elde etmemeler karşısında ölçülü, dengeli kılar. Yaşamın bir akış olduğunu ve o akışın içerisinde bir noktada durup "Şanslıyız" diye haykırmanın ya da "Şanssızız" diye hüzünlenmenin pek bir önem taşımadığını anlatır bu düşünce, çünkü akış devam etmektedir, yolculuk devam etmektedir. Her şey yoldadır, her şey önceden saptanmadan bir oluşum halindedir. Bunları bilmek insanı sakin ve serinkanlı yapar.

Bir başarı kazandınız, büyük bir heyecana, büyük bir sevince gerek yok, çünkü henüz hikaye devam ediyor, hikayenin sonu çok önemlidir!.. Sonlar, her zaman önemlidir. Fakat şunu da çok iyi bilmek gerekir ki, sevinmek hapşırmak gibidir; insanın sevineceği geldi mi, içten gelen bu duyguyu sonuna kadar da yaşamak, hapşırmak gerekir!.. O, içsel bir patlamadır ve patlamasına engel olmak doğru değildir. Sadece bu hikayeyi de bir şekilde hatırlamak yararlıdır.


BÜYÜK DALGALAR

Meiji döneminin ilk zamanlarında O-Nami (Büyük Dalgalar) isimli ünlü bir güreşçi yaşamıştı. O-Nami olağanüstü bir biçimde güçlüydü ve güreş sanatını iyi biliyordu. Özel müsabakalarda hocasını bile yenmişti, fakat halkın önünde o kadar utangaçtı ki, kendi öğrencileri bile onu yenerdi.


O-Nami bu konuda yardım almak için bir Zen ustasına gitti. Gezgin hoca Hakuju bazı zamanlar yakındaki küçük bir tapınağa uğrardı; O-Nami onu görmeye gitti ve ona kendi sorununu anlattı. “Bu gece tapınakta kal. Kendini büyük dalgalar gibi hayal et. Artık birilerinden korkacak bir güreşçi değilsin sen; yoluna çıkan her şeyi silip süpürecek büyük dalgalardansın. Bunu hayal et, dünyanın en büyük güreşçisi olacaksın!” dedi Hakuju. Bir süre sonra hoca emekli olur.


O-Nami meditasyon yapar ve kendisinin dalgalar gibi olduğunu hayal eder. Gece ilerledikçe kendisini dalgalarla daha fazla özdeşleştirir; dalgalar giderek büyümektedirler. Vazolardaki çiçekleri ezip geçer dalgalar. Buda heykeli bile sular altında kalır. Kuşluk vaktinden önce tapınak bir denize dönüşmüştür artık. Sabah vakti hoca onu bulur; O-Nami meditasyon yapmaktadır ve yüzünde hafif bir gülümseme vardır. Hoca güreşçinin omzundan sarsar.


“Şimdi artık hiçbir şey seni rahatsız edemez. Sen artık o büyük dalgalarsın. Önündeki her şeyi ezip geçersin.”
Aynı gün O-Nami girdiği bütün yarışmaları kazanır. O günden sonra Japonya’da kimse onu yenemez…

Her şey zihinde başlar…


DAĞ ÇİLEKLERİ

Bir Zen ustası ormanda yürüyüşe çıkmıştı. Sakinliğin ortasında önünde aniden yırtıcı kaplanlar belirdi. Usta koşmaya başladı. Öyle bir yere geldi ki yol tükendi. Kaplanlar tarafından parçalanarak ölmektense uçurumdan atlamaya karar vererek kendisini boşluğa bıraktı. Düşerken elbiseleri bir ağacın dalına takıldı ve uçurumun başlarında bir yerde havada asılı olarak kaldı. Bir süre sonra, topraktaki bir delikten iki farenin çıktıklarını ve hemen yanı başlarındaki bitkinin içine dalarak bir şeyler kemirmeye başladıklarını gördü. Lezzetli dağ çileklerini fark eden Zen ustası hiçbir şey olmamış gibi sakince çilekleri yemeye başladı...


Yaşamı geldiği şekliyle yaşamak... Yaşamın her anında, o an ne kadar korkunç olursa olsun yine de o ana minnettar olmak, geçmişi ve geleceği unutup o anın içinde yüzmek... Elbette herkes bu Zen ustası gibi yapamaz, hatta çok az kişi bu Zen ustası gibi yapabilir dersem daha doğru olur. Ama bu Zen hikayesini bilmek insanı rahatlatır.

Yalnızca çileği yiyip geçmişi ve geleceği unutmak, bir süreliğine dahi unutmak... Yukarıda kaplanlar, aşağıda uçurum... Yukarıda kükremeler, aşağıda ölüm... Yukarısı geçmiş, aşağısı gelecek... ama bir de "şimdi" var, "şu" an var... ve her şeye rağmen çileğin enfes tadıyla mutlu olmak... bir süreliğine mutlu olmak… Çünkü mutluluk hep yalnızca bir süreliğinedir, kısa bir süreliğinedir, mutlu zaman hızlı geçer, mutlu anlarımız ışık hızında yol alır, mutsuz anlarımız her zaman bir kaplumbağadır, bir sümüklü böcektir, mızmızdır, yavaştır.

Mutluluk kesintisiz 30 yıl sürse bile kısadır, 50 yıl sürse bile kısadır... ve elbette nihai olarak, yıkılmaz gibi duran o duvara toslar insan!.. Konuyu varoluş sorunumuza bağladım, çünkü “Omnes viae Romam ducunt!” yani bütün yollar Roma'ya çıkar!.. Roma, varoluştur!.. Varoluş en büyük meseledir. Varoluş sorunumuz olmasaydı üstat Shakespeare şimdi aramızdaydı… Gandiji de öyle… ve sevgili Buda… ve üstat Moliere… ve Goethe… Ve sevdiğimiz herkes ve dahi sevmediklerimiz de…

Var olan var olmalıdır, yok olmamalıdır!..

İngiliz romancı Mary Shelley'in romanından uyarlanmış Frankeştayn'daki korkunç canavar, idealist felsefe öğrencisi genç doktor Victor Frankestein'ın karısını öldürür. Orada, Victor'un karısını yeniden yaratmak için umutsuz ve çılgınca bir çaba içine girdiği güzel, ama bir o kadar da trajik bir diriltme sahnesi vardır. Bu sahneyi iyi anlamak ve çok derinden hissetmek gerek...

Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment