Keşiş İncil’i açtı ve Matta İncil’indeki Dağ Vaazı’ndan şu bölümü okudu: “Ve niçin elbiselerden ötürü kaygı çekiyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüklerine iyi bakın; ne çalışırlar ne de iplik eğirirler; size derim: Süleyman bile bütün izzetinde bunlardan biri gibi giyinmiş değildi!.. Bundan dolayı, yarın için kaygı çekmeyin; zira yarınki gün kendisi için kaygı çekecektir.”
Usta Gasan uzun bir süre sessiz kaldı ve ardından konuştu. “Evet,” dedi, “Bu sözleri kim söylemişse o kişi aydınlanmış biridir. Bana okuduğun şey burada sana öğretmeye çalıştığım her şeyin özüdür.”
Öğrenci okumaya devam etti: “Dileyin, size verilecektir; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır, çünkü her dileyen alır, arayan bulur, ve kapıyı çalana açılır.”
Usta Gasan şöyle söyledi: “Bu mükemmel! Bunu kim söylemişse Buda’lıktan çok uzakta biri değil!.”
Sevdiğim bir hikayedir bu. Bir söz, bir Hıristiyan ya da bir Budist tarafından söylenmiş olabilir; bu önemli değildir, hiç önemli değildir, önemli olan “öz”dür!.. Yukarıdaki şu cümleyi dikkatle yeniden okuyalım: "Bunu kim söylemişse..." Çok güzel bir ifadedir bu... her kim söylemişse, ister bir kral ister bir köle, ister bir fakir ister bir deli, bu hiç fark etmez, söylediği şey güzel; söylediği şey "öz"dür, kimin söylediği önemli değil...
Çin'de bir keşişi 20 yıldan fazla desteklemiş olan yaşlı bir kadın vardı. Ona, içinde meditasyon yapabileceği küçük bir kulübe bile yapmıştı; onu beslemişti. Bir gün keşişin ne kadarlık bir ilerleme kaydettiğini merak etti. Bunu ortaya çıkarmak için arzulu bir kızdan yardım istedi. "Git ve keşişi kucakla, sonra da ona aniden sor: Bu konuda ne yapacaksın şimdi?" diye talimat verdi yaşlı kadın.
Bu da öteki Zen hikayeleri gibi güzel bir hikaye. Şefkat gerçekten de çok önemli bir duygu ve bu duygudan yoksun olmak insanı fakirleştirir, onun değerini müthiş düşürür. Dalai Lama'nın bir kitabını okuduğumda (Mutluluk Sanatı) onun en belirgin özelliğinin şefkat olduğunu düşündüm...
Yaşlı bir çiftçi vardı. Bir gün atı çiftliğinden kaçtı. Bu haberi işiten komşuları onu ziyarete geldiler. “Ne kötü şansın varmış,” dediler ona. “Belki. Bilemeyiz…” diye yanıt verdi yaşlı çiftçi. Ertesi gün kaçan at geri döndü; beraberinde de üç vahşi at vardı. “Ne mükemmel bir şans!” diye haykırdılar komşuları. “Belki. Bilemeyiz…” diye yanıtladı yaşlı çiftçi. Bir sonraki gün, vahşi atlardan birini eğitmeye çalışan oğlu attan düştü ve bacağını kırdı. Komşular bu şansızlık konusunda yaşlı adamı yine teselli etmeye çalıştılar ve ondan aynı yanıtı aldılar. Birkaç gün sonra askeri bir görevli köye geldi ve köydeki bütün gençleri toplayıp savaşa götürdü, yalnızca bacağı kırık olan genç köyde kaldı. Komşular çiftçiyi böyle bir şansa sahip olmasından dolayı kutlamak istediler. Yaşlı çiftçi şöyle söyledi: “Belki. Bilemeyiz…”
Bu gerçekten hoş bir öyküdür. Büyük Marmara Depremi’nde sahildeki apartmanların bazıları sular altında kalmış ve burada yaşayanlar ölmüştü. Herhalde bu insanlar zaman zaman balkonlarında oturup deniz manzarasına bakarak ne kadar şanslı olduklarını düşünüyorlardı. Titanik faciası da bunun en güzel örneklerinden biridir; o gemideki herkes kendisini o gemide olmaktan dolayı müthiş şanslı sayıyordu. Bu olay, bütünü bilmeden parçalara bakmaktır. Ben artık parçalara pek fazla bakmıyorum; çünkü bu yanıltıcı olabilmektedir.
Bu yukarıdaki felsefe, insanı hem başarı ve hem de başarısızlık, hem elde etmeler ve hem de elde etmemeler karşısında ölçülü, dengeli kılar. Yaşamın bir akış olduğunu ve o akışın içerisinde bir noktada durup "Şanslıyız" diye haykırmanın ya da "Şanssızız" diye hüzünlenmenin pek bir önem taşımadığını anlatır bu düşünce, çünkü akış devam etmektedir, yolculuk devam etmektedir. Her şey yoldadır, her şey önceden saptanmadan bir oluşum halindedir. Bunları bilmek insanı sakin ve serinkanlı yapar.
Bir başarı kazandınız, büyük bir heyecana, büyük bir sevince gerek yok, çünkü henüz hikaye devam ediyor, hikayenin sonu çok önemlidir!.. Sonlar, her zaman önemlidir. Fakat şunu da çok iyi bilmek gerekir ki, sevinmek hapşırmak gibidir; insanın sevineceği geldi mi, içten gelen bu duyguyu sonuna kadar da yaşamak, hapşırmak gerekir!.. O, içsel bir patlamadır ve patlamasına engel olmak doğru değildir. Sadece bu hikayeyi de bir şekilde hatırlamak yararlıdır.
Meiji döneminin ilk zamanlarında O-Nami (Büyük Dalgalar) isimli ünlü bir güreşçi yaşamıştı. O-Nami olağanüstü bir biçimde güçlüydü ve güreş sanatını iyi biliyordu. Özel müsabakalarda hocasını bile yenmişti, fakat halkın önünde o kadar utangaçtı ki, kendi öğrencileri bile onu yenerdi.
Aynı gün O-Nami girdiği bütün yarışmaları kazanır. O günden sonra Japonya’da kimse onu yenemez…
Var olan var olmalıdır, yok olmamalıdır!..
No comments:
Post a Comment