Monday, July 5, 2010

Filyos Seyahatim



2010 yılının 3-4 Temmuz günleri arasında Batı Karadeniz bölgesine yaptığım seyahate, bu "önkeşif gezisine" dair izlenimlerimi bu yazımda değerli okuyucuyla paylaşmak arzusundayım. Karadeniz bölgesine oldukça az sayıda gezi yaptığımdan dolayı bu bölgeye ve bölge insanlarına dair bilgilerim epeyce sınırlıydı. Geçtiğimiz haftasonu bu sınırları biraz olsun genişletme fırsatını buldum ve ileride daha kapsamlı bir geziyle daha da geniş bilgi edinmeye, bir kez aşılıp yenilenmiş "yeni sınırları" yeniden aşmaya, bildiklerime yeni bilgiler, gördüklerime yeni görüntüler eklemeye karar verdim. Trekking grupları için de eşsiz parkurlar sunan Karadeniz bölgesine özel bir önem atfetmenin isabetli olacağını düşünüyorum. ADK'nın trekking kapsamında bölgede daha çok aktivite yapacağını umuyorum. Burada neredeyse her yer bir "rota"dır; bir "rota cennetidir" Karadeniz'in yeşil dağları, yalıyarlı kıyıları.



Ülkü'nün çağrılısı olarak ben, Şule ve Jale olmak üzere 4 kişilik küçük bir ekip Cumartesi sabahı Filyos'a doğru yola çıktık. Filyos'un çok fazla tanınan bir yer olmadığını düşünüyordum ve eğer bir yer çok fazla tanınmamışsa daha doğal kalmış demekti ve bu elbette iyi bir haberdi. Sabah 8'de ODTÜ'nün Eskişehir Yolu ana-girişi yakınında buluşarak özel araçla Kuzey Batıya doğru hareket ettik. Oldukça hızlı bir şekilde, otobandan Bolu yönüne doğru ilerledik. Artık otobanlarda parayla ödeme tamamen kalkmış; OGS ve KGS kartları kullanılıyor ve zamandan tasarruf sağlıyor. Otobandan çıkarak Yeniçağa isimli yere saptık. Bu noktadan itibaren neredeyse 90 derece dik bir açıyla yukarı, uzaklardaki şimale, yani Kuzeye yöneldik. Mengen'den sonra Dorukhan Tüneli'ne girdik. Burası Batı Karadeniz'in önemli bir geçiş noktasıdır. Uzunluğu 902 metredir. Tünele ikinci bir beton kaplaması yapıldığından daralmış bir geçittir bu; zaten içinden geçerken de benim sıkça tekrarladığım yorumlardan biri olan "Burası güzel ama nizami değil!" deme ihtiyacını duymuştum!.. Ancak bir "yüksek standartlar" ülkesi olduğumuzda gelişmiş bir ülke olacağız, kesinlikle daha önce değil!..



Ayaş Dut Festivali'nde Kemal Kılıçdaroğlu Ayaş meydanına gelmeden önce şöyle bir anons yapıyorlardı: "Genel başkan alana girmek üzeredir; partili arkadaşlar tertip ve düzen alınız!.." Emniyet şeridi, yangın tertibatı, vesairesi olmayan bu Dorukhan Tüneli de bir "tertip ve düzene" pek uymadığından sanırım gereği yapılmaktadır, yeni tünel yoldadır.


Tünel çıkışında Köy kahvaltısı yapmak üzere mola verdik. Bu mola yeri oldukça huzurlu, havadar, güzel bir yerdi. Sarı tereyağlı, ballı, sucuklu yumurtalı, kekikli zeytinli, kızarmış ekmekli, domatesli biberli çok başarılı bir kahvaltı yeriydi ve bu nedenle uzunca kaldık; herkes tıka basa yedi; neredeyse akşama kadar acıkmamamızı sağlayacak bir "mega-kahvaltıydı" bu!.. Akşam ise bir "ultra-yemek" yendi.


Devrek'e doğru hareket ettik. Zonguldak'ın ilçelerinden biri olan Devrek, "Baston Başkenti" olarak bilinir; Bastonlar Çarşısı vardır orada. M.Ö. 2000'lere kadar inen bir tarihe sahiptir. Buranın güneyinde, Güdüllü köyünün yukarısında Göldağı yer alır; maalesef zaman bulup buraya, bu 771 rakımlı yere çıkamadık. Yol boyunca gördüğümüz meşe, kestane, çınar, ıhlamur, kızılağaç, söğüt vs gibi ağaçların görsel zenginliği eşliğinde ilerledik; koyu gölgeleriyle daracık asfalt yolları bir yorgan gibi örtmüş ağaçlı loş geçitlerden geçtik; yol kenarlarında alacakaranlık mezarlıklar, minaresi ve kubbesi boyalı camiler gördük. Kurşun kubbeleri güneşte pırıl pırıl parlayan camiler bir an için aydınlığın simgeleri gibi görünerek tezat bir görüntü oluşturuyorlardı; oysa ki cami, olsun, kilise olsun, sinagog olsun, bunlar her zaman insanoğlunun "masalcı ve çocuksu, acımasız ve hegemonyacı, baskıcı ve gerici" geçmişinin trajik uzantıları olmuşlardır.


Devrek'ten sonraki istikamet Çaycuma'dır. Çaycuma civarındaki tarihi ve ilginç yerler ayrıca bir zaman verilip gezilebilecek yerlerdir. Bunlardan biri de Çayır Köyü Su Mağarası'dır. Biz, zaman bulamadığımız için gidemedik, ama bu mağarayı zihnimde yarım kalmış işler kategorisine aldım; belki yarın, belki 10 yıl sonra orada olacağım. İnsan, zihnindeki raflara projelerini koymalıdır; zaman olgunlaştığında, vakit geldiğinde, şartlar aniden geliştiklerinde bu projeler o raftan kendiliğinden çıkarlar ve uygulamaya konulurlar.
Çaycuma karayolu üzerinde Çayır köyü vardır. İşte az önce bahsettiğim bu mağara oradaymış. 1300 metre uzunluğunda bir mağara bu ve içinde botla gezilebilecek bir yeraltı nehri mevcut. Buradan çıkan buz gibi su, kanallarla antik Tion (Filyos) kentine götürülmüştür. Sanırım bu mağaraya şişme botla gitmek gerekli, yoksa ancak 15-20 metre kadar içine girilebilmekteymiş.
Yine Çaycuma'ya bağlı Çömlekçi köyü yakınlarında bir kule kalıntısı olan Gavur Ambarı denilen bir yer ve Ceneviz mezarlığı var. Ben bu Gavur Ambarı'nı "Gevur Anvari" şeklinde hatırladığımdan etkinlik boyunca "espri" konusu oldu. Doğrusu ben sözcüğü İtalyanca ya da Yunanca bir şey sanmıştım. Sonradan araştırdığımda Yunanca'da ambar olarak "ambari"nin varolduğunu da gördüm; ama işin komik yanı ben onu bizdeki "ambar" gibi hiç düşünmemiştim, aklıma bile gelmemişti; anlamını bilmediğim yabancı bir sözcük olarak algılamıştım!..


Çaycuma'dan sonra Saltıkova'yı da geçip Filyos'a vardık. Filyos'un adı bir zamanlar Hisarönü olarak değiştirilmiş ama bence Filyos isminin kullanılması daha doğruydu. Hisarönü, resmi dünyada, resmi makamlarda kullanılmaktaydı ancak halk Filyos'u tercih etmiştir. Belediye başkanı Ertan Ülker bu isim konusunda mücadele vermiş ve 1999 yılında bakanlar kurulu kararıyla Hisarönü ismi yeniden asıl isim olan Filyos'a dönüştürülmüştür. Filyos, yüzlerce yıllık birikimi içinde taşıyan hoş bir sözcük; onu kaldırıp yerine köksüz, hafif bir şey koymak elbette uygun değildi ve bir yanlıştan dönülmüştür. Ne zaman yanlış bir yola sapsak, oradan mutlaka geri dönmeliyiz!..


Filyos için Filyoslular oldukça umutlular; onlar, bir süre sonra Filyos'un bir "Efes" ya da Çanakkale'deki Troia gibi ünleneceğini düşünüyorlar, bir marka olacağına inanıyor ve bunun hayalini, heyecanını yaşıyorlar. Biz oraya varır varmaz, kasabaya girmeden önce, Ortaçağ'da yapılmış olan Filyos kalesini gezdik. Kalede ve bölgede kazı çalışmaları devam etmekteydi. Kazıların bazılarını Trakya Üniversitesi arkeoloji bölümüyle Karadeniz Ereğlisi Müze Başkanlığı yapıyor. Tios, Teion ya da Tium gibi farklı isimleri olan ve görkemli bir tiyatroya sahip olan bu antik kentin öneminden bahsediliyor. Denizin altında bile kalıntılar bulunmuş. Kentin kurucusu Tios isimli bir rahipmiş.
Bu bölgede, AKP'li Belediye başkanı bir yol çalışması yapıyormuş ve bu da arkeolojik alana zarar verecektir elbette; "3 tane kemik için yol durmaz" şeklinde bir bakış açısıyla yaklaşılırsa M.Ö. 6. yüzyıla kadar uzanan bu değerli sit alanı tehlike içinde demektir. Antik bir kentin içinden yol geçirecek kadar ahmak yöneticiler dünyanın her yerinde mevcuttur. Elbette işin iç yüzünü araştırmadım; her zaman iki tarafı da dinledikten sonra gerçeğe ulaşılabilir, ancak öyle doğruya erişilebilir; önce orada kazı yapan Profesör Sümer Atasoy'la ya da öteki arkeologlarla sonra da belediye yetkilileriyle bu konu konuşulup ancak öyle bir yargıya varılabilir. Ben bilim adamlarından yana birisi olarak elbette onların dediği doğrultuda karar alınmasını isterim, onlara güvenirim, yani "Arkeolojik alan, yol yapımından önce gelir" ve "önceliklidir."
Küçük sahil kasabası Filyos'un kaderi, bu antik şehrin açığa çıkmasıyla tümden değişebilir. İki bin beş yüz kişilik bir tiyatrosu olduğu söylenen bir yer önemli bir yer olmalıdır. İğneada'dan Batum'a kadar olan bölge için de bir ilk olan bu değerli kazılar beni sevindirdi ve umarım büyük bir hızla, herhangi bir aptalca siyasi engele, ilkel bürokrat bloklarına takılmadan, kaygan bir zeminde kayarak, tökezlemeden ilerler ve bu iş için her türlü kaynak bulunur.
Nerede tarih varsa, onu gün yüzüne çıkarmak mevcut uygarlığımızın görevidir. Yabancı arkeologlardan bu bölgede kazı yapmak için de talepler yağmaktaymış; bu da yararlı bir gelişme; Türk arkeologların liderliğinde yabancı arkeologlara da bu alanlar açılabilir. Ancak Türk öğrenciler buralarda görev alırlarsa bu durum onların gerçek bir arkeolog olarak yetişmelerine daha faydalı olur. Günümüzden 2600 yıl önce kurulmuş bir kent bütün "gelişmiş insanları" heyecanlandırmaktadır. Bu antik kentin özelliği, üzerine başka bir kentin kurulmamış olmasında da yatıyor. Topraktan bir çarşaf var ve arkeologlar o çarşafı kaldıracaklar. Bulgular bulundukça arkeoloji dergilerinde yayınlar yapılacak ve bölgeye ilgi artacaktır.


Kaleden yemyeşil ovaya baktığımda gözümde büyük bir antik kent canlandırabildim. Eğer ödenek bulunursa 15 Temmuz'da kazılara başlanacak, 2 ay kadar sürecek. Beklenen ödenek 320 bin civarında, esasen komik bir rakam; devlet oraya hemen birkaç trilyonluk ödenek ayırabilir, ayırmalıdır!..



Bu arada iyi bir haber de sevimsiz Filyos Ateş Tuğla Fabrikası'nın kapanma sürecine girmesidir; Filyos, Amasra misali turizme yönelebilir. Umarım bir gün bir Bergama ya da bir Efes olur. Anladığım kadarıyla kazı çalışmalarını yapan Profesörün Trakya Üniversitesi'nde olması pek istenmiyormuş; onu Zonguldak Karaelmas Üniversitesi'ne almaya çalışıyorlarmış, herhalde bu sayede ona daha fazla ödenek verilebilecek.


Biz kaleden sonra belde merkezine indik, tam buğday ekmeği aldık, balıkçıya ve yerel pazara uğradık. Barbunyalar torbalanıp bir gazete kağıdının üzerine konmuşlardı ve ilginç bir şekilde balıkların hemen üzerindeki haber başlığı şuydu: Dünya Markası Olmak İstiyoruz!.. Balıkların böyle bir talepleri olduklarını hiç sanmıyorum!.. Bu fotoğrafı ve ötekileri eğer Picasa açılırsa yükleyeceğim, ama açılmıyor!.. Filyos gibi küçük yerlerdeki pazarlarda pek çok şey organik ve lezzetlidir. Armut, kavun, domates, biber türü sebze ve meyve aldık. Zaman zaman ineklerin yollara çıktıkları dar ve uçurumsu bir yoldan ilerleyip Oğuz Türkali Turistik tesislerini, duvarında "Seni seviyorum Esma" yazısının bulunduğu harabe bir binayı, her yerden fışkırmış incir ağaçlarını, boru çiçeklerini, kahvehanelerde tembel tembel oturan yerel halkı, fare ve böcek peşinde koşan şeytani kedileri, kulakları inik uyuz köpekleri geride bırakıp Türkali köyünün içinden geçip bir yazlık siteye ulaştık. Sarp bir yamaca yapılmış bir siteydi burası; henüz tam yerleşik bir hale gelmemiş; tehlikeli bir girişi var ve simetri gereği tehlikeli bir çıkışı!.. Sitedeki bütün evler denizi görüyor. Hemen önünde bir "Seyir Tepe" var, sanırım buradan uçan arabalar olmuş!..


Seyir-tepe yakınlarından sahile doğru ince bir patika iniyor. Kapalı olan bir koy var; biz oradayken "haremlik" şeklinde lokal bir uygulama gördüm. Açık olan kumsalda da "selamlık" olarak haşemalı bir grup vardı. Saat 15.30 civarlarında kumsala indik; güneş fazla yakmaz düşüncemizin aksine oldukça sıcaktı, alevli dişleriyle ısırıklar atıyor, deriyi kızartıyordu. Küçük taşlı kumsalda taşlarla oynamak, Amelie'nin fasülye çuvalına el batırması gibi taşlara parmakları daldırmak güzeldi. Defalarca suya girip çıkılsa bile kesinlikle üşütmüyordu deniz. Hava çok nemliydi. Karadeniz'in tipik sahil yapısı burada da vardı elbette. Suya girdikten sonra 1 metre ilerleyince artık ayağın yerle bağlantısı kesiliyordu. Kıyıdan 6-7 metre sonrasında Satürn çevresindeki halkalar misali bir kirlilik kuşağı oluşmuştu. Her türlü çöp vardı; bir ara elime kocaman bir ayakkabı geldi. Bu kirlilik her zaman oluşmuyormuş, genellikle deniz temizmiş. Belediye düzenli olarak bu çöp tabakasını sudan temizleyebilir ve temizlemek zorundadır. Çöp tabakasını geçtikten sonra su temizleniyor; tuzu oldukça az ve insana keyif veren, onun yaşam enerjisini artıran bir su. Zaman zaman deniz anaları kollarınıza dokunuyorlar, hafif bir ürperti oluyor, hatta 3-5 tanesine aynı anda değince kısa süreli bir panik bile yaşanabiliyor. Denizde insana ne dokunsa insanı biraz ürpertir.



Espiriyle karışık olarak ben dalgaları "büyük ve çılgın" buldum! Ege'deki gibi dar değil geniş bir alan halinde gelen bir dalga yapısı var ve müthiş bir akıntı ya da çekme olayı da mevcut. Yani sahile arkanızı dönüp 5 dakika suda durun; tekrar döndüğünüzde havlunuzun ya çok sağda ya da çok solda kaldığını, bulunduğunuz yerden siz farkında olmadan epeyce sürüklendiğinizi görürsünüz. Yıllar önce Trabzon yakınlarında denizdeki bir fırtınayı izlediğimde Karadeniz'in acımasız ve vahşi yüzünü görmüştüm. Bu bana sanki şöyle geliyor: Karadeniz, gölden denize dönüşürkenki hırçınlığını hiç unutmamış; genlerindeki bu hırçınlığı taşıyor halen! Karadeniz bir zamanlar bir gölmüş; sonra denizler yükselmiş, Akdeniz, Çanakkale boğazını yararak bir buldozer gibi açıp bütün gücüyle ve büyük bir hızla Karadeniz'e akmış; Nuh'un Tufanı denilen şey de zaten buydu; Gılgamış Destanı'nda yazılı olup sonradan dinlerin aşırdığı, saf beyinlere Tanrısal cezalandırma olarak enjekte ettiği efsane de budur büyük bir ihtimalle. Dinlerin intikamcı ve kinci tanrısı insanların üzerine yağmurları yağdırıp onlara gereken dersi vermiş!..


Hava kararıncaya kadar yüzdük. Ben çok sayıda, "Suda taş sektirme" çalışması yaptım. Ege sularında sanırım 15 kadar yaptığım oluyordu. Bu alanda Dünya Rekoru 51'dir, Russel Byars'a aittir; bunun videosunu bir belgeselde izlemiştim. Taş, büyük bir süratle dönerek düzgün suya her seferinde dengeli bir şekilde yumuşakça değiyordu. Zaten hafif dalga dahi olsa kıpırtılı sularda çok sektirme yapılamaz, bunun için en uygun yerler durgun göllerdir. Belki 50 kez taş attığımdan kolumda hafif bir ağrı da var şu anda.


Kaldığımız sitenin iyi bir yanı komşuların pek olmamalarıydı!.. İnsan azaldıkça sakinlik artar; kalabalıkların içinde huzur pek bulunamaz; en büyük huzur en büyük yalnızlıktadır bazen. Laz'ımsıca veyahut "Yarı Lazca" konuşan Muhammet bey dışında pek bir komşu yoktu; "Tupleks villa" diyen bu bey de bana iyi bir insan olarak göründü ama gerçekte kimdir bilemem; bahçesine pek çok şey dikmiş, patlıcan var, karpuz dahi var, "burada her şey ortak, her şeyi yiyebilirsiniz" dedi ve hattta tarhana çorbası da önerdi. Evlerin bazılarının önlerindeki ortanca çiçekleri çok güzeldiler. Bunların ana yurdu Japonya'dır.
Deniz'de yüzerek acıkmıştık; akşam gün batarken Filyos kasabasına indik. Kısa bir yürüyüş yaptık, yeşil kertenkele gördük, sevimli bebeklere rastladık. Ülkü'nün sahibini tanıdığı bir lokantaya gittik. Mezgit balığı yedik; denizden yarım saat kadar önce çıkarılmışlardı, yani yarım saat önce hayattalardı, akrabalarıyla, dostlarıyla yüzüyorlardı; bu talihsiz mezgitlerin enfes bir tadı vardı. Bolca salata yedik; ben, yemek kalitesinden oldukça memnundum. Tam-tava mezgit yedikten sonra, bazılarımız rakı bazılarımız da kırmızı şarap içti. Ben, her zamanki gibi Kırmızı şarap içtim; Angora şarap fena değildi. İlerleyen saatlerde Çinekop balığı aldık; sonra tekrar yarım tava mezgit yedik!.. En sonunda revaniler geldi; ben revani sevdiğimi söylediğimden bana ekstra revani geldi ama başarılı bir revani değildi, süngerimsi değil yoğun bir yapıdaydı.
Akşam 22.30 civarlarında kahve içildi. Ben çok ender kahve içerim ama tadı hoşuma gitti. Klasik kehanet yöntemiyle geleceğimizi okutmak istedik. Orada çalışanlardan biri fallarımıza baktı; fincanın üzerine çabuk soğusun ya da negatiflikleri alsın diyerekten metal koymadı; 10 dakika bekleme kuralına da uymadı. Herhalde bayan oldukları için, fala bakan adam Şule, Jale ve Ülkü'nün fallarına çekinceli olarak baktı; hata yapmamaya çalışıyor gibiydi; kelimeleri özenle seçmeye çalışırken bazen sessizleşti, çok yuvarlak laflar söyledi. Benim falımda biraz daha spesifik konuştu; askerler görmüş, bir kurum ya da bir heyet beni onaylayacakmış, hilal varmış yani beni çok sevindirecek bir haber alacakmışım... mış, miş, muş.... Tortulu, telveli bir sıvı içip, sonra onu ters çevirip, rastlantısal olarak oluşan şekillerin geleceğimize dair ip uçları vermesi fikrine inanacak kadar çocuksu ve sipiritüel olmayı her zaman arzuladım ama bu arzum hiç gerçekleşmedi!.. Sipiritüalitenin oyunları çocuksu ve safiyane olmakla birlikte zevklidir; bu nedenle bu oyunları oynamak güzeldir; falda güzel bir şey söylendiğinde derinlerde bir yerde boş da olsa tatlı bir umut ışığı yanar. Uydurma olduklarını biliriz ama zihnimiz kendimizi aldatmayı sever ve aldatma rüzgarına kapılıp falın üflediği rüzgarda sürükleniriz; falın ima ettiği her şeye "işte doğruymuş" diye trajikomik bir şekilde sarılırız; insan, evrendeki en büyük "kendini aldatma" makinesidir; belki bu sayede gerçeklerin acımasızlığına karşı elinde bir kalkan tutmuş olur. Sipiritüalite bir kalkandır; bu maddi ve soğuk dünyada içimizi ısıtan bir sobadır; bize bir hulya, bir hayal veren bir çiçektir; gerçekliği olmayan bir çiçek, tutunacak hayali bir dal...
Lokantadaki garson 7 yıl sonra Filyos'un patlama yapacağını anlattı. Biz, onun anlattıklarından ziyade buram buram terlemesine takıldık ve ona neredeyse bir peçete uzatma isteğimizi sürekli törpüledik. Bir arkadaşım bana şöyle söylerdi: "Garsonlarla muhatap olma, Murat!" derdi ve hatta kızardı; bense hep garson "kendisini garsonmuş gibi hissetmesin" şeklinde davranırım, yani herkes insanca davranılmayı hak eder. Buradaki garson-müşteri konuşması uzunca sürdü, sonunda ekmek istiyoruz diyerek Filyos hayranı garsonu aşağı yolladık, bir anlamda kurtulduk!..
Güzel ve dinlendirici bir etkinlikti. Artık yeni yerlere yelken açma zamanı; Filyos ve yazı uzadığı için yer vermediğim Amasra gezisi de geride kaldı. Şimdi yeni projeler, yeni mekanlar zamanı. Kastamonu Pınarbaşı'ndaki Ilıca Şelalesi'nde Nazım hocayı şiir okurken görüyor gibiyim; sanki Ilgarini mağarasının kapısından içeri giriyorum, sanki Valla kanyonuna tepelerden bakıyorum, Azdavay yakınlarındaki Çatak kanyonunu hayranlıkla seyrediyorum, Park Ilıca'nın tahta kulübelerindeki çam reçinelerinin kokusunu duyabiliyorum...
Yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum, Ferhat Göçer'den Üzüm isimli bir şarkı. İnsanlar da beni Ferhat Göçer hayranı sanacaklar; fakat sadece birkaç şarkısını, o şarkıdaki bir iki cümle için severim:
Bir de Edith Piaf'dan bir şarkı aktarayım aşağıya: La Vie En Rose, Toz Pembe Hayat. Gece yıldızlar seyredilirken dinlenebilecek hoş bir şarkı... tabii şarkının sesi uzaklardan gelirse daha güzel olur, mümkünse 50 metre uzaktan, bir komşunun evinden ya da bir aracın radyosundan... ama uzaklardan gelen yumuşak bir melodi, bizi alıp sonsuzluğa götürecek bir ezgi...



Mehmet Murat ildan