Thursday, November 26, 2009

ADOG Etkinliği -5



29 Kasım 2009 Pazar günü yani bugün ADOG'la Köroğlu Dağı Zirve Çıkışı etkinliğine katıldım.


Bugün Kurban Bayramı'nın 3. günüydü. Kurban kesme olayı yüzlerce yıl öncesine aitti; şimdi yalnızca hayvanlara uygulanmakla birlikte vaktiyle insanların da Tanrılara kurban edildiği vahşi ve ilkel bir ritüeldi, ama bu kanlı ritüel halen devam etmektedir. İnsan ancak insan olma evrimini gerçek manada tamamladığı, başka canlıların yaşama haklarına da saygı gösterdiği gün, yani gerçekten "insan" olduğu gün, ancak o gün bu tür ritüeller sona erecektir...


Bugünkü etkinliğe katılımcı sayısı 10'la sınırlandırılmıştı, fakat toplamda İstanbul'dan gelen bir arkadaşla birlikte 14 kişi katıldı; Fatma Bakır hastalandığı için gelememiş, Funda Dönmez'in sanırım bir manisi çıkmış ya da yanlış anlamadıysam bir hastası varmış. Böylece 16 yerine 14 kişi etkinliğe geldi.


Toplam 11 km yüründü; araba ise gidiş-dönüş 350 km yol yaptı; arabalar en sıkı trekkingçilerdir!.. Köroğlu zirvesi, eski ismi Bitinya olan Bolu ilinin Kıbrısçık ilçesi sınırları içinde bulunan bir zirvedir. Esasen Köroğlu Dağları diye geçer; kuzey-doğu/güney-batı doğrultulu volkanik yapılı bir dağ sırasıdır. Bu sıranın en yüksek noktası 2400 metrelik Köroğlu zirvesidir.


Sabah 5'te uyandım; çatı katında bulduğum bel klipsli orta boy dağcılık çantamı ve dönüşte kaplıcada kullanmak üzere mayomu da alarak evden çıktım. 6.45'te Armada'nın arkasından hareket edip Beypazarı'na doğru yol aldık. Dutlarıyla isim yapmış Ayaş'ın yanından geçtik. Beypazarı'nda çorba molası verdik. Birkaç kişi işkembe çorbası içtiler; büyük çoğunluk mercimek çorbası içti. Salim bey, Beypazarı kurusu olarak bilinen tereyağlı kurabiyeden alıp herkese dağıttı. Ben ateş gördüm mü hemen ilgimi çeker. İlk fotoğraf çekimime kıymalı pide fırın ateşiyle başladım; doğrusu şu yanan odunun yerinde olmak istemezdim!..




Beypazarı'ndan Kıbrısçık ilçesine geçtik. Bu yol neredeyse boş gibidir. Yaylaları ile ünlü bir yerdir Kıbrısçık. Buraların ünü efsaneden de gelir. Köroğlu efsanesi yaygın olarak bilinen bir efsanedir. Köroğlu, asıl adı Ruşen Ali olan bir halk ozanıymış. 16. yüzyılda yaşadığı söylenir. Zalim Bolu beyi, Köroğlunun babası Yusuf'un gözlerini kör ettirmiştir. Baba oğul oradan ayrılırlar; mistik olaylar olur, Aras ırmağından sihirli köpük içen Köroğlu atıyla birlikte dağa çıkar, ünlenir, savaşlar kazanır, zenginden alıp fakire verir, şimdiki durumun tersini yapar yani!..


İşte bizim dolaşacağımız yerler efsaneye göre bir zamanlar Köroğlu'nun atının nallarıyla damgalanmış yerlerdi. Zirvede ona ait bir evin kalıntılarının olduğu rivayet edilir. Köroğlu, Kıbrısçık civarındaki yaylaları kontrolü altına almış, oralarda hüküm sürmüştür. Okurken keyif aldığım Carmagnola Kontu'nun yazarı Üstat Alessandro Manzoni şöyle der: "Tarihsiz siyaset, rehbersiz bir yolcuya benzer." O yüzden tarihi, tarihimizi, efsane de olsalar efsanelerimizi iyi bilmekte sonsuz yarar var... Yolda gelirken Salim Erdal bey Jandarma'ya Dağa çıkışımızı bildirmek için herhalde en az 10 kadar telefon görüşmesi yaptı. Sonunda yetkili jandarmaya ulaşabildik; jandarma 2 telefon ve isim aldı. Büyük ihtimalle içinden "İnşallah kaybolmazlar da bayram bayram dağ bayır yapmayız," demiştir komutan!..







Bizim bindiğimiz araç 2009 model Volkswagen'di; çok iyi çekişi vardı ve oldukça hızlı bir şekilde Kıbrısçık'a, oradan da orman yolu üzerindeki bir orman kulübesine geldik. Kaptan Ahmet beyi orada bıraktıktan sonra yürüyüşümüz başladı. Yürüyüşten önce Çiğdem Aldemir gerdirme hareketleri yaptırdı. Kendisi zaten bu işi profesyonel anlamda Tunalı Hilmi'de yapıyormuş. Astım rahatsızlığı olmasına rağmen dağa çıkıp inmesi de ilginçti; sınırları zorlayanlardandı. Ama şunu da unutmamak gerekir ki, "Sınırları zorlarsanız, sınırlar da sizi zorlar!" Kayaya kafa atarsanız kaya da size kafa atar, ama siz onun kafa attığını görmezsiniz!..









Hava, trekking için ideal sayılabilecek ne serin ne sıcak arası bir şeydi. 4-5 kilometre kadar "Ticari yolda" yani orman içi toprak yolda yürüdük. Sonra sola sapıp yükselmeye başladık. Yol boyunca Jülide Çelik çiçek bulup fotoğraflamaya çalıştı ama ortada kır çiçeği türünden bir şey göremedik, en azından ben göremedim, sadece dönüşte kuşburnu görmüştüm. Ben, herhalde bu yürüyüşte bir "Aksiyon" olmayacak diye kendi kendime düşünüyordum. Güneş kremimi sürmüş, güneş gözlüğümü takmıştım. Hava yavaş yavaş değişmeye başladı. Sisler artıyordu. "Aksiyon," uzaklardan hızla geliyorum, yağmurluklarınızı, berenizi giyin, kendinize çeki düzen verin, önünüzü ilikleyin, kendinize mukayyet olun diyordu.








Sislerin arasında ilerlerken önce hafiften sonra iyice kuvvetli bir şekilde tipi başladı. Kar tanecikleri oldukça sertleşmişlerdi. Suratımıza çarparken acıtıyorlar, iğneliyorlardı; bedava akupunktur tarzı bir şey oluyordu. Atmosfer tamamen değişti ve 7 Göller olayındaki gibi bir çeşit "Survival" daha doğrusu "müteyakkız" durumu ortaya çıktı; lay lay lom olayı bitti ve tetikte olma, uyanık olma durumu başladı. Salim bey "safları sıklaştırın," kopuk yürüyüşler olmasın, herkes herkesi görecek yakınlıkta olsun dedi. Bu arada ben aşağıdaki fotoğrafı çektim. Sis, rüzgar ve tipi iyice bastırdı; insanlar silüetlere, gölgelere dönüştüler. Gerçeküstü görüntüler oluştu. Salvador Dali yaşasaydı ona iyi malzemeler çıkardı.









Gördüğümüz her kayalık yükseltiyi zirveye geldik diye sevinerek karşıladık ancak henüz bir yere geldiğimiz yoktu. Kayalardan oluşmuş göreceli olarak korunaklı bir yere vardık; burada yemek atıştırdık, ben kuru yemiş dışında pek bir şey atıştıramadım. 2300 metre civarlarındaydık sanırım. Zirve daha yukarıdaydı. Ancak zemin koşulları da değişmişti. Karın altı buzdu. Kayalıkların arasından bir yol gidiyordu, oldukça dikti. Salim bey "Yalnızca kramponu olanlar zirveye çıkacak, ötekiler bekleyecekler," dedi. Zirvenin hemen 5 dakika ötede olduğunu sanıyorduk. 2 kişide buz kramponu vardı. Türkiye Dağcılık Federasyonu üyesi (Ve sanırım İstanbul'da Arama Kurtarma takım lideri olan) Selim Altınarık kramponsuz sadece batonlu gidince ben de yoğun sisten faydalanıp peşine takıldım. Doğrusu riskli ve tehlikeli bir 50-60 metre tırmanışı oldu.







Salim bey bana "Kramponun yok, kesinlikle gelme!" dedi ama ben ısrarcı olup devam ettim; bazen hiç söz dinlemezliğim tutar. :) Doğru bir karar değildi; insan yaşamıyla kumar oynamamalıdır. Salim bey en önde kramponla basamak yapıyordu, yavaş ilerliyorduk, alt taraf buzdu. Onun arkasından kramponsuz Selim bey geliyor, sonra Faruk geliyordu; ben en arkadaydım. Öndeki kramponlu ekip benim riskimi azaltmak ve de dönüşümüzü kolaylaştırmak için çok güzel basamaklar yaptı; kendileri için de risk yüksekti. Ayak ucuyla krampon saplanıyordu, topuklar çıkışta yere değdirilmiyordu, burun uçlarıyla basılıyordu. Bu arada Faruk beyle de akraba çıktık; daha doğrusu ben ODTÜ'de iktisat lisansı yaparken o da Elektronik bölümündeymiş, sima olarak yabancı değildi zaten. Ben o yıllarda ODTÜ Elektronik bölümündeki Satranç Topluluğunun bulunduğu yere, kantine sıkça giderdim ve benim sevdiğim de bir bölümdü.


Yürüyüşümüz 2360. metreye kadar sürdü. Bundan sonraki bölüm iyice buzlaşmıştı. Salim bey hem aşağıda bizi bekleyenleri daha fazla üşütmemek ve hem de daha ciddi bir risk almamak adına, "Burası son, dönüyoruz," dedi. Orada kramponla bile ayak kayabilir; batonlar çaresiz kalabilir ve sonuçta en iyi ihtimalle 30-40 metre kayıp ayak kırmak, ömür boyu sakat kalmak, kafa çarpıp ölmek son derece kolaydı. Dünyanın en iyi dağcıları "Bu dağda da ölünür mü?" denilen dağlarda hayatlarını kaybetmişlerdir. Dağın büyüğü küçüğü olmadığından, her dağın ciddiye alınması gerek. Yaşam tektir; öteki dünya gibi saçmalıklar da olmadığından varoluşumuzu imkanlar ölçüsünde korumakla yükümlüyüz. Ayrıca insan düşüp sakat kalsa, ömür boyu sevdiklerine de işkence olur; insan yalnızca kendisine karşı değil sevdiklerine karşı da sorumludur, onları da düşünmek zorundadır. Kendi hatalarımızı başkalarına mal etme hakkımız yoktur.



Faruk düşme durumunda ne yapılacağını anlatıyordu. Bacakları açmak hızı biraz düşürüyormuş. Sanki uçakta giderken uçak kazası videosu seyreder gibi hissettim ben! :)Tıpkı bir kuş kanadını katladığında kurşun gibi dalışa geçer, dağcı da düşerken ayaklarını toplarsa hızı bir anda doğal olarak artar ve inanılmaz kısa sürelerde inanılmaz hızlara ulaşır. Blogun en üstündeki resimlerden biri bizim zirveye 30 metre kala resim çektirip aşağı inmemizi gösteriyor. Faruk inişte fotoğraf çekmeme de karşıydı, ellerini batondan ayırma Murat dedi bana. Neyse ki bu çıkış kazasız sona erdi. Aşağıda zirveye yakın yerde çektiğim bir fotoğraf var:





Eğer kar altındaki buz kristalleşmiş olsaydı kramponlar bile hiçbir işe yaramıyor olacaktı. Köroğlu Dağı Zirve Çıkışı, zorlu kar-buz karışımı engeli yüzünden yarım saatlik bir teknik tırmanışla birlikte "Köroğlu Dağı Zirve Çıkışamayışı'na" dönüştü. Ancak Salim beyin de dediği gibi, "Biz oradan daha büyük riski göze alıp zirveye bir şekilde çıkardık, fakat dönmesini bilmek gerek." Şimdi bu düşünce, özellikle dağcılıkta ve genel olarak da hayatta önemli bir felsefedir. Gerçekten de vazgeçmesini, nereye kadar gidilmesi gerektiğini bilmek gerek, gerekirse zirveye 1 metre kalan yerden dönülebilmelidir; zirveye çıkmış olsaydık boyumuz uzamayacaktı, zaten yeteri kadar uzunduk! :) 14 kişinin tipiden korunup yemek için durduğu kayalığın fotoğrafını da aşağıya veriyorum:



Dönüş rotamızda birkaç ufak sapma oldu, ancak çabucak doğru rotaya döndük. Uzun inişte Lale Şenel hanımın ciddi bir düşüşü oldu, 1 taklayla olayı atlattı; hemen benim arkamda olduğundan takla atışını adeta yavaş çekimde bizzat gördüm. Daha sonra öğrendim ki, 2 kez daha düşmüş, üstü başı epeyce çamurlanmıştı ve az daha başını çarpacakmış. Galiba uzun yağmurluğu takılıyordu ya da ayakkabısında ciddi bir sorun vardı, galiba elinde baton da yoktu veya vardı da Çin malıydı!.. En iyisi açıkça söyleyeyim: Çok dikkatli yürümüyordu! :) Yürüyüş rotasında her yerde kayalar vardı. Bu olay üzerine Faruk'la kaskın önemi üzerine konuştuk. Gerçekten de "kask" hayati bir önem taşıyor. Evet, ben de şahsen kask takmak istemem, doğallığı bozuyor, yağmurluk bile doğallığı bozuyor, haşır huşur ses çıkarıp yürüyüşü zevksizleştiriyor, ama bunlar gerçekten önemli.


Malzemeler üzerine de uzunca konuştuk. Benim ikinci yağmurluğum yine su aldı ve ıslandım. Bu kez polar eldivenim de ıslandı. Lafuma marka tozluğum tam bir rezalet; zaten Çin malıymış, 45 lira da para vermiştim, üreticiye yazıklar olsun!.. Armada'dan tozluk mu alınır, Murat? Konu mankeni gibi makyaj yığını güzel bir tezgahtar kızı dikmişler oraya, "kolay kolay su geçirmez," falan diyor, hiç alakası yok. Tozluk yerine paçalarıma Beypazarı'ndan kıymalı pide alıp yapıştırsaydım daha faydalı olurdu, hiç olmazsa acıkınca yerdim, ama donacağından testereyle kesip yerdim ancak!.. Lafuma ayakkabıların da iyi olmadıklarını öğrendim. Batonlarımın uçlarındaki yuvarlak şeyler kara saplanıp çıktılar, bir ara dönüp onları aradım, fare deliğinde fare aramak gibi bir şey.

En iyisi 2000 lira bir kenara ayırıp adam gibi malzeme almak!.. Goretex tozluktan, yağmurluklu sırt çantasına, eli üşütmeyen özel saplı titanyum batonlardan, dışı goretex içi polarlı eldivenlerden kalkanlı Asolo ayakkabılara kadar... Bunu bir ara, yeni araba aldıktan sonra kesinlikle yapacağım çünkü bu kez ıslanıp tümden üşüdüm; yün içliğim bile iyice nemlenmişti. Alırken satıcı kız "Zor ıslanır, çabuk kurur, şudur budur" falan demişti, hepsi hikaye, hiç kurumadı!!.. Yalancılar! :)



Dönüş yolunda midem biraz rahatsız oldu, buz gibi su içip çok az yemek yemiştim ve ıslaktım; arabayı durdurduk, temiz hava alınca geçti; ön koltuğa geçtim, kaptan kaloriferleri açtı, keyfim yerine geldi; kaptanı psikolojik baskı altına aldım; sıcağın insan için önemini belirten sözlerle kaloriferi maksimuma çıkarttım; psikolojik harekatı abartmışım sanırım çünkü odun olsaydı adam odun da yakacaktı arabada!.. :)


Kış etkinliklerinde pet şişe su almak da hiçbir işe yaramıyor; su buz gibi oluyor ve sıvı alımı yapamıyor insan; o yüzden kış trekkinglerinde termosta sıcak su en ideali, öteki sadece mideyi donduruyor...



Bu arada biz dağdayken kaptan Ahmet bey de arabasını yıkamış ve sonra da ateş yakmış. Gülsen Salman hanım çok sayıda (içi mercimek ve ceviz karışımı) yağsız yufka börek yapmış; bunları iştahla yedik; cennet meyvesi hurma da dilimlemiş; sanırım kendisi vejetaryen ve bu nedenle kendisini kutlamak gerek; bir gün ben de vejetaryen olacağım, çünkü bu daha yüksek bir ahlakın felsefesidir.



Yine herkes elindekileri paylaştı. Ateşte çok fazla ısınamadık, hava kararmadan yola devam ettik.





Aracın iç lambaları hoşuma gitti; uzay aracını andırır bir ışıklandırması vardı ve ben hayallere daldım. Gora'dan replikler aklıma geldi: "Uzaylı da olsa, insan insandır!" :)





Salim beyin aracın içindeki oyuncak bebekle hatıra fotoğrafları çekildi.





Yol boyunca programda yazılı olan hamama gidilsin mi gidilmesin mi tartışıldı. Faruk bir ara iyi bir kamuoyu oluşturdu ve demokratik oylama yapılsa "Direkt evlere gidelim ya da Beypazarı'nda çorba içip eve gidelim" sonucu çıkacaktı. Ancak Salim bey ve meslektaşı, yakın arkadaşı Mehmet Özsoy yolumuz üzerindeki Ayaş'a uğrayalım, mümkünse bir dalıp çıkalım dediler. Böylece akşam karanlıkta Ayaş İçmeler'ini aramaya başladık. Doğrusu ben oraların kapalı olduğunu düşünmüştüm. Birkaç kez yolu şaşırdıktan, bir Ankara bir Beypazarı yönüne gidip geldikten sonra 3 kilometrelik İçmeler'e saptık. Bir de Beypazarı İçmeler varmış, o da yakınlardaydı ve 7 km'ydi. Ayaş İçmeler'e vardık; oradaki görevli bizden para almamaya karar verdi, bir jest yaptı; galiba Mustafa Yurdakul hoca bu işi halletti; böylece saat 19.00 gibi kendimizi kaplıcanın içinde bulduk. Tesis tıklım tıklım doluydu. Her yaştan insan salonda oturmuş bir şekilde vakit geçiriyor, lak lak ediyorlar, memleket kurtarıyorlardı; içerinin yabancı ülke insanlarında hiçbir zaman göremeyeceğimiz samimi, dostane, maskesiz, gerçek bir havası vardı.





Tesisin içinde gördüğüm sevimli bir köpeğin de fotoğrafını sahibinden izin alıp çektim. Köpek, fotoğraf makineme baktı, sonra sahibine döndü, "resmimin çekilmesine izin vereyim mi?" der gibi bir bakıştı bu, sonra havlamadan şaşkınca poz verdi. Umarım bizim gireceğimiz kaplıcada yıkanmamıştır o!.. :)




Bir de sakince bir yerde kendi halinde oturan bir teyze dikkatimi çekti. Öylece oturmuştu, büyük ihtimalle yaşamını düşünüyor, anılarını tazeliyordu; o yaşa ne kadar çabuk ulaştığını da aklından geçiriyor olmalıydı; dalıp, kopup gitmişti. Bir ara teyzeyle göz göze geldik, "Geldik gidiyoruz, evladım" der gibi yorgun bir bakış attı ve ben de ona, kafamı hafifçe sallayarak, "Gelip de gitmeyen olmayacak, teyze," bakışıyla filozofça karşılık verdim. Evet, bilim bu işi çözünceye kadar gelip de gitmeyen olmayacak... Teyze 1 kez daha "Sen filozof musun?" diye son bir bakış attı. Ben de, "Boş ver teyze, sen keyfine bak, ben hiçbir şey bilmem," bakışıyla dialogu kapattım. :)





Kaplıca suyu 46 dereceydi! Ben ve Salim bey bu sıcaklığa giremedik; ben o sıcaklığa ancak 5-10 dakika kendimi alıştırıp girebilirdim, birden giremezdim. Yalnızca ayaklarımızı koyabildik. Ötekiler sanki soğuk suya girer gibi girdiler, ama o suyun içinde en fazla 1-2 dakika durulabiliyordu. Sauna ise tam tersine 60 dereceydi, soğukçaydı yani! Tesis bence 2 yıldızlı yetersiz bir yerdi, ciddi kalite sorunu vardı, ama suyu kaynağında güzeldi, havuzlardaki su ise temiz değildi. Şimdiye kadar ben bir tek hijyen ve standartlar bağlamında Kızılcahamam'daki Patalya'yı beğendim.


Dağda epeyce üşümüştüm ve o 46 derecelik Termal Havuz bana ilaç gibi gelmişti, açlığıma rağmen tamamen dirilmiştim. Türk hamamı bölümü de vardı. Ben köşede bir yer kaptım, köşeleri, kalabalıktan uzak yerleri her zaman severim; amacım sakince sıcak suyla oynamaktı; sıcak suya odaklanmıştım, aniden Kuzey Kutbu'na gidiverdim!.. :) Salim bey sanırım bir ADOG ya da bir hamam geleneği olarak tasla buz gibi su fırlattı üzerime!.. Şoku atlattıktan sonra kahkahalar eşliğinde köşemdeki sıcak su keyfime geri döndüm! :) 14 kişiden 4'ü kaplıcaya girmediler. Tesis içinde tuhaf şeyler de vardı; mesela insanlar tesisin neredeyse ana koridoruna elbiselerini asmışlardı kurutmak için!.. Yurdum insanı...




Bir etkinlik de böylece bitti. Güzel bir etkinlikti. Dönüş yolunda Salim bey kulüp olacaklarını söyledi. Dağcılık branşı falan olacakmış, lisans verilecekmiş. Trekking Hiking arasındaki farklılık tartışıldı. Sanırım aralarındaki fark şöyle ki hiking'de doğaya keyif ve egzersiz amaçlı çıkılır, insan yapımı yollarda, mesela patikalarda yürünür; trekking'de ise yürüyüş mesafesi uzundur, daha maceralıdır; ekspedisyonlar da bir trekkingdir. Salim bey galiba doğaçlama olarak "World Trekking Day" olayından bahsetti; Aralık ayında verilecek yemekte bu "gün" ilan edilecek gibi bir şey dedi. Bildiğim kadarıyla böyle bir gün yok ama olması güzel olur. PEN yazarlar ve Edebiyatçılar derneği büyük bir çabayla 14 Şubatı'ı Dünya Öykü Günü ilan ettirmişlerdi. Belki ADOG da yurtdışında bazı kurumlara "World Trekking Day" için başvuruda bulunabilir. Avrupa Spor Kurumlarına bu tür bir başvuru mümkündür. Gün olarak benim doğum günüm 16 Mayıs'ı verebilirsiniz! :)



Yol boyunca herkesle konuşma fırsatım oldu, onlarca değişik konu konuşuldu. Faruk'la "Tozutan dağları" konuştuk. Fujiyama'ya tırmanmış bir arkadaşımın fotoğraflarından şunu görmüştüm ki rüzgar çıkınca etraf toz duman içinde kalıyordu. Hiç sevmediğim bir olaydır bu. Uzaktan çok güzel görünen dağ yakından ve fotoğraflardan anladığım kadarıyla hiç de öyle değilmiş, o toz savrulma olayı dağı sıkıcı hale getirebiliyor. Faruk Ağrı dağının da böyle olduğunu söylüyordu. Galiba en güzeli Mustafa Yurdakul'un ve Gülsün hanımın bahsettiği Kaçkar dağlarıydı. Bu dağı görmedim ama özel bir dağ olmalı; dağ boyunca pek çok içilebilir su kaynağı varmış ve de en önemlisi "tozutmayan" dağlardanmış; iç görselliği, gölleri de, ırmakları da, şelaleleri de güzelmiş. Oralara yazın en sıcak olduğu zamanlarda gitmek gerek...


Dönüş yolunda şoförle de konuştum. Çok konuşkan biriydi; makineli tüfek gibi dakikada 10o sözcük mermisi fırlatıyordu. Ayda 600 lira maaş alıyormuş; dertliydi. Geçenlerde ODTÜ'den öğrencileri İstanbul'a Okan Bayülgen'in programına götürmüş. ODTÜ'lüyüm diyince bana dert yandı. Ben de ona "Merak etme kaptan, ODTÜ'de çok kazma, çok bencil insan var, özellikle 18-20 yaş grubu içinde!" dedim. Saatlerce çok yüksek sesle radyo dinleyip adamın rahat sürmesini zorlaştırmışlar, daha bir sürü tuhaflıklar, anlayışsızlıklar yapmışlar, adamı İstanbul'a varınca da uyutmamışlar. Sürmeden bahsedince, Ahmet bey de baya sakat araba kullanıyordu! :) Mesela 6 tane arabayı geçerken 100 km hızla geçiyordu ve onların sola sapmayacakları varsayımını yapıyordu; neyse ki kazasız geldik!.. İyi bir insana benziyordu (esas gerçeği birini iyice tanımadıktan sonra bilemem tabii!), iyi insana benziyordu dedim ama kesinlikle çok kötü bir sürücüydü!..


Gecenin sonunda "Home sweet home"a vardım. Yeniden özlü sözler çalışmalarıma devam ettim. Aklıma gelmişken ekleyeyim: İlk kez domuz gribi aşısını yapmış birine rastladım! :) Faruk aşı olmuş; esasen bu domuz gribi olayı uydurma değilse bu aşıyı olmak lazım, artık seneye olurum; ciddi bir konu, bilime inanmak gerek, çünkü o bizim gerçek dostumuzdur!.. 10 gün önce gittiğim ODTÜ'nün Işık Dağı etkinliğinde domuz gribi olanlar olmuş, ben de kapmadıysam kendimi şanslı sayacağım!.. Gerçi kuluçka süresi 3-4 gün ya da 1 haftaymış.


Eugene Delacroix, "Doğa, büyük bir sözlüktür," der. Ben de doğa etkinliklerinde her zaman bu büyük sözlükten bir şeyler öğreniyorum. "Sayın ildan, bu kez ne öğrendiniz?" diye sorarsanız bu sorunun da yanıtını üstat Victor Hugo vermiştir: "Doğa acımaz!" Bir şey daha öğrendim: Çin malı Lafuma tozluk yerine kıymalı pide sarın ayağınıza, çok daha faydalı olur!.. Kıymalı pide sevmiyorsanız, kaşarlı pide alın, o da güzeldir...


Son olarak dağlara da çok uygun bir müzik, insanın ruhuna işleyen güzel bir keman melodisi linkini aşağıya veriyorum, Ikukuo Kawai'den:


http://videoizle.video75.com/LLZgPYFP2Rx/red-violin-aranjuez/



Mehmet Murat ildan















Monday, November 23, 2009

DKSK Etkinliği -1


21 Kasım 2009 Cumartesi günü ODTÜ Dağcılık ve Kış Sporları kolu DKSK'nın Işık Dağı etkinliğine katıldım. Bu yazımda etkinliğin kısayla uzun arası bir öyküsünü vereceğim.



Etkinlik Cumartesi sabahı başladı; Ankara yer yer sisliydi; hava kirliliğiyle karışık grimsi bir sisti bu. Hareket saati sabah 8'deydi; yarım saatlik bir gecikmeyle 8.30'da hareket ettik. Sanırım önceki senelere kıyasla çok erken bir çıkış olmuş! Buradan Sıhhiye'ye gittik ve oradan 6 kişi daha alındı. Böylece 45 kişilik otobüste toplam 58 kişi koridorlar dolmuş bir şekilde Kızılcahamam yönüne doğru yola koyulduk.



Ben en öndeki ikili koltuğa oturdum. "Burası DKSK protokolüne ait" şeklinde bir espri yapan oldu, sonra da "Şaka, şaka, bizde protokol yoktur," diye gülerek ekledi; sanırım Şiar Mervan isimli arkadaştı bunu söyleyen. Etkinliğin teknik sorumlusu (TS) Çağlar'dı; etkinlik sorumlusu (ES) Güner'di. İsimleri iyi bilmediğimden dolayı hatalar yapabilirim.


Yolda Kazan tarafında bir odun fırınında durulup yeni çıkmış sıcacık taze ekmekler alındı; imkan olsa içine biraz tereyağı konup yense harika olacaktı. Bu fırının simitleri de çok taze ve lezzetlidir. Kısa molada sigara içenler oldu; sanırım bu arkadaşların yedek ciğerleri vardı, ileride asıl ciğerlere bir şey olursa yedekleri kullanacaklardı ve bu açıdan şanslılardı!.. Benim yedek ciğerlerim olmadığından sigara içmiyorum! :)




Kızılcahamam'dan sonra Çerkeş yoluna saptık; otobüsün hızı yokuşta 10 kilometreye kadar düştü; bir süre sonra Işık Dağı girişine geldik; ekipler hazırlanmaya başladılar.




Benim koldan aldığım çantam da oldukça ilginçti. Yukarıya bir fotoğrafını koydum. İçinden bakıldığında dışarısı görülebiliyordu! Soluyabilen ergonomik (kullanımı kolay) çanta böyle bir şey olmalıydı!.. :) Fakat nankörlük etmemeliyim, bel klipsi falan sağlamdı; omuz kolonlarına da düğüm attım. Zaten kamp yeri oldukça kısa bir mesafedeydi, 1 saatlik bir yoldu; elmalar, soğanlar, 4 litre su, makarna, ton balığı vesaire gibi yiyecekler, cep telefonu, fotoğraf makinesi vs. gibi eşyalar nedeniyle ağırlaşmış çantamı çok fazla taşımayacaktım.



Yürüyüş, ekip başları toplantısından sonra başladı; ekipler 2 çadır birleştirilerek oluşturuldu. Bizim ekip başımız Erkan'dı. Kaynaşmayı sağlamak için "Çadır çadır yürümeyin, karışık olarak yürüyün" dedi. "Kaynaşma Açılımı" yapıldı. Yol üzerindeki ilk çeşmede suyu eksik olanlar takviye yaptılar. Bu çeşmeyi yaptırana da teşekkür ediyorum. Bir gün ben de böyle bir çeşme yaptırmak isterim, ama kesinlikle anonim olarak, üzerinde ismim olmamalı!..




Sanırım bu çeşmeden 1850 rakımlı tepeye direkt vurup aşağı inilince kamp yerine ulaşılabilmektedir, ancak etraftan dolanmak daha az yorucu olduğundan dağın, daha doğrusu tepeciğin çevresinden dolandık. Yol boyunca neredeyse düzgün bir daire şeklinde olan ardıç ağaççıklarına rastladık.



Kısa yürüyüşün sonunda yayla evlerinin bulunduğu kamp alanına geldik ve hemen çadırları kurduk. Çadır eskimiz Erkan ve hazırlıkta okuyan Ezgi çadırların dış tentesini taşlarla gerdirdiler. Hava, pastırma yazı şeklindeydi; fakat akşama doğru pastırma ayazına dönüştü!..




Işık Dağı ve tepesindeki çirkin demir direkler, kamp civarındaki değişik noktalardan görülebiliyordu. Burası oldukça küçük bir dağdır, 2030'luk bir dağcıktır! Zirve tarafı hariç güzel ormanlarla kaplıdır, oksijeni bolcadır.



Çadırlar kurulur kurulmaz ocaklar yanmaya başladı. Bazı çadırların MSR'ı, bazılarının Propan'ı, bizimse sadece mumumuz vardı diyecektim ama yok, mum haricinde güzel bir İspirto Ocağımız vardı. Yemekle birlikte komünal yaşamın etkisi iyice hissedilmeye başlandı. "Communis" sözcüğü Latince'den gelir ve paylaşmak anlamındadır; paylaşmak güzeldir. Makarnalar, bulgur pilavları, küçük parçalara bölünmüş hazır inegöl köfteler, pudingler, bilimum cubur, bilimum abur, ekmekler, aklınıza gelen her tür yiyecek, içecek etkinlik boyunca paylaşıldı. Hijyen ve domuz gribi açısından elbette doğru değildi bu. (Bu yazıyı yazdıktan 1 hafta sonra öğrendik ki bizim bu etkinlikte domuz gribi olanlar olmuş. Herkese geçmiş olsun dilerim ve acil şifalar. Umarım az sayıda kişiye bulaşmıştır ve onlar da çabucak iyileşirler.)



Şöyle bir sistem oluştu: Aynı anda pek çok ocak yanıyordu; mesela bir ocakta makarna pişiyordu: "Makarna pişti!" şeklinde bir çağrıdan sonra ocağın etrafına bazen 10 bazen 15 kişi gelip bir iki kaşık alıyorlar ve de yemek kısa sürede bitiyordu. Kominal olayında bence şöyle bir sorun var: Biraz çekingen olan ya da yavaş davranan kişi ötekilerden az yemiş olur; insanlar yemek yerlerken karakter olarak daha çekingen olan birkaç kişide bu durumu gözlemledim; böyle bir kız vardı, "Tencereden - deyim yerindeyse - bir kaşık yemek kapma olayı" ona ters görünmüş olmalıydı ki yemeden matında oturmuş sağa sola bakıyordu, ama kesinlikle açtı; sanırım bunun farkına varan eskilerden birisi, ona küçük bir tabakta ya da bir tencere kapağında yemek getirdi. Olayı tam açıklayamadım sanırım! :) Şöyle söyleyeyim: Eğer bir tabağınız varsa ve oraya belirli bir miktar konmuşsa onu huzur içinde yiyebilirsiniz. Ama önünüzde bir tencere varsa ve bunu pek çok kişiyle paylaşıyorsanız ne kadar yemeniz gerektiğini bilmezsiniz, utana sıkıla kaşığı götürür tencereye daldırırsınız, acaba az mı aldım çok mu aldım suçluluğu içinde yarı aç bir şekilde birkaç kaşıktan sonra bırakırsınız, yani komünal yemeklerde ben şahsen böyle hissederim. Kominal yemeklerin bir de yukarıda söylediğim gibi gribi yayma tehlikesi vardır ve bu salgin bitinceye dek DKSK en azından komünal yeme işini askıya almalıdır.

Yemek işi bittikten sonra hava yavaş yavaş serinlemeye başlamıştı. Gecenin ayaza çekeceği, burun kızartacağı, parmak donduracağı artık belli olmuştu. Yolda gelirken yer yer karlı bölgeler de görmüştük.





Yemek sonrasında kimileri yukarıdaki çeşmenin buz gibi suyunda kapları temizlediler; kimileri DKSK'nın geleneksel futbol sahasında maç yaptılar. Ben çeşme dönüşünde halka halinde bir grup gördüm ve orada ne oluyor, bir politikacı falan mı gelmiş diye gittim. İlk yardım olayı çerçevesinde, vücut iç ısısı normalin altına düşmüş yani hipotermiye girmiş birinin tedavisi için gösterim yapılıyordu. Burada çok sayıda espri etrafta uçuştular. Hava yavaş yavaş karardı; güneş, yaylanın bu bölgesini terk edeli epeyce bir zaman geçti. TS Çağlar gece çıkışı için zamanı verdi. Milyarlarca yıldız gökleri boydan boya kapladılar ve görsel bir ziyafet sunmaya başladılar.




Gökyüzünde hilal da vardı; ancak o da bir süre sonra kayıplara karıştı, herhalde canı sıkıldığından evrenin başka bir noktasında gezintiye çıktı, ortam zencileşti, negro bisküviler tümden yok oldular. Bizim çadır başımız Erkan'ın öncülüğünde lambasız gece yürüyüşü başladı. Yürüyüş boyunca herkesten sessiz olmalarını istedi Erkan. Bu, hem kopmaları duyabilmek, hem yaban hayatını rahatsız etmemek ve hem de dışarıdan gelebilecek bir tehlikeyi önceden fark edebilmek için önemliydi; yürüyüş boyunca buna gerçekten de sağlam bir şekilde uyuldu; disiplin sorunu olan milletimizin disiplin ve ciddiyet gösterdiği her değerli an beni çok şaşırtır ve kesinlikle takdir ederim!.. Ayakların çamurlarda çıkardığı seslerden başka bir şey duyulmuyordu; bazen buzlara basılınca cam kırılmasına benzer sesler de duyuluyordu. İnsan neredeyse zifiri karanlığın içinde böyle bilinmez bir ufka doğru yürürken kendisini uçuyor gibi hisseder. Sağa sola bakma pek olmaz; önünüzdeki kişiye odaklanırsınız, sanki siz sadece önünüzdekiyle varsınızdır; onu bir anda gözden kaçırsanız yol bitecek, ilerleyemeyecek gibi hissedersiniz. 4-5 kez "kopma" diye ses geldi, kopanlar tekrar ve özenle yerlerine dikildiler. Bu yürüyüş zihni biraz durdurur ve bir anlamda bir çeşit meditasyondur.


Gece yürüyüşünün sonunda bir yaylaya geldik. Herkes matlarını serdi. Büyükçe bir halka oluşturuldu. Şarkı türkü söylendi; ben şarkı türkü bilmediğimden uzayı seyrettim. Komünal yaşam burada daire şekline girmişti! Her 2 dakikada bir bir yiyecek ya da sıcak kahve bardağı geliyordu. İsteyen yiyip içiyor, bir yudum alıp yandakine veriyordu, kızılderililerin çubuk sistemlerine dönmüştü olay. Grip salgını olduğu bir dönemde bunun doğru olduğunu söyleyemeyeceğim!.. Ama o soğuk ortamda biraz da insan mecbur kalıyordu. 4 kişi ayağa kalkmıştı. Onlardan biri bağırdı: "Ay akşamdan ışıktır!" Bunu duyan birisi hemen gür bir sesle yanıt verdi: "Yaaylalar, yaylaalar!" 4 kişi bu kez sazan balığını yakalamış bir şekilde güçlü bir şekilde bağırdılar: "Yaylaa diyen kavşaktır! Dilo dilo yaylalar!" Gülüşme ve kahkahalar yaylada yankılandı. Tabii kavşak sözcüğü "K" harfiyle başlamıyor olabilir, fakat ben bloglarımda küfürlü sözcük kullanmam! :) Gece gürültü yapılmayacak ve de yaban hayatı da ürkütülmeyecekti ama olur böyle yaman çelişkiler!.. Çelişkiler de hayatın baharatlarıdırlar bazen ve ortamı güzelleştirirler.
Gece etkinliği 2 saat kadar sürdü sanırım. Ben sırt çantamın üzerine uzanıp gökleri seyrettim, samanyolunu, Jüpiter'i, göktaşlarını hayretle izledim. Dönüş başladı ve yeniden kampa geldik. TS, "Ses kes" ya da "Kes ses" saati olarak 22.30'u belirtti. Bu da sabah 6.30'da kalkacağımız anlamına geliyordu. Uykular genellikle 8 saat olarak ayarlanıyordu.



Sekiz saat uyku hakkımız vardı ve ben bu hakkımın çoğu dilimini kullanamayacağımı çok iyi biliyordum!.. Yorgun olsaydım belki uyuyabilirdim ama gün içinde yorulma şansını da yakalayamamıştım; birkaç kez gruptan ayrılıp yorulmak için tepecik çıkıp indim ama kesmedi. Tulumlarda yatmayı bir türlü başaramıyorum, herhalde vücudum özgür alanımın kısıtlanmasına isyan ediyor.
Bizim ekibin çadırı ötekilerden değişikti; North Face firmasının Northwind çadırıydı. 2 kişilik bir tırmanış çadırıdır bu, ama pek çok çadırda olduğu gibi bunda 3 kişi kaldık. Northwind bir kamp çadırı değildi elbette. Adı üstünde, rüzgara, fırtınaya karşı dayanıklı bir şey. Sabah olunca da ben içeride bir damlama görmedim. 2 kapısı vardı, ön kapıdan sürünerek giriliyordu. Bu çadırı birkaç milyon yıl devamlı kullanan kişi evrimleşip bir sürüngene dönüşebilir!.. :) Değerli Üstat Darwin bu konuları daha iyi açıklayacaktır... Bu yüksek irtifa çadırında 3 kişi olunca diğerlerinin alanını daraltmamak için tabut gibi yani sırtüstü yatmak gerekti ki ben sırt üstü yatamam, ben yüzüstücüyüm ve elimi yastık altına koymacıyım!..
Uzun saatler boyunca yatamadım; koyun saydım olmadı, kuzu saydım olmadı, bir ara koyunlar beni saymaya başladılar ve bu da insan zihninin muhteşem bir oyunudur!.. Başka çadırlarda horlayanları saydım, sonu gelmedi, sağ sola dönerek de çadırdaki öteki ekip elemanlarını uyandırmak istemedim. Ama birkaç saat sonra vücudum sırt üstü yatmaya isyan etti, içimdeki Spartacus uyandı, köleler yani kaslarım isyan ettiler ve sola dönüp yattım, sonra sağa dönüp yattım, sonra sağ sol devamlı döndüm. Galiba sabah 3'ten sonra bir süre uyumayı başarmışım. Gece boyunca değişik çadırların horlama sesleri duyuldu; bir tanesi ilginçti, sanki bir koli bandı açılıyor gibiydi!.. (Bu arada sonradan öğrendim ki o gerçekten de koli bandıymış, akşam bir çadırı tamir etmişler!) Sabah 4 gibi, akşamdan su ve çorba çok içtiğimden tuvalet ihtiyacı için kalkmak zorunda kaldım. Ötekileri uyandırmamak adına epeyce mücadele verdim, sonunda pes edip çadırdan çıktım. Ayakkabılar ıslanmasınlar diye poşetlenmiştiler. Haşır huşur olmasın diyerekten çorapla biraz uzağa yürüdüm.


Sabah 4'ün karanlığında muhteşem bir gökyüzü vardı ve etkinliğin benim için en mükemmel anı buydu. Ayaklarım kırağıların üzerinde hızla ıslanmaya başlarken soğuktan ihtiyaç giderme işi aksadı ve ben kendimi atmosferin harikalığına bırakarak manzara seyrettim. 4-5 dakika kadar dışarıda kalmıştım. O süre zarfınca pek çok yıldız kayması gördüm. Çadıra döndüğümde Murphy yasaları gereği tulumumun fermuarı takıldı; kimseyi uyandırmayayım derken 3-4 dakika kadar tulumun fermuarını düzeltmek için haşır huşur, dangır dungur ses çıkardım. Ekip başına ayıp olmayacağını bilsem, tulumda tabut pozisyonu yerine dışarı çıkıp 2 saat kadar dikey pozisyonda gezinirdim. Çadır eskimiz Erkan "Eğer gece tuvaletiniz gelirse kesinlikle kalkın ve bana da mutlaka haber verin!" demişti, ama ben haber vermedim. Uyku kutsaldır, derler! Değerli üstat Shakespeare'in sözüydü sanırım. Julius Sezar oyununda da "Büyük kötülük olur uyandırmak şimdi!" diye bir cümle geçer.




Nihayet pırıl pırıl bir güneş doğdu; sabah kalkınca yukarıdaki fotoğrafı çektim. Her yer kırağıyla kaplanmıştı. İyi bir kahvaltı yaptık. Su şişesinin içine kırılmış 6 yumurta, sucukla birleştirilerek yenildi. Ben sarelle yemedim. Kaşar peyniri vardı, krem peyniri vardı, birazcık kaşardan aldım; ekmeğimiz çabucak bitti. Dün akşam yapıp da yemediğimiz sulu puding vardı, sütü fazla kaçırmışız, içine sarelle ve daha fazla cici bebe eklemek de yoğunlaşma sağlamadı; pudingi başkalarına vermek için epey çağrı yaptık!.. Dün gecenin kafa lambaları ve mum ışıklarının yerini çadırımızda sarı bir ışık almıştı. Güneş yükseldikçe ısınmaya başladık. Karagöl yürüyüşü için ekipler oluştu ve çeşme yönünden ekipler yürümeye başladılar, gümrük kapılarında gördüğümüz araç kuyrukları benzeri bir manzara oluştu.



Etkinlik boyunca herkes birbirini tanısın, herkes birbirleriyle konuşsun diye ekipler değiştiriliyordu. Ben bu kez Tuanna'nın ekibindeydim. Bu ismi ilk duyduğumda Suzanna gibi bir şey anlamıştım. İsmin anlamı cennet bahçesine düşen ilk yağmur damlasıymış. Demek ki cennet denilen hayali alemde yağmur da yağıyor ki buradan oraya gitmeden önce iyi bir yağmurluk ve şemsiye almakta büyük yarar vardır ve elbette gore-tex bir ayakkabı!.. Bir de aklıma gelen Tuba ismi var ki bu da ilginç bir isimdir çünkü yine cennette olan, kökü havada dalları aşağıda olan bir ağaçmış!.. Ben cennete gitmekten kesinlikle vazgeçtim; normal ağaç istiyorum, kökü havada ağacı kim ne yapsın!.. İsmi Tuba olanlar üzerleine alınmasınlar, genel manada konuşuyorum! :) Cennete gelince, bu dünyada kalmaktan şahsen memnunum, oraya giden gitsin! :)
Bizim ekip Karagöl yolunda hem gidişte hem de dönüşte rotadan saptı, ancak yarım saatlik önemsiz sapmalardı bunlar. Tuanna arkadaşımız paniğe kapılmadı, çok sakindi, en azından öyle göründü ve doğru rotaya döndü. ES Güner de bizim ekipteydi ve benim Elmadağ ekibimden Mert. Şahsen rotadan her sapmayı bir kazanç olarak sayarım ben; gidip Karagöl'de oturup yemek yemektense sık ağaçların arasında terleyip yürümek çok daha güzeldir. Doğada hareket halinde olmak, tıpkı doğa gibi dinamik olmak gerçekten hoştur.





Ampul şeklindeki kapkara Karagöl civarında yiyilip içildi. Ekip başlarının boyunlarında asılı olan pusulalar üzerine bir iki muhabbet geçti. Bu pusulaların kol saatlerinden biraz etkilendiği söylendi. Karagöl kısmı ip atlama daha doğrusu ip atlayamama, ipe takılma etkinliğiyle sona erdi ve kampa dönüş başladı.




Dönüşte yüksekteki orman yolundan yürüdük. Bu yolun manzarası güzeldir. Aşağıdaki köyün yeşilliklerine bakılarak yürünür ve sonra da ayaklar taşlara takılıp ileri doğru füze gibi bir atılım yapılır!..



Kampa geldiğimizde TS Çağlar Küçük 15.30'da otobüse geri dönüş için yola çıkılacağını söyledi. Bizim ekip çadırları hemen topladı. Son yiyecekler toplu olarak talan edildi, bir kısmı etkinlik toplantısında yenilmek üzere saklandı. Dönüşte ekip başımız Erkan bizi 200 metre kadar yükseltip 1850'lik tepeye çıkardı; dik bir çıkış oldu ama iyice ısındık, Erkan biraz zorlayıcı olduğu için bu rotayı kendisi beğenmedi ama ben şahsen beğendim; ilginç kayaların içinden geçtik. Yol boyunca 17 yaşındaki Umut'un borsa'da kaybettiği 250'liradan başlayıp pek çok konu konuşuldu. Aslında gezi boyunca gördüğüm en konuşkan ve de en meraklı kişiydi diyebilirim. Mesela bir mantar görünce hemen onunla ilgili bir şeyleri bağıra bağıra heyecanla anlatıyordu. Çevreye karşı meraklı olmak hassası ya da şaşırma özelliği çoğu insanda körelmiştir ve bu açıdan bu tip heyecanlı yorumları, doğaya ilgiyi ben olumlu buluyorum. Ayrıca beni en çok güldüren ekip de bu oldu; Umut, matını yukarı bağlamış; yürüken kuru bir dalı kırıyor, sonra "Koca dalı kırdım" diyip sola dönünce bu sefer başka yeri kırıyor, yürüken sanki 5 kişi yürüyordu, 5 kişinin çıkardığı sesleri çıkarıyordu! İyi bir çizgi film kahramanı olabilir!.. Tenten mesela! :)
Otobüse gelindiğinde eşyalar yerleştirildi. Sanırım 4 ya da 5 kez "Çantalarınızı yerleştirin" duyurusu yapıldı ama ilk aşamada sadece ben ve birkaç kişi çantalarını yerleştirdiler. Japonlar olsaydı hemen yerleştirirlerdi! :) Demek ben de Japon'um! :) Etkinlik toplantısı otobüsün içinde yapıldı. Mert buna itiraz etti. Hava soğuk da olsa dışarıda yapılmalı dedi; kendisi de oldukça ciddi bir şekilde öksürmesine rağmen dışarıyı istedi. TS Çağlar çok öksüren var ve hava karardı, birbirimizin yüzünü göremeyeceğiz, içeride yapalım dedi. Olayın bir ilkeler, prensipler boyutu vardır. Dağcılığın önemli boyutlarından biri mukavemet ya da dayanırlıktır. Prensipler gereği hava soğuk da olsa etkinlik toplantısı dışarıda yapılabilirdi, ilkeler açısından bu doğrudur, ama ben de şahsen Çağlar'ın kararını doğru ve yerinde buldum. Çok sayıda kişi öksürüyordu. Zaten etkinlik boyunca hapşıran, öksürenler epeyce vardı, bence etkinlik öncesinde grip olanlar da vardı. Etkinliğe Ukraynalı ve İranlı öğrenciler de katılmışlardı; sonuçta otobüste toplantı yapıldı. İranlılardan biri iyi Türkçe konuşuyordu; eleştirileri kavgamsı bir şey sanıp etkinlik lehine birkaç kez söz alıp konuştu, çok güzeldi, keyif aldım dedi. Sonra birbirlerini eleştiren insanların 1-2 dakika içinde kol kola şarkı söylediklerini görünce rahatladı, mutlu oldu!.. İranlılar da şarkı türkü söylediler. Biraz askeri marş havası vardır İran şarkılarında. Bu arada söz verme olayını Mercan isimli bir arkadaş yapmıştı, yanlış hatırlamıyorsam tabii!..
Herhalde 50'den fazla şarkı, türkü söylendi. Devrimci şarkılar, klasik şarkılar, sanat müziği, arabesk, çav bellalar (Bella Ciao)... ; repertuar çok genişti, yalnız Michael Jackson, Enrico Iglesias gibiler unutuldu!.. :) Bir de benim çok sevdiğim, küçüklüğümden beri keyifle dinlediğim "Guantanemera" çalsaydı iyi olacaktı ve belki bir şarkı da bütün zamanların en iyi şarkıcısı Elvis Presley'den.
"Hop hop TS..." temposu eşliğinde TS tişörtü çıkartılıp dans ettirildi; herhalde bu bir DKSK geleneğiydi. Ben gelenek karşıtı biri olsam da bazı geleneklerin devam etmesinden yanayım.
Etkinlik ücreti oldukça ucuzdu, 20 liraydı. Etkinlik boyunca çok değişik karakterler gördüm. Çadır eskimiz Erkan'ı da tebrik ederim. Duyarlı ve düşünceli biriydi. Hem özgürlükçü hem de disipline önem veren biriydi, işini ciddiye alıyordu. Komünal yemek olayında ısrarla yememiz gerektiğini söyledi. Bir sorun olduğunda onu çözmek için hemen çaba gösterdi. Bunun dışında bayanlarda argo konuşmalar beni şaşırttı. Antrenmanlarda da bu olay beni şaşırtıyordu. Yalıncağa giden bir yokuş var, ben "Eşek Zorlayan" yokuşu diyorum, ama oranın malum ismini bağıra çağıra söyleyen kızlar vardı; bence argo, erkeğe yakışmadığı gibi kadına da hiç mi hiç yakışmaz, onun değerini düşürür; kibarlık, incelik her zaman prim yapar, takdir toplar; düzey, bir estetik ve güzellik yaratır, ortamı yükseltir! "S....'ya gidiyorum" yerine "İhtiyaç molasına gidiyorum" demek kesinlikle daha güzeldir. Ötekisi itici olur ve hiç de doğal kaçmaz, kaba kaçar. Bunu da eklemiş oldum. Bu arkadaşları kınıyorum yani! :) Ama insan, yaşamın her anında daha güzel, daha ince ruhlu olana doğru, tıpkı bir dağcı gibi alçaktan yükseğe doğru, eteklerden tepelere, topraktan yıldızlara dönebilir, bu yolda ilerleyebilir.
Sonuç itibariyle güzel bir etkinlikti. Emeği geçenleri kutlarım. Çağlar'ın ve Güner'in başarılı TS ve ES'liklerini de kutlarım.
Benim için etkinliğin en güzel anı sabah 4'te ihtiyaç molası için kalktığım, evrenin sonsuzluğuyla, doğanın muhteşemliğiyle kucaklaştığım andı, benim için bir meditasyon anıydı. Başka yazılarımda da bazen belirtiğim gibi yine üstat İlya Ehrenburg'un meşhur şiiri Oğullarımızın Oğulları'ndan bir mısra aklıma geldi:
"İnsanlar kurşuna dizilirdi şafaklarda, Ama Yalnız onlar, yalnız onlar öğrendi nasıl olduğunu Nisan sabahlarının." Gerçekten de bir anın gerçeklerini yalnızca o anı yaşamış olanlar bilir...
Geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden yetenekli dağcı Tomaz Humar'ı da bu yazı vesilesiyle saygıyla anmış olayım...
Mehmet Murat ildan













Saturday, November 14, 2009

ADOG Etkinliği -4

Bugün, yani 15 Kasım 2009 Pazar günü ADOG'un düzenlediği "Semeler Köyü-Kızılcahamam" yürüyüşüne katıldım. Aslında bugünün programı Yozgat'ın Kolanlı köyünde ağaç dikimi etkinliğiydi. Kendimi de ağaç dikimine hazırlamıştım, ancak köy muhtarının eşi rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığından etkinlik de iptal edildi; kendisine acil şifalar diliyorum. Umarım bir başka zaman Anadolu'nun herhangi bir yerine ağaç dikmek için gitme fırsatını bulurum, çünkü bu mesele hem ülkemiz hem de dünya için hayati bir önem taşımaktadır. "Anadolu'nun Çölleşmesi" gerçeği "Anadolu'nun Ormanlaşması" mucizesine mutlaka dönüştürülmelidir ve bu dönüşüm bu topraklarda yaşayan, her türlü soruna rağmen bu ülkeyi seven insanların en büyük başarılarından biri olacaktır.

Semeler köyü Ankara'ya 90 km, Kızılcahamam'a da 14km uzaklıktadır. Köyün nüfusu için 2000 yılı rakamı 53 verilmiş, pek kalabalık değil yani! Köyde ilkokul var ama kullanılmıyor; sağlık ocağı da yok, ama cami ve de yeni yapılmış olan minaresi var. Minibüsle önünden geçtiğimiz caminin minaresi köylülerin 40 milyarlık bağışlarıyla geçen yıl yapılıp hizmete açılmış. Bence sağlık ocağı ve okula öncelik vermeliydiler, ama yine de onların bileceği iş. Ne ekerlerse onu biçeceklerdir!.. Güzel yaşam, bir doğru tercihler sanatıdır.
Etkinliğe 3'ü bayan olmak üzere (Jale Demirci, Funda Dönmez ve Fatma Bakır) 13 kişi katıldı. Triskaidefobi sözcüğünü muhtemelen duymuşsunuzdur. Yunanca 3, 10 ve de fobinin birleşimi bir kelimedir ve 13 sayısının uğursuzluğundan korkmayı belirtir. Ben bu tür komik inançlara hiç itibar etmediğim gibi 13 sayısını da güzel bir sayı olarak görürüm. Eğer ADOG bu etkinliği 2 gün önce yapsaydı, yani 13 Kasım Cuma olsaydı, o zaman da Triskaidefobi değil Paraskevidekatriafobi durumu ortaya çıkacaktı: 13. Cumalardan korkma durumu! :) Bu batıl inançlara inat etkinlik güzel geçti. Ayın 13'lerine denk gelen günlerde 13 kişilik etkinliklerin çoğalmasını dilerim!..
Etkinlik, Semeler köyünü birkaç kilometre geçtikten sonra bir vadi girişinden başladı. Minibüsten aşağı inince karşımızda aşağıdaki görüntü vardı. Burada Faruk Türkçüoğlu'nun öncülüğünde ısınma hareketleri yapıldı. Bu arada dağların tepelerinde de kartallar av için ısınma turları atıyorlardı. Hava güneşli ve müthiş temizdi.


Vadi boyunca yürümeye başladık. Olcay Yersel beyin 7 Göller Macerasına dair bana bir sitemi vardı. O gün traktörü bulup getiren "Traktör Kahramanı" olarak kendisinden bahsetmeyi unutmuşum; aslında itiraf etmeliyim ki o zaman ve dahi şimdi bile isimleri tam bilmiyorum. Üstat Emile Zola ne demişti, "Hakikat daima muzaffer olur!" Gerçeği örtmek, onu saklamak imkansızdır. Böylece Olcay beye o günkü çabalarından dolayı hakkını teslim etmiş olduktan sonra alıç ve kuşburnu bitkileriyle dolu sakin vadide yer yer birkaç şelale de görerek ilerledik. Bir süre sonra "Hoo, huu, haa, kimdir gelen?" türünden sesler duyduk ve uzaklarda bir duman gördük. Avcılar mı yoksa kızılderililer mi acaba derken bunlar bir koca karı daha doğrusu karı koca köylü çıktılar. Aşağıda onların "içtenlik içeren" bir fotoğrafını veriyorum.
Teyze kuşburnu topluyormuş. Amcanın da eşeği vardı. Uzun süre birileriyle konuşmadıklarından olsa gerek bizi gördüklerinde dilleri açıldı; "Dil açılımı" gerçekleşti; amca Siyasal'da ben yıllarca yöneticilik yaptım dedi. Doğru mudur bilemem ya da hangi Siyasal'dır bu bir fikrim yok!.. Ateş de yakmışlardı. Birkaç dakika bu insanların bu basit ama hoş yaşamlarını düşündüm. Şimdi şehirde bir patlama olsa ya da darbe olsa, bir şey olsa onlar belki de birkaç gün sonra öğreneceklerdi. Üstat Osho'nun deyimiyle dünyanın büyük bir tımarhane olduğu gerçeği sanki onlara hiç bulaşmamıştı ve bu benim hoşuma gitmişti. Şehir yaşamının saçmalıklarının yerini burada doğanın gerçekçi hayatı, durgun gibi görünen dinamik yaşamı almıştı. Onlara veda edip yola devam ettik. Köylüler Eğerlidereköy'dendiler. Biz Çukurören köyüne doğru yol aldık. Uzaklarda Eğrekkaya barajını gördük.
Eğrekkaya barajı Ankara'ya su sağlayan barajlardan biridir; Kurtboğazı barajı kadar tanınmaz. Sey çayının önüne yapılmıştır. Bu barajdan Kurtboğazı barajına su kanalıyla bağlantı vardır. Çevredeki köyler barajı destekleyen dereleri kendi köy şebekelerine bağladıklarından ve de genel kuraklıktan baraj seviyesi düşüktür. Aşağıda barajın ufukta göründüğü anın fotoğrafını verdim.

Bu etkinlikte en az 18 Km yürüdük ve de kısa sayılabilecek bir zamanda hızlı tempoda yürüdük; en uzun ana molamızdı o da 20 dakikayı geçmedi, öteki molalar 20-30 saniyelik nefes molalarıydı. 16.00'da Kızılcahamam'a varmıştık bile, kafa lambalarına gerek kalmamıştı. Uzunca patikalardan geçtik. Zaman zaman dik yamaçlara tırmandık; bazen dik yamaçlardan indik, vites büyüttük, vites küçülttük; serinlik durumuna göre şapka çıkardık, bere taktık, bere çıkardık, şapka taktık. Yamaçlardan birinde buradan mı inilecek dik görünüyor derken Salim bey bağırarak aşağıya doğru koşmaya başladı. Zemin çok yumuşak olduğundan düşülse bile biraz pantolon ve el çamurlanması dışında bir şey olmuyordu. Düşen birkaç kişiyi gözlemlediğim için ve de düşenlerin ilk şaşkınlığı attıktan sonra keyifle ayağa kalktıklarını gördüğümden bu inişin zevkli olduğunu söyleyebilirim.

Daha önceki yazılarımda yazmıştım. "Kolay hayat sıkıcı bir hayattır ve pek de anlamlı değildir!" İlişkilerde bile böyledir; zorlu olanın, mücadele içinde geçenin kıymeti yüksektir. Dik tırmanışların birinde sonlara doğru güçler tükenmişti; zirvemsi bir yere yakın bir açıklıkta yere kan ter içinde oturup ilerideki harika manzaraya bakmak güzeldi. Toprak sanki bacaklarınızı esrarengiz elleriyle tutar ve ağrımış adalelerinize yumuşakça dokunur; yorgunluğunuzu emmeye, çekmeye başlar. Bu, zorluğun verdiği, zorluk sonrası gelen bir keyiftir. İnsan, eline diken battığında uyanır; öncesinde uyuyordur!..

Bu aralar ilginç trekking ilanları da var. Mesela bir trekking ilanı görsem, 6 Km'yi de görsem kesinlikle o trekkinge katılmam. Kolay işin keyfi gerçek keyif değildir. Mangal-sucuk etkinlikleri trekking turları arasında hızla yayılıyor; bazen 1.5 saat 2 saat yemek molaları veriliyor. Bunlar düğünlere, sünnet eğlencelerine vs. yakışır ama doğa trekkinglerine pek yakışmaz; ama yapılmamalıdır da diyemem; herkesin seçme özgürlüğü vardır. Sucuk tercih eden sucuk dumanını hak eder!.. Gerçi çok acıkmışsam bu dumana benim de pek bir itirazım olmaz!.. Ben bu geziye 3 tane küçük yuvarlak ekmeğe konmuş ton balığı sandviçi getirmiştim, arasına da maydonoz koymuştum. Bir de elma ve fındıklı kuru üzüm. Bunlar bana yetti de arttı bile. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki, doğa, yeryüzündeki en büyük tapınaktır; onun içine girdiğimizde saygılı olmamız gerekir ve mangal türü şeyler de tapınağa yakışmamaktadır.



Yürüyüşün 15. kilometresinde Anmar Maden tesislerine ulaştık. Burada maden suyu üretilmektedir. Tesisin girişine benzer bir yerin fotoğrafını aşağıya ekledim. Etkinliğin bu noktasında 6 kişi tesisin önünde bekleyen minibüse bindiler. Hüseyin Uykun'un ayakkabısı vuruyormuş; yarın Kayseri'ye yola gidenler de olduğundan onlar minibüsle Kızılcahamam'a döndüler. Minibüs kaptanı da değişik biriydi; şair olduğunu söylüyordu. İstiklal marşının değişik bir versiyonunu 2 kez okudu. Orada şöyle bir cümle geçmişti: "Ezelden beridir aç yaşadım, aç yaşarım!"



7 kişilik ekip yürüyüşe devam etti. Baraja en yakın noktadan geçtik. Buradaki manzara görülmeye değerdi. Yürüyüşün sonunda feci bir yere ulaştık! Nedir derseniz Kızılcahamam'a hakim bir tepeye konumlandırılmış beton yığını TOKİ evlerine çıktık. Gerçi ülkenin neredeyse tamamı bu çirkin yapılaşma tarlasına dönüşmüş durumda. En yukarıdaki fotoğraf Kızılcahamam'ın bir fotoğrafı. Etraf yemyeşil, harika bir doğa var, ilçe ise bir beton yığını; havası ise Ankara'dan daha kirli çünkü doğal gaz gelmiş olsa da henüz yaygınlaşmamış; ormanın içinde zehirleniyorlar!..

Dizlerde artık biraz yorgunluk belirtileri başlamıştı. Dün Anka-Mall'dan satın aldığım Adidas gore-tex trekking ayakkabım da biraz ayağımın bilek kısmını zedelemişti; kalın havlu çorap lazımmış. Belki de 233 yerine 280 verip Timberland boğazlı ayakkabı veyahut vibran tabanlı botumsu bir şey almalıydım!.. Ya da Armada'dan boğazlı Lafuma alsaydım çok daha iyi olacaktı. 145'e Lafuma'lar var, tank gibi ayakkabılar.



Etkinlik, Soğuksu Milli parkının girişinde sol taraftaki Ahmet ustanın yeri denen bir ahşap lokantacıkta sona erdi. İçeride güzel bir soba yanıyordu. Burası kulübemsi bir köfteci. Köfteleri güzel. Piyazlı salataları lezzetli. Yoğurtları da öyle. Salim bey ADOG'un artık Kızılcahamam'a her geldiğinde buraya uğrayabileceğini Ahmet Ataseven'e yani oranın sahibine söyledi. Ancak hesaplar ödenirken sanırım iş yeri sahibi 3-5 liranın hesabını yaptı, o nedenle artık oraya gidilmemeye karar verildi. Sonuçta ileride belki yüzlerce kişinin oraya gelmesinin yolu açılabilecekken işletme sahibinin hiçbir ikramda bulunmaması elbette onun açısından akılcı ve misavirperverlik açısından da doğru değildi. Bu tip durumlarda ikramda bulunmak müşteriye iyi bir jest olur. Almak için vermek gerekir!.. Vermek, almaktan daha yüksek bir ahlak gerektirir; işletme sahibi bize şimdi bir şeyler ikram edip verseydi, daha sonra onu fazlasıyla alacaktı!.. İnsan, karşısındaki kişinin iyi niyetli ve samimi olduğunu anlarsa, o kişi "1" verdiğinde ona rahatlıkla "10" da verebilir. Soğuksu Milli parkına yakın olduğundan köftecinin işleri şimdilik iyi, o yüzden de kibirliydi belki de. Fakat aşağı resimdeki şu piyazın enfes görüntüsüne bir bakın!..




Etkinlik boyunca her zaman yaptığım gibi değişik kişilerle değişik konuları kısaca ya da uzunca konuştum. Gültekin Yılmaz beyle iki kapılı yeni arabası üzerine konuştum. Faruk Türkçüoğlu'yla Japonya'daki Fujiyama dağı ve oradaki düzenlemeler, merdivenler üzerine lafladık; Jale Demirci'nin Erciyes dağı ve sualtı dalışları üzerine ve de trekking ayakkabıları üzerine anlattıklarını dinledim; haftaya Küba yolcusu olması sebebiyle pek çok kişi puro istedi, hatta Fidel Castro'nun sakalından hatıra isteyen de oldu, sanırım Şevket beydi, sadece 1 tel mi yoksa 1 tutam mı istedi hatırlamıyorum!..

ADOG'un Ağrı dağı ve İran'daki 5671 metrelik Demavend dağı çıkış etkinliği de olacakmış. Bunlara katılmayı düşünüyorum, tabii o zaman geldiğinde şartlar ne olur şimdiden bilemem, dünya yerinde durur mu onu da bilmiyorum; gelecek bilinmez. Ağrı dağına çıkarsam boyum uzamayacak elbette ama yaşanan her zorluk bize bir şeyler katacaktır ve önemli olan da budur. Bütün bunları gerçeği yakalamak için yapsak da gerçek yakalanamaz; o, hemencecik bir anıya dönüşür. Bu etkinlik de artık bir anıdır, her şey yalnızca bir anıdır.

Bu arada Kızılcahamam'a gelindiğinde 13 kişilik ekip de parçalara bölünmüştü. Divide et İmpera! Makyavelli'nin meşhur sözüdür bu: Böl ve Yönet. Ama bizim ekibi bölen yoktu, kendiliğinden bölündü! :) Bir kısmı hamama gitmiş; bir kısmı köfteciye; Mevlana tesislerinde olanlar da varmış. Bu bölünmenin tatlı-sert bir muhasebesi de sitemvari şekilde yapıldı; Mevlana tesislerindekiler de "Bizi unuttunuz!" sitemini ilettiler. Dönüş minibüsünde ADOG'un Olcay Yersel'i espri bağlamında ADOG'a yıllık abone etme çabaları vardı ama bir sonuca varılamadı.

Kısa bir yazıda elbette bütün bir etkinliğin ayrıntılarının verilmesi mümkün değil. Ben genel bir bakış verdim. Burada önemli olan yaşamın her anından ne öğrendiğimizdir. Şehirlerin, politikanın, mesleki hırsların, her türden ihtirasın ve bir sürü saçmalığın boğuculuğundan bir günlüğüne de olsa kaçmak, doğanın huzuru içinde saflaşmak, arınmak bu yorgunluğa değer.

Yenikent'teki bahçesinden getirdiği ve herkese dağıttığı güzel ayvalar için de Mahmut Sancaktaroğlu'na teşekkür ederim. Sadece ayva değil pek çok yiyeceğini pek çok kişiyle paylaştı. Ayrıca yine ismini bilmediğim bir arkadaş Çocuk Esirgeme'nin çocuklarına yardım amacıyla eşya, para ve her türden yardımı içeren bir projeden bahsetti. Bu tür faaliyetler unutulmuşların, terk edilmişlerin, muhtaçların, bahtsızların yeniden hatırlanmaları ve onlara bir şeyler sunulması bağlamında çok önemli. ADOG'un bu konuda bir yardım projesi olacak ve güzel bir adımdır bu. Bazı küçük adımlar her zaman için dev adımlardır.

Mehmet Murat ildan

Monday, November 2, 2009

ADOG Etkinliği -3


Mark Twain'in 1884 yılında yayınlanmış bir kitabı vardı: Huckleberry Finn'in Maceraları. TV'de bir zamanlar bunun dizisi de mevcuttu ve ben bunu ilgiyle izlerdim; Huckleberry'nin arkadaşı Tom Sawyer ile olan maceraları insanı müthiş sürüklerdi. Bu dizinin başlığı bile benim çok hoşuma giderdi. Macera sözcüğü de herhangi bir dilde en sevdiğim kelimelerden biridir. Macera, baştan geçen ilginç olay veya olaylar zinciridir; yaşamımızda ilginç şeyler olduğunda sanki bir uykudan uyanır, canlanırız. Yaşam tekdüze giderken insan yalnızca bir uykudadır!..



ADOG'la katıldığım 7 Göller gezisi için etkinlikten ziyade hoş bir macera tanımını kullanacağım. Neden "Hoş" derseniz buna da Üstat Shakespeare'nin şu ünlü sözüyle yanıt vereceğim: Si finis bonus est, totum bonum erit ya da "All's well that ends well," bir başka deyişle "Sonu iyi biten her şey iyidir!" Sonlar, başlangıçlardan ya da orta kısımlardan daha önemlidir. Son farklı bitseydi bu yazım da farklı olabilirdi! :)


Evet, 31 Ekim 1 Kasım tarihleri arasında ADOG'un Engelliler Yararına 7 Göller-Akçakoca gezisine katıldım. Aracın kalkış saati sabah 6.30'du. 5.30'da elektronik saatin alarmıyla kalktım ve hareket noktalarından biri olan Armada'ya vardığımda tam 6.30'du! Birilerini bekletmekten mümkün olduğunca kaçınmaya çalışırım, o yüzden de taksiyle Armada'ya yetiştim. 7 Göller Bolu'nun kuzeyine düşüyor. Son derece engebeli bir arazidir burası. Sık sık heyelanlar olur. Bu heyelanlar bazı vadilerin önlerini tıkarlar ve yağmur suları da buralara dolarak gölleşirler.



7 Göllere giden yol çukurlu toprak bir yol. Yol boyunca pek çok uçurumlu yerler var. Heyelana hazır çok sayıda viraj görmek mümkün; bu bölgede heyelanlar olağan karşılanıyorlar; heyelan olmadığı zamanlar insanlar şaşırıyorlar!.. Yol boyunca kayın, meşe, sarı çam, kara çam gibi ağaçlar gördüm. Yalnız şunu söylemeliyim ki yol çok uzun sürüyor. Ben pek çok kez "Araç dursa da bu yolu yürüsek" dedim açıkçacı!.. 7 Göller 30 kilometre levhasını görüyorsunuz ve seviniyorsunuz; sonra da git git git, artık vardık derken 25 kilometre kaldığını görüyorsunuz. Böyle bir yolda 5 kilometre 50 kilometreye bedel!..


7 Göllere vardığımızda yani sabah 11.30 civarlarında ilk gittiğimiz yer Kapankaya tepesiydi. Tepede sis yoğunluğu fazlaydı, o yüzden de tepeden gölleri görme fırsatını bulamadık. Aracımız bizi bu tepede bıraktı. 3.5 saatlik bir süre verildi, herkes serbest kaldı. Bu süre zarfında yürüyerek aşağıdaki ana buluşma yerine inecektik ki bu yol 1.5 saatlik kısa bir yoldu. Yol üzerinde Anıt Ağaç diye bir levha vardır. Buraya sapanlar 500 metre yürüdükten sonra dev bir çam ağacına rastlarlar. Anıt ağaçlar insandan 20 kat fazla yaşarlar. Onlara bilge ağaçlar da diyebiliriz çünkü pek çok şeye tanıklık ederler, onlar imparatorlukların yıkılışlarını, kralların düşüşlerini de görürler. Bu Anıt Ağaç bir kara çamdır ve de yüksekliği 30 metredir!.. NBA basketbol takımları için enfes bir boy! :) Anıt Çam'a giden yol muhteşem bir yoldur. Şansımızdan o gün sisli bir gündü; orman patikalarında ilerlerken insan o esrarengiz atmosferi büyülenmiş bir şekilde izler. Sanki bir yerlerden periler çıkıp geleceklerdir.


Aşağı doğru indikçe küçük küçük göllere rastlanır. Bu saklı cennetler doğanın kraliçeleridirler; sonbahar yaprakları da onların taçlarındaki altın varaklardır. Bu göllerin isimleri şöyle: Sazlıgöl, İncegöl, Küçükgöl, Deringöl, Büyükgöl, Kurugöl ve de Seringöl. Onlarca ve hatta yüzlerce değişik bitki türünün arasından yürümek insanı heyecanlandırır.





Yürüyüşe başladıktan bir süre sonra yağmur yağmaya başladı. Başlangıçta hafifçe yağan yağmur bir süre sonra ciddi bir sağanağa dönüştü. Dilek çeşmesine inerken yağmur şiddetini artırdı. Benim su geçirmeyen ve birbirinin aynı olan 2 botum vardı. Bunlardan biri herhalde fazla kullandığım için artık su geçiriyordu ve ben yanlışlıkla bunu almıştım yanıma!.. Kısa sürede ayağıma sular girdi. Ondan sonraki 13 saat boyunca ayağım su içinde buz gibi dolaştım; ayakkabımdan vıcık vıcık su sesleri geliyordu!.. Artık doğru dürüst bir trekking ayakkabısı almanın zamanı geldi!.. Sırt çantam su geçirmez olmadığı için yedek çoraplarım da dahil her şey ıslandı, şemsiyem küçük olduğundan pek bir işe yaramadı. Zaten trekkinlere şemsiye almak da doğacılığa yakışmaz!..




7 tane göl gezildikten sonra oradan ayrılma vakti geldi. Çok sayıda turlar gelmişti; mangal sucukları orman kokusunun yerini almışlardı; bütün midibüsler birbirlerinin aynısı olduğundan şaşırıp geçici olarak başka midibüse binmek mümkündü!..
Sonbahar ayı 7 Göllerin büyülü güzelliğini görmek için en iyi aydı. Oradan ayrıldıktan sonra Bolu yazan bir yol ayrımına geldik. Etkinliğin bir maceraya dönüşme noktası işte buradadır. Bolu yazan yer yerine öteki yola devam ettik, herhalde kaptan ya da yolda sorulan birisi orası kestirme demiş, ayrıntıları bilmiyorum. İstikamet Yığılca ilçesiydi. Öteki yola girişimizle birlikte peyzaj olarak çok güzel mekanlardan geçtik.
Bu 7 Göller Milli Parkındaki yollar hemen hemen her 5-10 saniyede bir viraj şeklindeki yollardır. İki araba yan yana zor geçer. Bir saati aşkın bir süre o yolda 2 midibüs halinde ilerliyorduk. Yağmur artmıştı. Midibüslerden önde gideni bir yokuşa geldiğinde çamurdan dolayı yukarı çıkamadı, ancak ikinci denemede başarılı olup yukarı çıkabildi. Benim bulunduğum midibüs ise çamura saplandı. Kaptan soldan değil de sağdan yokuşa vursaydı çıkardı sanırım. Geri geri gelip bir hamle daha yapmak istedi, ancak ilginç bir geri gelme hareketiyle aracı hem çamura ve hem de soldaki dağa sapladı!.. :) Birinci pilotaj hatasıydı bu!.. Kaptanımız ilginç biriydi, bazen kendi kendine konuşuyordu!.. :) Dikkatli ya da iyi bir şoför olduğunu pek söyleyemeyeceğim.


Erkekler araçtan indiler ve midibüsü itmeye başladılar. Herkes aynı anda arkadan itmediği için, kürek mahkumlarının koordineli kürek çekmeleri gibi davranılmadığından ve kaptan da aralıklarla gaza bazmadığından bu girişim aracı birkaç metre yukarı taşımaktan başka bir işe yaramadı, dahası aracın balatası yandı, etrafı keskin bir yanık kokusu kapladı, bu koku aracın içine bile yapıştı, uzun süre çıkmadı; midibüsün kalbi durdu, kontak kapatıldı. Ben montumu arabada bıraktığım için arabayı iterken epeyce yağmur yedim ve atletime kadar yağmur işledi. Sonuç olarak birinci midibüs uçurumsu sayılacak bir yere yakın konumda kaldı. Herkesin 2. araca geçmesi durumu ortaya çıktı. Ancak 30 kişiyle zorlanan bir araç 60 kişiyi çamurlu bir ortamda taşıyamazdı. Şöyle bir karar alındı: Bayanlar öndeki araçla gidecekler ve Yığılca'ya vardıklarında veyahut birilerine rastladıklarında oradan bize yardım göndereceklerdi.
Salim bey orada doğru bir şey söylemişti; 2. araç bir yerden manevra yapıp dönerek geldiğimiz yöne geri dönecektik. Bilmediğimiz bir yola devam etmektense bildiğimiz uzun yola geri dönmek daha iyiydi. Ancak bizim araç yolu kapamıştı, dönüş manevrası yapmak da zor gibiydi. Bayanların olduğu midibüs ileriye, Yığılca'ya doğru hareket etti (İlerleyen zamanlarda öğrendik ki o yol Yığılcaya gitmiyormuş, yanlış duymadıysam bir yerlerde bitiyormuş!!)
Kalanlar da midibüsü bırakıp o tarafa doğru yürümeye başladılar. Cep telefonları bu bölgede bir çok yerde hiçbir şekilde çekmiyor. 45 dakika kadar, yağmurlu fakat ay ışığının tatlı bir loşluğuyla aydınlanmış çamurlu yolda yukarı doğru yürüdük. Sağdaki vadide bir dere akmaktaydı ve onun gürültüsü duyuluyordu. Bizim midibüsün şoförü daha fazla yürüyemeyeceğini söyledi. Şeker hastalığı varmış. Önümüzdeki yolun ne kadar süreceğini bilmiyorduk. 35 kilometre diyenler olmuştu ki bu da sabaha kadar yürümek demekti. Kaptan dönecekti ve onunla gidecek gönüllü arandı. Herkes ileri gitmekten yanaydı. Kaptan ben yalnız başıma dönemem dedi. Komik konuşmalar da oluyordu ve elimde olmadan gülüyordum. Sanırım kaptan şekerim 280 demiş, bir başkası da bana dönüp şöyle diyordu: "Atıyor ya, 280 şeker olmaz!" Kim haklı bilemem ama birisi şekerim var diyorsa ona inanmak gerek. Şekeri yoksa o kişi sadece yalancılığıyla kalır, ama şekeri varsa bunun sonuçları herkes açısından daha ciddidir ve hepimizi bağlar. Bu tip konumlarda birinin sağlığı hepimizin sağlığıdır.


Gecenin soğuk karanlığında şöyle bir karar alındı. 5 kişi devam edecek ve kalanlar şoförle 45 dakika aşağıdaki midibüse geri döneceklerdi. Doğrusu ben de o 5 kişilik ekipte olmak istiyordum. Yani yol 50 kilometre de olsa ben midibüse geri dönmektense hareket halinde olmayı, sürekli yürümeyi tercih ederdim. Ancak Salim beyin söylediğine uymak gerekiyordu, yetkili kişi o olduğundan onun kararına tartışmalardan sonra nihai olarak saygı duyup geriye yürümeye başladık; birisi kaptana yağmurluk verdi. Yol boyunca güzel espriler oldu. Midibüse geldiğimizde içeri geçip yedek çorap giymek arzusundaydım ki yedek çoraplarım bile ıslanmıştı.


Midibüste 2 bayan da vardı, onlar öteki bayanlarla gitmemişlerdi. Onlardan birisi aracın uçuruma çok yakın olduğunu ve yavaş hareket etmemiz gerektiğini telaşlı bir şekilde söylüyordu. Aracın bütün tekerlekleri önceden taşlarla sağlama alınmıştı. Bayanlardan biri biraz hıçkırık boşalması yaşadı. Bu tür durumlar yaşamamış olanlar için bunlar normaldir, onları da anlamak gerekir. Türk aile yapısı da çocukları biraz çıtkırıldım ve nazlı yetiştirirler, o yüzden bu tür durumları anlamakta, anlayışlı olmakta her zaman yarar var. Birkaç saate kadar işlerin halledileceğini söyledik. Napolyon'un meşhur bir sözü var: "60 kişiyle dağda ölemezsiniz!" Tabii Napolyon'un bunu söylediğini hiç sanmıyorum! Bu benim uydurmam olabilir! :))
Araçta Kemal bey isimli biri vardı (sanırım Kemal Sarıışık'tı); çantasındaki yiyecekleri herkesle paylaştı. Hiç üşenmeden ton balıklı 4-5 ekmek hazılayıp isteyenlere verdi. Araçta 18 kişiydik. 5'i yukarı gitmişti. Benim özenle doldurduğum ve geziye başlarken kendim yemeyi planladığım kuru yemiş torbamı da elden ele dolaşıma verdim ve de hemen tükendi! :) Bundan sonra 2 torba getireceğim!! Biri halkın yararına dolaşım için öteki de kendi dolaşımım için! :) Aracın mazotu bitmesin diye ara ara çalıştırılıyordu.



Doğada oturmak bana gerçekten çok sıkıcı gelir, sabırsız biri de olduğumdan pek oturmak istemem. Araçta bulunan Şevket bey ateş yakmak için dışarı çıktı. Ben yağmurlu ve ıslak odunların olduğu bir ortamda bunu pek olası görmemiştim açıkçası. Fakat işin içine araçta fazladan bulunan mazot girince olay biraz değişti, küçük de olsa bir umut doğdu. 10 dakika midibüste durmak bana yetti ve ateşi çok seven biri olarak dışarı çıktım. Ateş yakmak için çaba gösterilmesi hoşuma gitmişti. Karton mukavva bulundu ve yanıp yanıp sönen ateş umutla beslenmeye başlandı.

Biz ateşle uğraşırken tomruk yüklü bir kamyon geldi; ADOG'dan Yahya Kabak bey ve sanırım bir iki kişi daha kamyonla Kırık köyüne köylülerden yardım almak için hareket ettiler. Karanlık olduğu için her şeyi net anlayamıyor, net göremiyorduk. Köylünün dediğine göre 4 saatte, yani sabah 1-2 gibi köyden minibüsler gelebilecekti. Yukarıdan çok sayıda kişi aşağıya doğru gelmeye başladılar. Yukarı giden birinci midibüs de şansızlığa uğramış, dahası tek tekeri uçurumdan aşağı sarkar konumda kalmış, araçtakiler sakince inmişler ve çok ciddi bir tehlike atlatmışlar. Orada olmadığım için birinci elden olayı anlatamayacağım ancak söylenenler doğruysa kaptan virajı geniş almış!.. Türkiye genelinde şöförlerin dikkatsizliklerini bildiğimizden bana oldukça olası bir senaryo gibi geldi. Yani ikinci pilotaj hatası! :)


Yeniden ateşe dönelim. Hephaistos yani Ateş tanrısı bir süre bizim yanımızda değildi!.. Ateş yakma fikri Şevket beyden çıkmıştı; Mücella hanım ateş sönmesin diye sürekli bir çaba içindeyken bir de Çorumlu Hüseyin Uykun bey devreye girmişti. Karanlıktan bir şeyler gelirken insanlar ürperir. Bu kez farklı oldu. Hüseyin bey epeyce bir odun yüküyle, alkışlar arasında geldi; birkaç kez daha odun getirdi. Araçtan alınan kartonlar küçük parçalara bölündü. Islak odunlar önce cılız ateşte kurutulmaya çalışıldı. Ateşin ateş olması 1 saat 45 dakikayı buldu. Bir şeyden asla vazgeçmemek, sürekli ve kararlı bir şekilde o işe odaklanmak, işte bunlar en sonunda harika bir ateş yarattılar. Bu ateş bir zamanlar goretex tabanlı olan botumun dibini de düşürdü!.. Artık ayağımda tam değil yarım ayakkabı vardı!..

Bu gezinin en güzel yanlarından biri bu ateşti. Uzun süre ateşin yanında olduğumdan çok duman yedim, gözlerim yandı, biraz yüzüm karardı, fakat ateş geceyarısını bir hayli geçtikten sonra nihayet harika bir sıcaklığa, göz kamaştıran bir parlaklığa ulaştığında yere çömelip korları izlemek, çubukla ateşin kalbiyle, korlarıyla oynamak, ateşin gizemli seslerini dinlemek büyük bir keyifti.
Müzik işlerinden anlayan biri (Ali Yılmaz bey) Rusça da dahil olmak üzere şarkı söyledi, ona türkülerle eşlik ettiler. Ben ne şarkı ne de türkü bilmediğimden ateşin büyüsüne odaklandım ve bu tuhaf durumun güzelliğini düşündüm. Olan olmuştu ve şartların getirdiği güzelliklerden faydalanmak en mantıklı işti. İnsan her zaman böyle ortamları bulamaz. Böyle bir ortamın nimetlerinden yararlanmak gerekir. Karanlığa bakınca hayaller görür insan; derenin sesleri esrarengizdir; sisler arasından ay ışığı süzülür; ateşin kıvılcımları dans ederek metrelerce yukarı çıkarlar, yağmura meydan okurlar, ama yağmur da onlara hadlerini bildirir, doğanın evlatları sürekli savaş halindedirler. Ben bir ara göğe doğru yükselen bu kıvılcımlara dikkatle baktım. Onlar yükselirken yukarıdan gelen tombul damlalarla hızla çarpışıyorlardı; kıvılcımlar damlaların içine dalıp yok oluyorlardı; ama ateş de kendi evlatlarını söndüren bu damlaları yüreğine alıp yok ediyor, buharlaştırıp yeniden göklere gönderiyordu.


Gecenin ilerleyen saatlerinde hava iyice soğumaya başlamıştı; karla karışık yağmur vardı. Yukarı çıkan 5 kişi, önce 2 sonra da 3 olarak geri dönmüşlerdi. Salim bey ateşi görünce sevinçle karışık bir şaşkınlık yaşamıştı. Etrafta kimsecikler olmasa botumu ve çoraplarımı çıkarıp ıslaklıktan dolayı buz kesmiş ayaklarımı bir güzel közleyecektim!.. Daha önce Kemal beyden bahsetmiştim. Ona ayaklarım su içinde demiştim ve de 10 dakika sonra elinde bir kartonla geldi, bu kartonu kesip ayaklarının altına koy dedi. Başkalarının sorununu kendi sorunuymuş gibi algılayan ve bunu çözmeye çalışan kişileri gerçekten takdir ediyorum; bu tür yüksek ahlak yüceliklerini gördükçe içten içe seviniyorum.


Sonuç olarak Kırık köyünden gelen minibüslere bindik, 1 saatte Kırık köyüne ulaştık; minibüsteki köylünün bir kredi meselesi varmış, yol boyunca bankacı bir arkadaşa (Derya Yılmaz'a) bu meseleyi sordu; onun yüz ifadesinden şehir yaşamına özlem duyduğunu okudum; biz de bu kırsal yaşama özlem duyuyorduk!.. Köy kahvesinde çay içip, bilimum güvenlik elemanının yanıp sönen ışıklarının arasından Akçakoca'ya, Öğretmen Evi'ne hareket ettik. Saati tam hatırlamıyorum ama sanırım sabah 4.5 civarında ben sıcak duşa girme şansına kavuşmuştum. Amacım, Öğretmen Evi'nin sıcak suyunu tamamen, son damlasına kadar bitirmekti! :) Ancak otel odaları ses yalıtımlı olmadığı için başkalarını uyandırmamak adına duşu maalesef kısa tuttum, ama ayaklarımı ateş gibi suyla da iyice ısıttım. 5'te yatıp 8'de kalktım, uykumu almıştım. Kuvvetli bir kahvaltı yaptım. Öğretmen Evi gerçekten manzaralı bir yere kurulmuş; pencereden bakıldığında ufukta doğalgaz petrol platformu görülür; dalgalar 2-3 metre yüksekliği bulmuşlardı. Fırsat bulup o platforma gidilebilse çok ilginç olacaktı. Belki ADOG bir gün bu doğalgaz platformuna bir gezi düzenleyebilir!..
Kahvaltı sonrası Ceneviz kalesi gezildi. Fırtınalı bir gündü. Hamsi lokantasında enfes bir çinekop yedim sonra da fındıklı tahin helvası; salataya gelince tam bir opus magnum'du, yani bir başyapıttı!.. Bir tabak dolusu rahatlıkla yenilebilirdi, bizim masaya iki büyük tabak istendi!.. Çinekop dışında mezgit ve barbunya vardı. Mezgitin daha lezzetli olduğunu söyleyenler de oldu. Yemek, yaşamın en büyük zevklerinden biridir!.. Hamsi Lokantasının Atlı kulüple Türkeş'in mezarı arasında Ankara'da da bir şubesi varmış.
Ceneviz kalesini gezerken sevimli bir köpek de gördüm ve de aşağıdaki fotoğrafı çektim.
Yedgigöller macerasının kısa bir öyküsünü verdim. Edebiyatta Licentia Poetica ya da Artistic License diye bir kavram vardır. Burada şair, yazar ya da ressam yazısını, resmini kendi gördüğü biçimiyle yazar, kendi algılarıyla çizer. Ben de bu yazıyı ve bütün öteki yazılarımı öyle yazıyorum.


Mehmet Murat ildan





,