Monday, November 2, 2009

ADOG Etkinliği -3


Mark Twain'in 1884 yılında yayınlanmış bir kitabı vardı: Huckleberry Finn'in Maceraları. TV'de bir zamanlar bunun dizisi de mevcuttu ve ben bunu ilgiyle izlerdim; Huckleberry'nin arkadaşı Tom Sawyer ile olan maceraları insanı müthiş sürüklerdi. Bu dizinin başlığı bile benim çok hoşuma giderdi. Macera sözcüğü de herhangi bir dilde en sevdiğim kelimelerden biridir. Macera, baştan geçen ilginç olay veya olaylar zinciridir; yaşamımızda ilginç şeyler olduğunda sanki bir uykudan uyanır, canlanırız. Yaşam tekdüze giderken insan yalnızca bir uykudadır!..



ADOG'la katıldığım 7 Göller gezisi için etkinlikten ziyade hoş bir macera tanımını kullanacağım. Neden "Hoş" derseniz buna da Üstat Shakespeare'nin şu ünlü sözüyle yanıt vereceğim: Si finis bonus est, totum bonum erit ya da "All's well that ends well," bir başka deyişle "Sonu iyi biten her şey iyidir!" Sonlar, başlangıçlardan ya da orta kısımlardan daha önemlidir. Son farklı bitseydi bu yazım da farklı olabilirdi! :)


Evet, 31 Ekim 1 Kasım tarihleri arasında ADOG'un Engelliler Yararına 7 Göller-Akçakoca gezisine katıldım. Aracın kalkış saati sabah 6.30'du. 5.30'da elektronik saatin alarmıyla kalktım ve hareket noktalarından biri olan Armada'ya vardığımda tam 6.30'du! Birilerini bekletmekten mümkün olduğunca kaçınmaya çalışırım, o yüzden de taksiyle Armada'ya yetiştim. 7 Göller Bolu'nun kuzeyine düşüyor. Son derece engebeli bir arazidir burası. Sık sık heyelanlar olur. Bu heyelanlar bazı vadilerin önlerini tıkarlar ve yağmur suları da buralara dolarak gölleşirler.



7 Göllere giden yol çukurlu toprak bir yol. Yol boyunca pek çok uçurumlu yerler var. Heyelana hazır çok sayıda viraj görmek mümkün; bu bölgede heyelanlar olağan karşılanıyorlar; heyelan olmadığı zamanlar insanlar şaşırıyorlar!.. Yol boyunca kayın, meşe, sarı çam, kara çam gibi ağaçlar gördüm. Yalnız şunu söylemeliyim ki yol çok uzun sürüyor. Ben pek çok kez "Araç dursa da bu yolu yürüsek" dedim açıkçacı!.. 7 Göller 30 kilometre levhasını görüyorsunuz ve seviniyorsunuz; sonra da git git git, artık vardık derken 25 kilometre kaldığını görüyorsunuz. Böyle bir yolda 5 kilometre 50 kilometreye bedel!..


7 Göllere vardığımızda yani sabah 11.30 civarlarında ilk gittiğimiz yer Kapankaya tepesiydi. Tepede sis yoğunluğu fazlaydı, o yüzden de tepeden gölleri görme fırsatını bulamadık. Aracımız bizi bu tepede bıraktı. 3.5 saatlik bir süre verildi, herkes serbest kaldı. Bu süre zarfında yürüyerek aşağıdaki ana buluşma yerine inecektik ki bu yol 1.5 saatlik kısa bir yoldu. Yol üzerinde Anıt Ağaç diye bir levha vardır. Buraya sapanlar 500 metre yürüdükten sonra dev bir çam ağacına rastlarlar. Anıt ağaçlar insandan 20 kat fazla yaşarlar. Onlara bilge ağaçlar da diyebiliriz çünkü pek çok şeye tanıklık ederler, onlar imparatorlukların yıkılışlarını, kralların düşüşlerini de görürler. Bu Anıt Ağaç bir kara çamdır ve de yüksekliği 30 metredir!.. NBA basketbol takımları için enfes bir boy! :) Anıt Çam'a giden yol muhteşem bir yoldur. Şansımızdan o gün sisli bir gündü; orman patikalarında ilerlerken insan o esrarengiz atmosferi büyülenmiş bir şekilde izler. Sanki bir yerlerden periler çıkıp geleceklerdir.


Aşağı doğru indikçe küçük küçük göllere rastlanır. Bu saklı cennetler doğanın kraliçeleridirler; sonbahar yaprakları da onların taçlarındaki altın varaklardır. Bu göllerin isimleri şöyle: Sazlıgöl, İncegöl, Küçükgöl, Deringöl, Büyükgöl, Kurugöl ve de Seringöl. Onlarca ve hatta yüzlerce değişik bitki türünün arasından yürümek insanı heyecanlandırır.





Yürüyüşe başladıktan bir süre sonra yağmur yağmaya başladı. Başlangıçta hafifçe yağan yağmur bir süre sonra ciddi bir sağanağa dönüştü. Dilek çeşmesine inerken yağmur şiddetini artırdı. Benim su geçirmeyen ve birbirinin aynı olan 2 botum vardı. Bunlardan biri herhalde fazla kullandığım için artık su geçiriyordu ve ben yanlışlıkla bunu almıştım yanıma!.. Kısa sürede ayağıma sular girdi. Ondan sonraki 13 saat boyunca ayağım su içinde buz gibi dolaştım; ayakkabımdan vıcık vıcık su sesleri geliyordu!.. Artık doğru dürüst bir trekking ayakkabısı almanın zamanı geldi!.. Sırt çantam su geçirmez olmadığı için yedek çoraplarım da dahil her şey ıslandı, şemsiyem küçük olduğundan pek bir işe yaramadı. Zaten trekkinlere şemsiye almak da doğacılığa yakışmaz!..




7 tane göl gezildikten sonra oradan ayrılma vakti geldi. Çok sayıda turlar gelmişti; mangal sucukları orman kokusunun yerini almışlardı; bütün midibüsler birbirlerinin aynısı olduğundan şaşırıp geçici olarak başka midibüse binmek mümkündü!..
Sonbahar ayı 7 Göllerin büyülü güzelliğini görmek için en iyi aydı. Oradan ayrıldıktan sonra Bolu yazan bir yol ayrımına geldik. Etkinliğin bir maceraya dönüşme noktası işte buradadır. Bolu yazan yer yerine öteki yola devam ettik, herhalde kaptan ya da yolda sorulan birisi orası kestirme demiş, ayrıntıları bilmiyorum. İstikamet Yığılca ilçesiydi. Öteki yola girişimizle birlikte peyzaj olarak çok güzel mekanlardan geçtik.
Bu 7 Göller Milli Parkındaki yollar hemen hemen her 5-10 saniyede bir viraj şeklindeki yollardır. İki araba yan yana zor geçer. Bir saati aşkın bir süre o yolda 2 midibüs halinde ilerliyorduk. Yağmur artmıştı. Midibüslerden önde gideni bir yokuşa geldiğinde çamurdan dolayı yukarı çıkamadı, ancak ikinci denemede başarılı olup yukarı çıkabildi. Benim bulunduğum midibüs ise çamura saplandı. Kaptan soldan değil de sağdan yokuşa vursaydı çıkardı sanırım. Geri geri gelip bir hamle daha yapmak istedi, ancak ilginç bir geri gelme hareketiyle aracı hem çamura ve hem de soldaki dağa sapladı!.. :) Birinci pilotaj hatasıydı bu!.. Kaptanımız ilginç biriydi, bazen kendi kendine konuşuyordu!.. :) Dikkatli ya da iyi bir şoför olduğunu pek söyleyemeyeceğim.


Erkekler araçtan indiler ve midibüsü itmeye başladılar. Herkes aynı anda arkadan itmediği için, kürek mahkumlarının koordineli kürek çekmeleri gibi davranılmadığından ve kaptan da aralıklarla gaza bazmadığından bu girişim aracı birkaç metre yukarı taşımaktan başka bir işe yaramadı, dahası aracın balatası yandı, etrafı keskin bir yanık kokusu kapladı, bu koku aracın içine bile yapıştı, uzun süre çıkmadı; midibüsün kalbi durdu, kontak kapatıldı. Ben montumu arabada bıraktığım için arabayı iterken epeyce yağmur yedim ve atletime kadar yağmur işledi. Sonuç olarak birinci midibüs uçurumsu sayılacak bir yere yakın konumda kaldı. Herkesin 2. araca geçmesi durumu ortaya çıktı. Ancak 30 kişiyle zorlanan bir araç 60 kişiyi çamurlu bir ortamda taşıyamazdı. Şöyle bir karar alındı: Bayanlar öndeki araçla gidecekler ve Yığılca'ya vardıklarında veyahut birilerine rastladıklarında oradan bize yardım göndereceklerdi.
Salim bey orada doğru bir şey söylemişti; 2. araç bir yerden manevra yapıp dönerek geldiğimiz yöne geri dönecektik. Bilmediğimiz bir yola devam etmektense bildiğimiz uzun yola geri dönmek daha iyiydi. Ancak bizim araç yolu kapamıştı, dönüş manevrası yapmak da zor gibiydi. Bayanların olduğu midibüs ileriye, Yığılca'ya doğru hareket etti (İlerleyen zamanlarda öğrendik ki o yol Yığılcaya gitmiyormuş, yanlış duymadıysam bir yerlerde bitiyormuş!!)
Kalanlar da midibüsü bırakıp o tarafa doğru yürümeye başladılar. Cep telefonları bu bölgede bir çok yerde hiçbir şekilde çekmiyor. 45 dakika kadar, yağmurlu fakat ay ışığının tatlı bir loşluğuyla aydınlanmış çamurlu yolda yukarı doğru yürüdük. Sağdaki vadide bir dere akmaktaydı ve onun gürültüsü duyuluyordu. Bizim midibüsün şoförü daha fazla yürüyemeyeceğini söyledi. Şeker hastalığı varmış. Önümüzdeki yolun ne kadar süreceğini bilmiyorduk. 35 kilometre diyenler olmuştu ki bu da sabaha kadar yürümek demekti. Kaptan dönecekti ve onunla gidecek gönüllü arandı. Herkes ileri gitmekten yanaydı. Kaptan ben yalnız başıma dönemem dedi. Komik konuşmalar da oluyordu ve elimde olmadan gülüyordum. Sanırım kaptan şekerim 280 demiş, bir başkası da bana dönüp şöyle diyordu: "Atıyor ya, 280 şeker olmaz!" Kim haklı bilemem ama birisi şekerim var diyorsa ona inanmak gerek. Şekeri yoksa o kişi sadece yalancılığıyla kalır, ama şekeri varsa bunun sonuçları herkes açısından daha ciddidir ve hepimizi bağlar. Bu tip konumlarda birinin sağlığı hepimizin sağlığıdır.


Gecenin soğuk karanlığında şöyle bir karar alındı. 5 kişi devam edecek ve kalanlar şoförle 45 dakika aşağıdaki midibüse geri döneceklerdi. Doğrusu ben de o 5 kişilik ekipte olmak istiyordum. Yani yol 50 kilometre de olsa ben midibüse geri dönmektense hareket halinde olmayı, sürekli yürümeyi tercih ederdim. Ancak Salim beyin söylediğine uymak gerekiyordu, yetkili kişi o olduğundan onun kararına tartışmalardan sonra nihai olarak saygı duyup geriye yürümeye başladık; birisi kaptana yağmurluk verdi. Yol boyunca güzel espriler oldu. Midibüse geldiğimizde içeri geçip yedek çorap giymek arzusundaydım ki yedek çoraplarım bile ıslanmıştı.


Midibüste 2 bayan da vardı, onlar öteki bayanlarla gitmemişlerdi. Onlardan birisi aracın uçuruma çok yakın olduğunu ve yavaş hareket etmemiz gerektiğini telaşlı bir şekilde söylüyordu. Aracın bütün tekerlekleri önceden taşlarla sağlama alınmıştı. Bayanlardan biri biraz hıçkırık boşalması yaşadı. Bu tür durumlar yaşamamış olanlar için bunlar normaldir, onları da anlamak gerekir. Türk aile yapısı da çocukları biraz çıtkırıldım ve nazlı yetiştirirler, o yüzden bu tür durumları anlamakta, anlayışlı olmakta her zaman yarar var. Birkaç saate kadar işlerin halledileceğini söyledik. Napolyon'un meşhur bir sözü var: "60 kişiyle dağda ölemezsiniz!" Tabii Napolyon'un bunu söylediğini hiç sanmıyorum! Bu benim uydurmam olabilir! :))
Araçta Kemal bey isimli biri vardı (sanırım Kemal Sarıışık'tı); çantasındaki yiyecekleri herkesle paylaştı. Hiç üşenmeden ton balıklı 4-5 ekmek hazılayıp isteyenlere verdi. Araçta 18 kişiydik. 5'i yukarı gitmişti. Benim özenle doldurduğum ve geziye başlarken kendim yemeyi planladığım kuru yemiş torbamı da elden ele dolaşıma verdim ve de hemen tükendi! :) Bundan sonra 2 torba getireceğim!! Biri halkın yararına dolaşım için öteki de kendi dolaşımım için! :) Aracın mazotu bitmesin diye ara ara çalıştırılıyordu.



Doğada oturmak bana gerçekten çok sıkıcı gelir, sabırsız biri de olduğumdan pek oturmak istemem. Araçta bulunan Şevket bey ateş yakmak için dışarı çıktı. Ben yağmurlu ve ıslak odunların olduğu bir ortamda bunu pek olası görmemiştim açıkçası. Fakat işin içine araçta fazladan bulunan mazot girince olay biraz değişti, küçük de olsa bir umut doğdu. 10 dakika midibüste durmak bana yetti ve ateşi çok seven biri olarak dışarı çıktım. Ateş yakmak için çaba gösterilmesi hoşuma gitmişti. Karton mukavva bulundu ve yanıp yanıp sönen ateş umutla beslenmeye başlandı.

Biz ateşle uğraşırken tomruk yüklü bir kamyon geldi; ADOG'dan Yahya Kabak bey ve sanırım bir iki kişi daha kamyonla Kırık köyüne köylülerden yardım almak için hareket ettiler. Karanlık olduğu için her şeyi net anlayamıyor, net göremiyorduk. Köylünün dediğine göre 4 saatte, yani sabah 1-2 gibi köyden minibüsler gelebilecekti. Yukarıdan çok sayıda kişi aşağıya doğru gelmeye başladılar. Yukarı giden birinci midibüs de şansızlığa uğramış, dahası tek tekeri uçurumdan aşağı sarkar konumda kalmış, araçtakiler sakince inmişler ve çok ciddi bir tehlike atlatmışlar. Orada olmadığım için birinci elden olayı anlatamayacağım ancak söylenenler doğruysa kaptan virajı geniş almış!.. Türkiye genelinde şöförlerin dikkatsizliklerini bildiğimizden bana oldukça olası bir senaryo gibi geldi. Yani ikinci pilotaj hatası! :)


Yeniden ateşe dönelim. Hephaistos yani Ateş tanrısı bir süre bizim yanımızda değildi!.. Ateş yakma fikri Şevket beyden çıkmıştı; Mücella hanım ateş sönmesin diye sürekli bir çaba içindeyken bir de Çorumlu Hüseyin Uykun bey devreye girmişti. Karanlıktan bir şeyler gelirken insanlar ürperir. Bu kez farklı oldu. Hüseyin bey epeyce bir odun yüküyle, alkışlar arasında geldi; birkaç kez daha odun getirdi. Araçtan alınan kartonlar küçük parçalara bölündü. Islak odunlar önce cılız ateşte kurutulmaya çalışıldı. Ateşin ateş olması 1 saat 45 dakikayı buldu. Bir şeyden asla vazgeçmemek, sürekli ve kararlı bir şekilde o işe odaklanmak, işte bunlar en sonunda harika bir ateş yarattılar. Bu ateş bir zamanlar goretex tabanlı olan botumun dibini de düşürdü!.. Artık ayağımda tam değil yarım ayakkabı vardı!..

Bu gezinin en güzel yanlarından biri bu ateşti. Uzun süre ateşin yanında olduğumdan çok duman yedim, gözlerim yandı, biraz yüzüm karardı, fakat ateş geceyarısını bir hayli geçtikten sonra nihayet harika bir sıcaklığa, göz kamaştıran bir parlaklığa ulaştığında yere çömelip korları izlemek, çubukla ateşin kalbiyle, korlarıyla oynamak, ateşin gizemli seslerini dinlemek büyük bir keyifti.
Müzik işlerinden anlayan biri (Ali Yılmaz bey) Rusça da dahil olmak üzere şarkı söyledi, ona türkülerle eşlik ettiler. Ben ne şarkı ne de türkü bilmediğimden ateşin büyüsüne odaklandım ve bu tuhaf durumun güzelliğini düşündüm. Olan olmuştu ve şartların getirdiği güzelliklerden faydalanmak en mantıklı işti. İnsan her zaman böyle ortamları bulamaz. Böyle bir ortamın nimetlerinden yararlanmak gerekir. Karanlığa bakınca hayaller görür insan; derenin sesleri esrarengizdir; sisler arasından ay ışığı süzülür; ateşin kıvılcımları dans ederek metrelerce yukarı çıkarlar, yağmura meydan okurlar, ama yağmur da onlara hadlerini bildirir, doğanın evlatları sürekli savaş halindedirler. Ben bir ara göğe doğru yükselen bu kıvılcımlara dikkatle baktım. Onlar yükselirken yukarıdan gelen tombul damlalarla hızla çarpışıyorlardı; kıvılcımlar damlaların içine dalıp yok oluyorlardı; ama ateş de kendi evlatlarını söndüren bu damlaları yüreğine alıp yok ediyor, buharlaştırıp yeniden göklere gönderiyordu.


Gecenin ilerleyen saatlerinde hava iyice soğumaya başlamıştı; karla karışık yağmur vardı. Yukarı çıkan 5 kişi, önce 2 sonra da 3 olarak geri dönmüşlerdi. Salim bey ateşi görünce sevinçle karışık bir şaşkınlık yaşamıştı. Etrafta kimsecikler olmasa botumu ve çoraplarımı çıkarıp ıslaklıktan dolayı buz kesmiş ayaklarımı bir güzel közleyecektim!.. Daha önce Kemal beyden bahsetmiştim. Ona ayaklarım su içinde demiştim ve de 10 dakika sonra elinde bir kartonla geldi, bu kartonu kesip ayaklarının altına koy dedi. Başkalarının sorununu kendi sorunuymuş gibi algılayan ve bunu çözmeye çalışan kişileri gerçekten takdir ediyorum; bu tür yüksek ahlak yüceliklerini gördükçe içten içe seviniyorum.


Sonuç olarak Kırık köyünden gelen minibüslere bindik, 1 saatte Kırık köyüne ulaştık; minibüsteki köylünün bir kredi meselesi varmış, yol boyunca bankacı bir arkadaşa (Derya Yılmaz'a) bu meseleyi sordu; onun yüz ifadesinden şehir yaşamına özlem duyduğunu okudum; biz de bu kırsal yaşama özlem duyuyorduk!.. Köy kahvesinde çay içip, bilimum güvenlik elemanının yanıp sönen ışıklarının arasından Akçakoca'ya, Öğretmen Evi'ne hareket ettik. Saati tam hatırlamıyorum ama sanırım sabah 4.5 civarında ben sıcak duşa girme şansına kavuşmuştum. Amacım, Öğretmen Evi'nin sıcak suyunu tamamen, son damlasına kadar bitirmekti! :) Ancak otel odaları ses yalıtımlı olmadığı için başkalarını uyandırmamak adına duşu maalesef kısa tuttum, ama ayaklarımı ateş gibi suyla da iyice ısıttım. 5'te yatıp 8'de kalktım, uykumu almıştım. Kuvvetli bir kahvaltı yaptım. Öğretmen Evi gerçekten manzaralı bir yere kurulmuş; pencereden bakıldığında ufukta doğalgaz petrol platformu görülür; dalgalar 2-3 metre yüksekliği bulmuşlardı. Fırsat bulup o platforma gidilebilse çok ilginç olacaktı. Belki ADOG bir gün bu doğalgaz platformuna bir gezi düzenleyebilir!..
Kahvaltı sonrası Ceneviz kalesi gezildi. Fırtınalı bir gündü. Hamsi lokantasında enfes bir çinekop yedim sonra da fındıklı tahin helvası; salataya gelince tam bir opus magnum'du, yani bir başyapıttı!.. Bir tabak dolusu rahatlıkla yenilebilirdi, bizim masaya iki büyük tabak istendi!.. Çinekop dışında mezgit ve barbunya vardı. Mezgitin daha lezzetli olduğunu söyleyenler de oldu. Yemek, yaşamın en büyük zevklerinden biridir!.. Hamsi Lokantasının Atlı kulüple Türkeş'in mezarı arasında Ankara'da da bir şubesi varmış.
Ceneviz kalesini gezerken sevimli bir köpek de gördüm ve de aşağıdaki fotoğrafı çektim.
Yedgigöller macerasının kısa bir öyküsünü verdim. Edebiyatta Licentia Poetica ya da Artistic License diye bir kavram vardır. Burada şair, yazar ya da ressam yazısını, resmini kendi gördüğü biçimiyle yazar, kendi algılarıyla çizer. Ben de bu yazıyı ve bütün öteki yazılarımı öyle yazıyorum.


Mehmet Murat ildan





,

No comments:

Post a Comment