Monday, November 23, 2009

DKSK Etkinliği -1


21 Kasım 2009 Cumartesi günü ODTÜ Dağcılık ve Kış Sporları kolu DKSK'nın Işık Dağı etkinliğine katıldım. Bu yazımda etkinliğin kısayla uzun arası bir öyküsünü vereceğim.



Etkinlik Cumartesi sabahı başladı; Ankara yer yer sisliydi; hava kirliliğiyle karışık grimsi bir sisti bu. Hareket saati sabah 8'deydi; yarım saatlik bir gecikmeyle 8.30'da hareket ettik. Sanırım önceki senelere kıyasla çok erken bir çıkış olmuş! Buradan Sıhhiye'ye gittik ve oradan 6 kişi daha alındı. Böylece 45 kişilik otobüste toplam 58 kişi koridorlar dolmuş bir şekilde Kızılcahamam yönüne doğru yola koyulduk.



Ben en öndeki ikili koltuğa oturdum. "Burası DKSK protokolüne ait" şeklinde bir espri yapan oldu, sonra da "Şaka, şaka, bizde protokol yoktur," diye gülerek ekledi; sanırım Şiar Mervan isimli arkadaştı bunu söyleyen. Etkinliğin teknik sorumlusu (TS) Çağlar'dı; etkinlik sorumlusu (ES) Güner'di. İsimleri iyi bilmediğimden dolayı hatalar yapabilirim.


Yolda Kazan tarafında bir odun fırınında durulup yeni çıkmış sıcacık taze ekmekler alındı; imkan olsa içine biraz tereyağı konup yense harika olacaktı. Bu fırının simitleri de çok taze ve lezzetlidir. Kısa molada sigara içenler oldu; sanırım bu arkadaşların yedek ciğerleri vardı, ileride asıl ciğerlere bir şey olursa yedekleri kullanacaklardı ve bu açıdan şanslılardı!.. Benim yedek ciğerlerim olmadığından sigara içmiyorum! :)




Kızılcahamam'dan sonra Çerkeş yoluna saptık; otobüsün hızı yokuşta 10 kilometreye kadar düştü; bir süre sonra Işık Dağı girişine geldik; ekipler hazırlanmaya başladılar.




Benim koldan aldığım çantam da oldukça ilginçti. Yukarıya bir fotoğrafını koydum. İçinden bakıldığında dışarısı görülebiliyordu! Soluyabilen ergonomik (kullanımı kolay) çanta böyle bir şey olmalıydı!.. :) Fakat nankörlük etmemeliyim, bel klipsi falan sağlamdı; omuz kolonlarına da düğüm attım. Zaten kamp yeri oldukça kısa bir mesafedeydi, 1 saatlik bir yoldu; elmalar, soğanlar, 4 litre su, makarna, ton balığı vesaire gibi yiyecekler, cep telefonu, fotoğraf makinesi vs. gibi eşyalar nedeniyle ağırlaşmış çantamı çok fazla taşımayacaktım.



Yürüyüş, ekip başları toplantısından sonra başladı; ekipler 2 çadır birleştirilerek oluşturuldu. Bizim ekip başımız Erkan'dı. Kaynaşmayı sağlamak için "Çadır çadır yürümeyin, karışık olarak yürüyün" dedi. "Kaynaşma Açılımı" yapıldı. Yol üzerindeki ilk çeşmede suyu eksik olanlar takviye yaptılar. Bu çeşmeyi yaptırana da teşekkür ediyorum. Bir gün ben de böyle bir çeşme yaptırmak isterim, ama kesinlikle anonim olarak, üzerinde ismim olmamalı!..




Sanırım bu çeşmeden 1850 rakımlı tepeye direkt vurup aşağı inilince kamp yerine ulaşılabilmektedir, ancak etraftan dolanmak daha az yorucu olduğundan dağın, daha doğrusu tepeciğin çevresinden dolandık. Yol boyunca neredeyse düzgün bir daire şeklinde olan ardıç ağaççıklarına rastladık.



Kısa yürüyüşün sonunda yayla evlerinin bulunduğu kamp alanına geldik ve hemen çadırları kurduk. Çadır eskimiz Erkan ve hazırlıkta okuyan Ezgi çadırların dış tentesini taşlarla gerdirdiler. Hava, pastırma yazı şeklindeydi; fakat akşama doğru pastırma ayazına dönüştü!..




Işık Dağı ve tepesindeki çirkin demir direkler, kamp civarındaki değişik noktalardan görülebiliyordu. Burası oldukça küçük bir dağdır, 2030'luk bir dağcıktır! Zirve tarafı hariç güzel ormanlarla kaplıdır, oksijeni bolcadır.



Çadırlar kurulur kurulmaz ocaklar yanmaya başladı. Bazı çadırların MSR'ı, bazılarının Propan'ı, bizimse sadece mumumuz vardı diyecektim ama yok, mum haricinde güzel bir İspirto Ocağımız vardı. Yemekle birlikte komünal yaşamın etkisi iyice hissedilmeye başlandı. "Communis" sözcüğü Latince'den gelir ve paylaşmak anlamındadır; paylaşmak güzeldir. Makarnalar, bulgur pilavları, küçük parçalara bölünmüş hazır inegöl köfteler, pudingler, bilimum cubur, bilimum abur, ekmekler, aklınıza gelen her tür yiyecek, içecek etkinlik boyunca paylaşıldı. Hijyen ve domuz gribi açısından elbette doğru değildi bu. (Bu yazıyı yazdıktan 1 hafta sonra öğrendik ki bizim bu etkinlikte domuz gribi olanlar olmuş. Herkese geçmiş olsun dilerim ve acil şifalar. Umarım az sayıda kişiye bulaşmıştır ve onlar da çabucak iyileşirler.)



Şöyle bir sistem oluştu: Aynı anda pek çok ocak yanıyordu; mesela bir ocakta makarna pişiyordu: "Makarna pişti!" şeklinde bir çağrıdan sonra ocağın etrafına bazen 10 bazen 15 kişi gelip bir iki kaşık alıyorlar ve de yemek kısa sürede bitiyordu. Kominal olayında bence şöyle bir sorun var: Biraz çekingen olan ya da yavaş davranan kişi ötekilerden az yemiş olur; insanlar yemek yerlerken karakter olarak daha çekingen olan birkaç kişide bu durumu gözlemledim; böyle bir kız vardı, "Tencereden - deyim yerindeyse - bir kaşık yemek kapma olayı" ona ters görünmüş olmalıydı ki yemeden matında oturmuş sağa sola bakıyordu, ama kesinlikle açtı; sanırım bunun farkına varan eskilerden birisi, ona küçük bir tabakta ya da bir tencere kapağında yemek getirdi. Olayı tam açıklayamadım sanırım! :) Şöyle söyleyeyim: Eğer bir tabağınız varsa ve oraya belirli bir miktar konmuşsa onu huzur içinde yiyebilirsiniz. Ama önünüzde bir tencere varsa ve bunu pek çok kişiyle paylaşıyorsanız ne kadar yemeniz gerektiğini bilmezsiniz, utana sıkıla kaşığı götürür tencereye daldırırsınız, acaba az mı aldım çok mu aldım suçluluğu içinde yarı aç bir şekilde birkaç kaşıktan sonra bırakırsınız, yani komünal yemeklerde ben şahsen böyle hissederim. Kominal yemeklerin bir de yukarıda söylediğim gibi gribi yayma tehlikesi vardır ve bu salgin bitinceye dek DKSK en azından komünal yeme işini askıya almalıdır.

Yemek işi bittikten sonra hava yavaş yavaş serinlemeye başlamıştı. Gecenin ayaza çekeceği, burun kızartacağı, parmak donduracağı artık belli olmuştu. Yolda gelirken yer yer karlı bölgeler de görmüştük.





Yemek sonrasında kimileri yukarıdaki çeşmenin buz gibi suyunda kapları temizlediler; kimileri DKSK'nın geleneksel futbol sahasında maç yaptılar. Ben çeşme dönüşünde halka halinde bir grup gördüm ve orada ne oluyor, bir politikacı falan mı gelmiş diye gittim. İlk yardım olayı çerçevesinde, vücut iç ısısı normalin altına düşmüş yani hipotermiye girmiş birinin tedavisi için gösterim yapılıyordu. Burada çok sayıda espri etrafta uçuştular. Hava yavaş yavaş karardı; güneş, yaylanın bu bölgesini terk edeli epeyce bir zaman geçti. TS Çağlar gece çıkışı için zamanı verdi. Milyarlarca yıldız gökleri boydan boya kapladılar ve görsel bir ziyafet sunmaya başladılar.




Gökyüzünde hilal da vardı; ancak o da bir süre sonra kayıplara karıştı, herhalde canı sıkıldığından evrenin başka bir noktasında gezintiye çıktı, ortam zencileşti, negro bisküviler tümden yok oldular. Bizim çadır başımız Erkan'ın öncülüğünde lambasız gece yürüyüşü başladı. Yürüyüş boyunca herkesten sessiz olmalarını istedi Erkan. Bu, hem kopmaları duyabilmek, hem yaban hayatını rahatsız etmemek ve hem de dışarıdan gelebilecek bir tehlikeyi önceden fark edebilmek için önemliydi; yürüyüş boyunca buna gerçekten de sağlam bir şekilde uyuldu; disiplin sorunu olan milletimizin disiplin ve ciddiyet gösterdiği her değerli an beni çok şaşırtır ve kesinlikle takdir ederim!.. Ayakların çamurlarda çıkardığı seslerden başka bir şey duyulmuyordu; bazen buzlara basılınca cam kırılmasına benzer sesler de duyuluyordu. İnsan neredeyse zifiri karanlığın içinde böyle bilinmez bir ufka doğru yürürken kendisini uçuyor gibi hisseder. Sağa sola bakma pek olmaz; önünüzdeki kişiye odaklanırsınız, sanki siz sadece önünüzdekiyle varsınızdır; onu bir anda gözden kaçırsanız yol bitecek, ilerleyemeyecek gibi hissedersiniz. 4-5 kez "kopma" diye ses geldi, kopanlar tekrar ve özenle yerlerine dikildiler. Bu yürüyüş zihni biraz durdurur ve bir anlamda bir çeşit meditasyondur.


Gece yürüyüşünün sonunda bir yaylaya geldik. Herkes matlarını serdi. Büyükçe bir halka oluşturuldu. Şarkı türkü söylendi; ben şarkı türkü bilmediğimden uzayı seyrettim. Komünal yaşam burada daire şekline girmişti! Her 2 dakikada bir bir yiyecek ya da sıcak kahve bardağı geliyordu. İsteyen yiyip içiyor, bir yudum alıp yandakine veriyordu, kızılderililerin çubuk sistemlerine dönmüştü olay. Grip salgını olduğu bir dönemde bunun doğru olduğunu söyleyemeyeceğim!.. Ama o soğuk ortamda biraz da insan mecbur kalıyordu. 4 kişi ayağa kalkmıştı. Onlardan biri bağırdı: "Ay akşamdan ışıktır!" Bunu duyan birisi hemen gür bir sesle yanıt verdi: "Yaaylalar, yaylaalar!" 4 kişi bu kez sazan balığını yakalamış bir şekilde güçlü bir şekilde bağırdılar: "Yaylaa diyen kavşaktır! Dilo dilo yaylalar!" Gülüşme ve kahkahalar yaylada yankılandı. Tabii kavşak sözcüğü "K" harfiyle başlamıyor olabilir, fakat ben bloglarımda küfürlü sözcük kullanmam! :) Gece gürültü yapılmayacak ve de yaban hayatı da ürkütülmeyecekti ama olur böyle yaman çelişkiler!.. Çelişkiler de hayatın baharatlarıdırlar bazen ve ortamı güzelleştirirler.
Gece etkinliği 2 saat kadar sürdü sanırım. Ben sırt çantamın üzerine uzanıp gökleri seyrettim, samanyolunu, Jüpiter'i, göktaşlarını hayretle izledim. Dönüş başladı ve yeniden kampa geldik. TS, "Ses kes" ya da "Kes ses" saati olarak 22.30'u belirtti. Bu da sabah 6.30'da kalkacağımız anlamına geliyordu. Uykular genellikle 8 saat olarak ayarlanıyordu.



Sekiz saat uyku hakkımız vardı ve ben bu hakkımın çoğu dilimini kullanamayacağımı çok iyi biliyordum!.. Yorgun olsaydım belki uyuyabilirdim ama gün içinde yorulma şansını da yakalayamamıştım; birkaç kez gruptan ayrılıp yorulmak için tepecik çıkıp indim ama kesmedi. Tulumlarda yatmayı bir türlü başaramıyorum, herhalde vücudum özgür alanımın kısıtlanmasına isyan ediyor.
Bizim ekibin çadırı ötekilerden değişikti; North Face firmasının Northwind çadırıydı. 2 kişilik bir tırmanış çadırıdır bu, ama pek çok çadırda olduğu gibi bunda 3 kişi kaldık. Northwind bir kamp çadırı değildi elbette. Adı üstünde, rüzgara, fırtınaya karşı dayanıklı bir şey. Sabah olunca da ben içeride bir damlama görmedim. 2 kapısı vardı, ön kapıdan sürünerek giriliyordu. Bu çadırı birkaç milyon yıl devamlı kullanan kişi evrimleşip bir sürüngene dönüşebilir!.. :) Değerli Üstat Darwin bu konuları daha iyi açıklayacaktır... Bu yüksek irtifa çadırında 3 kişi olunca diğerlerinin alanını daraltmamak için tabut gibi yani sırtüstü yatmak gerekti ki ben sırt üstü yatamam, ben yüzüstücüyüm ve elimi yastık altına koymacıyım!..
Uzun saatler boyunca yatamadım; koyun saydım olmadı, kuzu saydım olmadı, bir ara koyunlar beni saymaya başladılar ve bu da insan zihninin muhteşem bir oyunudur!.. Başka çadırlarda horlayanları saydım, sonu gelmedi, sağ sola dönerek de çadırdaki öteki ekip elemanlarını uyandırmak istemedim. Ama birkaç saat sonra vücudum sırt üstü yatmaya isyan etti, içimdeki Spartacus uyandı, köleler yani kaslarım isyan ettiler ve sola dönüp yattım, sonra sağa dönüp yattım, sonra sağ sol devamlı döndüm. Galiba sabah 3'ten sonra bir süre uyumayı başarmışım. Gece boyunca değişik çadırların horlama sesleri duyuldu; bir tanesi ilginçti, sanki bir koli bandı açılıyor gibiydi!.. (Bu arada sonradan öğrendim ki o gerçekten de koli bandıymış, akşam bir çadırı tamir etmişler!) Sabah 4 gibi, akşamdan su ve çorba çok içtiğimden tuvalet ihtiyacı için kalkmak zorunda kaldım. Ötekileri uyandırmamak adına epeyce mücadele verdim, sonunda pes edip çadırdan çıktım. Ayakkabılar ıslanmasınlar diye poşetlenmiştiler. Haşır huşur olmasın diyerekten çorapla biraz uzağa yürüdüm.


Sabah 4'ün karanlığında muhteşem bir gökyüzü vardı ve etkinliğin benim için en mükemmel anı buydu. Ayaklarım kırağıların üzerinde hızla ıslanmaya başlarken soğuktan ihtiyaç giderme işi aksadı ve ben kendimi atmosferin harikalığına bırakarak manzara seyrettim. 4-5 dakika kadar dışarıda kalmıştım. O süre zarfınca pek çok yıldız kayması gördüm. Çadıra döndüğümde Murphy yasaları gereği tulumumun fermuarı takıldı; kimseyi uyandırmayayım derken 3-4 dakika kadar tulumun fermuarını düzeltmek için haşır huşur, dangır dungur ses çıkardım. Ekip başına ayıp olmayacağını bilsem, tulumda tabut pozisyonu yerine dışarı çıkıp 2 saat kadar dikey pozisyonda gezinirdim. Çadır eskimiz Erkan "Eğer gece tuvaletiniz gelirse kesinlikle kalkın ve bana da mutlaka haber verin!" demişti, ama ben haber vermedim. Uyku kutsaldır, derler! Değerli üstat Shakespeare'in sözüydü sanırım. Julius Sezar oyununda da "Büyük kötülük olur uyandırmak şimdi!" diye bir cümle geçer.




Nihayet pırıl pırıl bir güneş doğdu; sabah kalkınca yukarıdaki fotoğrafı çektim. Her yer kırağıyla kaplanmıştı. İyi bir kahvaltı yaptık. Su şişesinin içine kırılmış 6 yumurta, sucukla birleştirilerek yenildi. Ben sarelle yemedim. Kaşar peyniri vardı, krem peyniri vardı, birazcık kaşardan aldım; ekmeğimiz çabucak bitti. Dün akşam yapıp da yemediğimiz sulu puding vardı, sütü fazla kaçırmışız, içine sarelle ve daha fazla cici bebe eklemek de yoğunlaşma sağlamadı; pudingi başkalarına vermek için epey çağrı yaptık!.. Dün gecenin kafa lambaları ve mum ışıklarının yerini çadırımızda sarı bir ışık almıştı. Güneş yükseldikçe ısınmaya başladık. Karagöl yürüyüşü için ekipler oluştu ve çeşme yönünden ekipler yürümeye başladılar, gümrük kapılarında gördüğümüz araç kuyrukları benzeri bir manzara oluştu.



Etkinlik boyunca herkes birbirini tanısın, herkes birbirleriyle konuşsun diye ekipler değiştiriliyordu. Ben bu kez Tuanna'nın ekibindeydim. Bu ismi ilk duyduğumda Suzanna gibi bir şey anlamıştım. İsmin anlamı cennet bahçesine düşen ilk yağmur damlasıymış. Demek ki cennet denilen hayali alemde yağmur da yağıyor ki buradan oraya gitmeden önce iyi bir yağmurluk ve şemsiye almakta büyük yarar vardır ve elbette gore-tex bir ayakkabı!.. Bir de aklıma gelen Tuba ismi var ki bu da ilginç bir isimdir çünkü yine cennette olan, kökü havada dalları aşağıda olan bir ağaçmış!.. Ben cennete gitmekten kesinlikle vazgeçtim; normal ağaç istiyorum, kökü havada ağacı kim ne yapsın!.. İsmi Tuba olanlar üzerleine alınmasınlar, genel manada konuşuyorum! :) Cennete gelince, bu dünyada kalmaktan şahsen memnunum, oraya giden gitsin! :)
Bizim ekip Karagöl yolunda hem gidişte hem de dönüşte rotadan saptı, ancak yarım saatlik önemsiz sapmalardı bunlar. Tuanna arkadaşımız paniğe kapılmadı, çok sakindi, en azından öyle göründü ve doğru rotaya döndü. ES Güner de bizim ekipteydi ve benim Elmadağ ekibimden Mert. Şahsen rotadan her sapmayı bir kazanç olarak sayarım ben; gidip Karagöl'de oturup yemek yemektense sık ağaçların arasında terleyip yürümek çok daha güzeldir. Doğada hareket halinde olmak, tıpkı doğa gibi dinamik olmak gerçekten hoştur.





Ampul şeklindeki kapkara Karagöl civarında yiyilip içildi. Ekip başlarının boyunlarında asılı olan pusulalar üzerine bir iki muhabbet geçti. Bu pusulaların kol saatlerinden biraz etkilendiği söylendi. Karagöl kısmı ip atlama daha doğrusu ip atlayamama, ipe takılma etkinliğiyle sona erdi ve kampa dönüş başladı.




Dönüşte yüksekteki orman yolundan yürüdük. Bu yolun manzarası güzeldir. Aşağıdaki köyün yeşilliklerine bakılarak yürünür ve sonra da ayaklar taşlara takılıp ileri doğru füze gibi bir atılım yapılır!..



Kampa geldiğimizde TS Çağlar Küçük 15.30'da otobüse geri dönüş için yola çıkılacağını söyledi. Bizim ekip çadırları hemen topladı. Son yiyecekler toplu olarak talan edildi, bir kısmı etkinlik toplantısında yenilmek üzere saklandı. Dönüşte ekip başımız Erkan bizi 200 metre kadar yükseltip 1850'lik tepeye çıkardı; dik bir çıkış oldu ama iyice ısındık, Erkan biraz zorlayıcı olduğu için bu rotayı kendisi beğenmedi ama ben şahsen beğendim; ilginç kayaların içinden geçtik. Yol boyunca 17 yaşındaki Umut'un borsa'da kaybettiği 250'liradan başlayıp pek çok konu konuşuldu. Aslında gezi boyunca gördüğüm en konuşkan ve de en meraklı kişiydi diyebilirim. Mesela bir mantar görünce hemen onunla ilgili bir şeyleri bağıra bağıra heyecanla anlatıyordu. Çevreye karşı meraklı olmak hassası ya da şaşırma özelliği çoğu insanda körelmiştir ve bu açıdan bu tip heyecanlı yorumları, doğaya ilgiyi ben olumlu buluyorum. Ayrıca beni en çok güldüren ekip de bu oldu; Umut, matını yukarı bağlamış; yürüken kuru bir dalı kırıyor, sonra "Koca dalı kırdım" diyip sola dönünce bu sefer başka yeri kırıyor, yürüken sanki 5 kişi yürüyordu, 5 kişinin çıkardığı sesleri çıkarıyordu! İyi bir çizgi film kahramanı olabilir!.. Tenten mesela! :)
Otobüse gelindiğinde eşyalar yerleştirildi. Sanırım 4 ya da 5 kez "Çantalarınızı yerleştirin" duyurusu yapıldı ama ilk aşamada sadece ben ve birkaç kişi çantalarını yerleştirdiler. Japonlar olsaydı hemen yerleştirirlerdi! :) Demek ben de Japon'um! :) Etkinlik toplantısı otobüsün içinde yapıldı. Mert buna itiraz etti. Hava soğuk da olsa dışarıda yapılmalı dedi; kendisi de oldukça ciddi bir şekilde öksürmesine rağmen dışarıyı istedi. TS Çağlar çok öksüren var ve hava karardı, birbirimizin yüzünü göremeyeceğiz, içeride yapalım dedi. Olayın bir ilkeler, prensipler boyutu vardır. Dağcılığın önemli boyutlarından biri mukavemet ya da dayanırlıktır. Prensipler gereği hava soğuk da olsa etkinlik toplantısı dışarıda yapılabilirdi, ilkeler açısından bu doğrudur, ama ben de şahsen Çağlar'ın kararını doğru ve yerinde buldum. Çok sayıda kişi öksürüyordu. Zaten etkinlik boyunca hapşıran, öksürenler epeyce vardı, bence etkinlik öncesinde grip olanlar da vardı. Etkinliğe Ukraynalı ve İranlı öğrenciler de katılmışlardı; sonuçta otobüste toplantı yapıldı. İranlılardan biri iyi Türkçe konuşuyordu; eleştirileri kavgamsı bir şey sanıp etkinlik lehine birkaç kez söz alıp konuştu, çok güzeldi, keyif aldım dedi. Sonra birbirlerini eleştiren insanların 1-2 dakika içinde kol kola şarkı söylediklerini görünce rahatladı, mutlu oldu!.. İranlılar da şarkı türkü söylediler. Biraz askeri marş havası vardır İran şarkılarında. Bu arada söz verme olayını Mercan isimli bir arkadaş yapmıştı, yanlış hatırlamıyorsam tabii!..
Herhalde 50'den fazla şarkı, türkü söylendi. Devrimci şarkılar, klasik şarkılar, sanat müziği, arabesk, çav bellalar (Bella Ciao)... ; repertuar çok genişti, yalnız Michael Jackson, Enrico Iglesias gibiler unutuldu!.. :) Bir de benim çok sevdiğim, küçüklüğümden beri keyifle dinlediğim "Guantanemera" çalsaydı iyi olacaktı ve belki bir şarkı da bütün zamanların en iyi şarkıcısı Elvis Presley'den.
"Hop hop TS..." temposu eşliğinde TS tişörtü çıkartılıp dans ettirildi; herhalde bu bir DKSK geleneğiydi. Ben gelenek karşıtı biri olsam da bazı geleneklerin devam etmesinden yanayım.
Etkinlik ücreti oldukça ucuzdu, 20 liraydı. Etkinlik boyunca çok değişik karakterler gördüm. Çadır eskimiz Erkan'ı da tebrik ederim. Duyarlı ve düşünceli biriydi. Hem özgürlükçü hem de disipline önem veren biriydi, işini ciddiye alıyordu. Komünal yemek olayında ısrarla yememiz gerektiğini söyledi. Bir sorun olduğunda onu çözmek için hemen çaba gösterdi. Bunun dışında bayanlarda argo konuşmalar beni şaşırttı. Antrenmanlarda da bu olay beni şaşırtıyordu. Yalıncağa giden bir yokuş var, ben "Eşek Zorlayan" yokuşu diyorum, ama oranın malum ismini bağıra çağıra söyleyen kızlar vardı; bence argo, erkeğe yakışmadığı gibi kadına da hiç mi hiç yakışmaz, onun değerini düşürür; kibarlık, incelik her zaman prim yapar, takdir toplar; düzey, bir estetik ve güzellik yaratır, ortamı yükseltir! "S....'ya gidiyorum" yerine "İhtiyaç molasına gidiyorum" demek kesinlikle daha güzeldir. Ötekisi itici olur ve hiç de doğal kaçmaz, kaba kaçar. Bunu da eklemiş oldum. Bu arkadaşları kınıyorum yani! :) Ama insan, yaşamın her anında daha güzel, daha ince ruhlu olana doğru, tıpkı bir dağcı gibi alçaktan yükseğe doğru, eteklerden tepelere, topraktan yıldızlara dönebilir, bu yolda ilerleyebilir.
Sonuç itibariyle güzel bir etkinlikti. Emeği geçenleri kutlarım. Çağlar'ın ve Güner'in başarılı TS ve ES'liklerini de kutlarım.
Benim için etkinliğin en güzel anı sabah 4'te ihtiyaç molası için kalktığım, evrenin sonsuzluğuyla, doğanın muhteşemliğiyle kucaklaştığım andı, benim için bir meditasyon anıydı. Başka yazılarımda da bazen belirtiğim gibi yine üstat İlya Ehrenburg'un meşhur şiiri Oğullarımızın Oğulları'ndan bir mısra aklıma geldi:
"İnsanlar kurşuna dizilirdi şafaklarda, Ama Yalnız onlar, yalnız onlar öğrendi nasıl olduğunu Nisan sabahlarının." Gerçekten de bir anın gerçeklerini yalnızca o anı yaşamış olanlar bilir...
Geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden yetenekli dağcı Tomaz Humar'ı da bu yazı vesilesiyle saygıyla anmış olayım...
Mehmet Murat ildan













No comments:

Post a Comment