Saturday, November 14, 2009

ADOG Etkinliği -4

Bugün, yani 15 Kasım 2009 Pazar günü ADOG'un düzenlediği "Semeler Köyü-Kızılcahamam" yürüyüşüne katıldım. Aslında bugünün programı Yozgat'ın Kolanlı köyünde ağaç dikimi etkinliğiydi. Kendimi de ağaç dikimine hazırlamıştım, ancak köy muhtarının eşi rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığından etkinlik de iptal edildi; kendisine acil şifalar diliyorum. Umarım bir başka zaman Anadolu'nun herhangi bir yerine ağaç dikmek için gitme fırsatını bulurum, çünkü bu mesele hem ülkemiz hem de dünya için hayati bir önem taşımaktadır. "Anadolu'nun Çölleşmesi" gerçeği "Anadolu'nun Ormanlaşması" mucizesine mutlaka dönüştürülmelidir ve bu dönüşüm bu topraklarda yaşayan, her türlü soruna rağmen bu ülkeyi seven insanların en büyük başarılarından biri olacaktır.

Semeler köyü Ankara'ya 90 km, Kızılcahamam'a da 14km uzaklıktadır. Köyün nüfusu için 2000 yılı rakamı 53 verilmiş, pek kalabalık değil yani! Köyde ilkokul var ama kullanılmıyor; sağlık ocağı da yok, ama cami ve de yeni yapılmış olan minaresi var. Minibüsle önünden geçtiğimiz caminin minaresi köylülerin 40 milyarlık bağışlarıyla geçen yıl yapılıp hizmete açılmış. Bence sağlık ocağı ve okula öncelik vermeliydiler, ama yine de onların bileceği iş. Ne ekerlerse onu biçeceklerdir!.. Güzel yaşam, bir doğru tercihler sanatıdır.
Etkinliğe 3'ü bayan olmak üzere (Jale Demirci, Funda Dönmez ve Fatma Bakır) 13 kişi katıldı. Triskaidefobi sözcüğünü muhtemelen duymuşsunuzdur. Yunanca 3, 10 ve de fobinin birleşimi bir kelimedir ve 13 sayısının uğursuzluğundan korkmayı belirtir. Ben bu tür komik inançlara hiç itibar etmediğim gibi 13 sayısını da güzel bir sayı olarak görürüm. Eğer ADOG bu etkinliği 2 gün önce yapsaydı, yani 13 Kasım Cuma olsaydı, o zaman da Triskaidefobi değil Paraskevidekatriafobi durumu ortaya çıkacaktı: 13. Cumalardan korkma durumu! :) Bu batıl inançlara inat etkinlik güzel geçti. Ayın 13'lerine denk gelen günlerde 13 kişilik etkinliklerin çoğalmasını dilerim!..
Etkinlik, Semeler köyünü birkaç kilometre geçtikten sonra bir vadi girişinden başladı. Minibüsten aşağı inince karşımızda aşağıdaki görüntü vardı. Burada Faruk Türkçüoğlu'nun öncülüğünde ısınma hareketleri yapıldı. Bu arada dağların tepelerinde de kartallar av için ısınma turları atıyorlardı. Hava güneşli ve müthiş temizdi.


Vadi boyunca yürümeye başladık. Olcay Yersel beyin 7 Göller Macerasına dair bana bir sitemi vardı. O gün traktörü bulup getiren "Traktör Kahramanı" olarak kendisinden bahsetmeyi unutmuşum; aslında itiraf etmeliyim ki o zaman ve dahi şimdi bile isimleri tam bilmiyorum. Üstat Emile Zola ne demişti, "Hakikat daima muzaffer olur!" Gerçeği örtmek, onu saklamak imkansızdır. Böylece Olcay beye o günkü çabalarından dolayı hakkını teslim etmiş olduktan sonra alıç ve kuşburnu bitkileriyle dolu sakin vadide yer yer birkaç şelale de görerek ilerledik. Bir süre sonra "Hoo, huu, haa, kimdir gelen?" türünden sesler duyduk ve uzaklarda bir duman gördük. Avcılar mı yoksa kızılderililer mi acaba derken bunlar bir koca karı daha doğrusu karı koca köylü çıktılar. Aşağıda onların "içtenlik içeren" bir fotoğrafını veriyorum.
Teyze kuşburnu topluyormuş. Amcanın da eşeği vardı. Uzun süre birileriyle konuşmadıklarından olsa gerek bizi gördüklerinde dilleri açıldı; "Dil açılımı" gerçekleşti; amca Siyasal'da ben yıllarca yöneticilik yaptım dedi. Doğru mudur bilemem ya da hangi Siyasal'dır bu bir fikrim yok!.. Ateş de yakmışlardı. Birkaç dakika bu insanların bu basit ama hoş yaşamlarını düşündüm. Şimdi şehirde bir patlama olsa ya da darbe olsa, bir şey olsa onlar belki de birkaç gün sonra öğreneceklerdi. Üstat Osho'nun deyimiyle dünyanın büyük bir tımarhane olduğu gerçeği sanki onlara hiç bulaşmamıştı ve bu benim hoşuma gitmişti. Şehir yaşamının saçmalıklarının yerini burada doğanın gerçekçi hayatı, durgun gibi görünen dinamik yaşamı almıştı. Onlara veda edip yola devam ettik. Köylüler Eğerlidereköy'dendiler. Biz Çukurören köyüne doğru yol aldık. Uzaklarda Eğrekkaya barajını gördük.
Eğrekkaya barajı Ankara'ya su sağlayan barajlardan biridir; Kurtboğazı barajı kadar tanınmaz. Sey çayının önüne yapılmıştır. Bu barajdan Kurtboğazı barajına su kanalıyla bağlantı vardır. Çevredeki köyler barajı destekleyen dereleri kendi köy şebekelerine bağladıklarından ve de genel kuraklıktan baraj seviyesi düşüktür. Aşağıda barajın ufukta göründüğü anın fotoğrafını verdim.

Bu etkinlikte en az 18 Km yürüdük ve de kısa sayılabilecek bir zamanda hızlı tempoda yürüdük; en uzun ana molamızdı o da 20 dakikayı geçmedi, öteki molalar 20-30 saniyelik nefes molalarıydı. 16.00'da Kızılcahamam'a varmıştık bile, kafa lambalarına gerek kalmamıştı. Uzunca patikalardan geçtik. Zaman zaman dik yamaçlara tırmandık; bazen dik yamaçlardan indik, vites büyüttük, vites küçülttük; serinlik durumuna göre şapka çıkardık, bere taktık, bere çıkardık, şapka taktık. Yamaçlardan birinde buradan mı inilecek dik görünüyor derken Salim bey bağırarak aşağıya doğru koşmaya başladı. Zemin çok yumuşak olduğundan düşülse bile biraz pantolon ve el çamurlanması dışında bir şey olmuyordu. Düşen birkaç kişiyi gözlemlediğim için ve de düşenlerin ilk şaşkınlığı attıktan sonra keyifle ayağa kalktıklarını gördüğümden bu inişin zevkli olduğunu söyleyebilirim.

Daha önceki yazılarımda yazmıştım. "Kolay hayat sıkıcı bir hayattır ve pek de anlamlı değildir!" İlişkilerde bile böyledir; zorlu olanın, mücadele içinde geçenin kıymeti yüksektir. Dik tırmanışların birinde sonlara doğru güçler tükenmişti; zirvemsi bir yere yakın bir açıklıkta yere kan ter içinde oturup ilerideki harika manzaraya bakmak güzeldi. Toprak sanki bacaklarınızı esrarengiz elleriyle tutar ve ağrımış adalelerinize yumuşakça dokunur; yorgunluğunuzu emmeye, çekmeye başlar. Bu, zorluğun verdiği, zorluk sonrası gelen bir keyiftir. İnsan, eline diken battığında uyanır; öncesinde uyuyordur!..

Bu aralar ilginç trekking ilanları da var. Mesela bir trekking ilanı görsem, 6 Km'yi de görsem kesinlikle o trekkinge katılmam. Kolay işin keyfi gerçek keyif değildir. Mangal-sucuk etkinlikleri trekking turları arasında hızla yayılıyor; bazen 1.5 saat 2 saat yemek molaları veriliyor. Bunlar düğünlere, sünnet eğlencelerine vs. yakışır ama doğa trekkinglerine pek yakışmaz; ama yapılmamalıdır da diyemem; herkesin seçme özgürlüğü vardır. Sucuk tercih eden sucuk dumanını hak eder!.. Gerçi çok acıkmışsam bu dumana benim de pek bir itirazım olmaz!.. Ben bu geziye 3 tane küçük yuvarlak ekmeğe konmuş ton balığı sandviçi getirmiştim, arasına da maydonoz koymuştum. Bir de elma ve fındıklı kuru üzüm. Bunlar bana yetti de arttı bile. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki, doğa, yeryüzündeki en büyük tapınaktır; onun içine girdiğimizde saygılı olmamız gerekir ve mangal türü şeyler de tapınağa yakışmamaktadır.



Yürüyüşün 15. kilometresinde Anmar Maden tesislerine ulaştık. Burada maden suyu üretilmektedir. Tesisin girişine benzer bir yerin fotoğrafını aşağıya ekledim. Etkinliğin bu noktasında 6 kişi tesisin önünde bekleyen minibüse bindiler. Hüseyin Uykun'un ayakkabısı vuruyormuş; yarın Kayseri'ye yola gidenler de olduğundan onlar minibüsle Kızılcahamam'a döndüler. Minibüs kaptanı da değişik biriydi; şair olduğunu söylüyordu. İstiklal marşının değişik bir versiyonunu 2 kez okudu. Orada şöyle bir cümle geçmişti: "Ezelden beridir aç yaşadım, aç yaşarım!"



7 kişilik ekip yürüyüşe devam etti. Baraja en yakın noktadan geçtik. Buradaki manzara görülmeye değerdi. Yürüyüşün sonunda feci bir yere ulaştık! Nedir derseniz Kızılcahamam'a hakim bir tepeye konumlandırılmış beton yığını TOKİ evlerine çıktık. Gerçi ülkenin neredeyse tamamı bu çirkin yapılaşma tarlasına dönüşmüş durumda. En yukarıdaki fotoğraf Kızılcahamam'ın bir fotoğrafı. Etraf yemyeşil, harika bir doğa var, ilçe ise bir beton yığını; havası ise Ankara'dan daha kirli çünkü doğal gaz gelmiş olsa da henüz yaygınlaşmamış; ormanın içinde zehirleniyorlar!..

Dizlerde artık biraz yorgunluk belirtileri başlamıştı. Dün Anka-Mall'dan satın aldığım Adidas gore-tex trekking ayakkabım da biraz ayağımın bilek kısmını zedelemişti; kalın havlu çorap lazımmış. Belki de 233 yerine 280 verip Timberland boğazlı ayakkabı veyahut vibran tabanlı botumsu bir şey almalıydım!.. Ya da Armada'dan boğazlı Lafuma alsaydım çok daha iyi olacaktı. 145'e Lafuma'lar var, tank gibi ayakkabılar.



Etkinlik, Soğuksu Milli parkının girişinde sol taraftaki Ahmet ustanın yeri denen bir ahşap lokantacıkta sona erdi. İçeride güzel bir soba yanıyordu. Burası kulübemsi bir köfteci. Köfteleri güzel. Piyazlı salataları lezzetli. Yoğurtları da öyle. Salim bey ADOG'un artık Kızılcahamam'a her geldiğinde buraya uğrayabileceğini Ahmet Ataseven'e yani oranın sahibine söyledi. Ancak hesaplar ödenirken sanırım iş yeri sahibi 3-5 liranın hesabını yaptı, o nedenle artık oraya gidilmemeye karar verildi. Sonuçta ileride belki yüzlerce kişinin oraya gelmesinin yolu açılabilecekken işletme sahibinin hiçbir ikramda bulunmaması elbette onun açısından akılcı ve misavirperverlik açısından da doğru değildi. Bu tip durumlarda ikramda bulunmak müşteriye iyi bir jest olur. Almak için vermek gerekir!.. Vermek, almaktan daha yüksek bir ahlak gerektirir; işletme sahibi bize şimdi bir şeyler ikram edip verseydi, daha sonra onu fazlasıyla alacaktı!.. İnsan, karşısındaki kişinin iyi niyetli ve samimi olduğunu anlarsa, o kişi "1" verdiğinde ona rahatlıkla "10" da verebilir. Soğuksu Milli parkına yakın olduğundan köftecinin işleri şimdilik iyi, o yüzden de kibirliydi belki de. Fakat aşağı resimdeki şu piyazın enfes görüntüsüne bir bakın!..




Etkinlik boyunca her zaman yaptığım gibi değişik kişilerle değişik konuları kısaca ya da uzunca konuştum. Gültekin Yılmaz beyle iki kapılı yeni arabası üzerine konuştum. Faruk Türkçüoğlu'yla Japonya'daki Fujiyama dağı ve oradaki düzenlemeler, merdivenler üzerine lafladık; Jale Demirci'nin Erciyes dağı ve sualtı dalışları üzerine ve de trekking ayakkabıları üzerine anlattıklarını dinledim; haftaya Küba yolcusu olması sebebiyle pek çok kişi puro istedi, hatta Fidel Castro'nun sakalından hatıra isteyen de oldu, sanırım Şevket beydi, sadece 1 tel mi yoksa 1 tutam mı istedi hatırlamıyorum!..

ADOG'un Ağrı dağı ve İran'daki 5671 metrelik Demavend dağı çıkış etkinliği de olacakmış. Bunlara katılmayı düşünüyorum, tabii o zaman geldiğinde şartlar ne olur şimdiden bilemem, dünya yerinde durur mu onu da bilmiyorum; gelecek bilinmez. Ağrı dağına çıkarsam boyum uzamayacak elbette ama yaşanan her zorluk bize bir şeyler katacaktır ve önemli olan da budur. Bütün bunları gerçeği yakalamak için yapsak da gerçek yakalanamaz; o, hemencecik bir anıya dönüşür. Bu etkinlik de artık bir anıdır, her şey yalnızca bir anıdır.

Bu arada Kızılcahamam'a gelindiğinde 13 kişilik ekip de parçalara bölünmüştü. Divide et İmpera! Makyavelli'nin meşhur sözüdür bu: Böl ve Yönet. Ama bizim ekibi bölen yoktu, kendiliğinden bölündü! :) Bir kısmı hamama gitmiş; bir kısmı köfteciye; Mevlana tesislerinde olanlar da varmış. Bu bölünmenin tatlı-sert bir muhasebesi de sitemvari şekilde yapıldı; Mevlana tesislerindekiler de "Bizi unuttunuz!" sitemini ilettiler. Dönüş minibüsünde ADOG'un Olcay Yersel'i espri bağlamında ADOG'a yıllık abone etme çabaları vardı ama bir sonuca varılamadı.

Kısa bir yazıda elbette bütün bir etkinliğin ayrıntılarının verilmesi mümkün değil. Ben genel bir bakış verdim. Burada önemli olan yaşamın her anından ne öğrendiğimizdir. Şehirlerin, politikanın, mesleki hırsların, her türden ihtirasın ve bir sürü saçmalığın boğuculuğundan bir günlüğüne de olsa kaçmak, doğanın huzuru içinde saflaşmak, arınmak bu yorgunluğa değer.

Yenikent'teki bahçesinden getirdiği ve herkese dağıttığı güzel ayvalar için de Mahmut Sancaktaroğlu'na teşekkür ederim. Sadece ayva değil pek çok yiyeceğini pek çok kişiyle paylaştı. Ayrıca yine ismini bilmediğim bir arkadaş Çocuk Esirgeme'nin çocuklarına yardım amacıyla eşya, para ve her türden yardımı içeren bir projeden bahsetti. Bu tür faaliyetler unutulmuşların, terk edilmişlerin, muhtaçların, bahtsızların yeniden hatırlanmaları ve onlara bir şeyler sunulması bağlamında çok önemli. ADOG'un bu konuda bir yardım projesi olacak ve güzel bir adımdır bu. Bazı küçük adımlar her zaman için dev adımlardır.

Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment