Saturday, February 13, 2010

ADKK Etkinliği -8



Bugün 2010 yılının 14 Şubat Pazar günü. Hem Valentine günü ya da Valentinus Günü ve hem de Dünya Öykü Günü. Valentine Günü ile ilgili pek çok tarihsel temelli şey anlatılır, açıklamalar yapılır ama Kapitalist sistemin mal satışı amacına yönelik "Gün yaratma" ya da "Gün çakma" operasyonu da olabilir bu!.. Dünya Öykü Günü'ne gelince, Dünya Yazarlar Örgütü PEN'in Türkiye Merkezi'nin önemli bir başarısıdır bu Öykü günü. Bu vesileyle ben özellikle üstat Guy de Mauppasant'ı sevgiyle ve saygıyla anmış olayım. Yazın yine bir ara mutlaka onun güzel ve güçlü öykülerini okuyacağım; kalemi keskin, zeki bir yazar.




Bu hafta, 95 yaşında olan ve şu sıralar bir hayli de rahatsız olan ananemle ilgili işlere koşmak şeklinde geçti; ODTÜ yürüyüşlerimde de tek katmanla rüzgarda Yalıncak'a gittiğimden dolayı soğuk aldım biraz, arka arkaya 15 kez üst üste hapşırdığım oldu, ama ben hapşırmayı çok severim, etrafta kimse yokken tabii ki; hapşırınca kopan içsel kıyametten sonra vücut rahatlar!.. Bazen soğan koklayıp hapşırmak gerekir ki ben bunu yaparım. Aşağıdaki fotoğrafta ise bugünkü rotamız üzerinde ayı izleri görülmektedir.




Birkaç gündür Ankara'da hava çok temiz; yağmur yağdı, rüzgar esti; siyasi hayat zaten her zaman fırtınalı ve etik-dışı!.. Ankara'da hava temizse yakın civarlar pırıl pırıl demektir. Bugün Ankara Dağcılık Kayak ve Kış Sporları İhtisas Kulübü ADKK'nın "Bardakçılar Köyü- Kös ve Çamlıdere Yaylaları" doğa yürüyüşüne katıldım. Bu etkinliğin izlenimlerini aktaracağım şimdi. Kaptan'ın Seyir Defteri; Yıldız Tarihi, 2010. Küçüklüğümün Uzay Yolu dizisini özledim...


Bu arada aşağıda Gülsen hanım bir derenin üzerinden atlarken görülmektedir.





Etkinliğe bu kez 17 kişi katıldı; geçen haftanın 2 katından fazla bir sayıydı bu. Erol hocamın işi çıktığından son anda gelememiş. En son Hasan Dağı'nda görüştüğümüz Semih Hoca da bu hafta yürüyüşe geldi. Hoş sohbeti olan keyifli bir dostumuz. Ülkü hanım da birkaç haftadan sonra bugün enerjik bir şekilde yürüyüşe katıldı.



Bu hafta çantama birkaç yeni şey eklendi. Nedir derseniz, Ülkealan çarşısından 10 liraya bir uluslararası hakem düdüğü aldım, artık maç yönetebilirim!.. 2 parmakla ıslık çalamıyorum ben, o yüzden düdük belki bir gün bir işe yarayabilir; zaten her yürüyüşçünün yanında olması da arzu edilen önemli bir şeydir bu. Islıkların anlamları vardır; 1 kez çalınca farklı 3 kez çalınca farklı anlama gelirler. Bir ara bu "parmakla yüksek seste ıslık çalma" işine kafa yoracağım. Benim aldığım düdüğün ses mesafesi 1 milden fazlaymış. Eğer ıslıkla bunu 2 mil yaparsam düdüğü çantamdan çıkarırım!.. :)


Çantama bir Victorinox İsviçre çakısı ve bir de kibrit/çıra ekledim. Zaman zaman Survival denilen hayatta kalma belgesellerini izliyorum. Bunlardan ilginç şeyler öğrenebiliyor insan. Ayılarla ilgili enteresan bir şey hatırlıyorum. Diyelim ki bir ayıyla karşılaştınız; öncelikle onunla sakin ve yüksek bir sesle konuşmaya başlamak gerekiyormuş, nasıl olacaksa bu (!), ve de elleri başın üzerinde sallamak lazımmış; çünkü hiçbir hayvan ellerini böyle sallamaz! Burada amaç, ayıya gördüğü şeyin insan olduğunu anlatmaya çalışmakmış!.. Bu bana ilginç gelmişti, çünkü biz bir ayı ya da hayvan gördüğümüzde onun hemen bizim bir insan olduğumuzu algılayacağını düşünürüz ki bu her ayı ya da her hayvan için doğru değildir!.. Bizi tanımlayamadığı bir tehdit unsuru olarak, bir hayvan olarak algılaması daha muhtemeldir.


Bu belgesellerde bivak torbası içinde yatanları gördükçe de hep hayret etmişimdir. Çadır varken ceset torbasından pek de farklı olmayan bivak baya bir işkence gibi, ama özellikle yüksek irtifa tırmanışlarında her an lazım olabilir!.. Gerçi daha beteri de var: Tarplar!.. Arap çöllerinde gördüğümüz her yeri açık çadırlar, bir tek tavan var!..

Bir gün esaslı bir "Survival" kitabı alıp merakla okumak isterim. Bilgiler insana bazen basit gelir ama hayat kurtarabilir. Sırt çantasıyla nehir geçerken boğulanlar olmuştur, çünkü çanta su alıp kişiyi aşağıya çeker; o yüzden bel kemerini açıp, omuz kemerlerini gevşeterek derince (ama yüzeyden derince olduğu belli olmayan) nehirleri geçmeye çalışmak kadar basit bir önlem ne kadar da önemli bir önlemdir, işte bütün bunları okumak isterim. Yıldırımların gölleri sevdiklerini, göllere, sivri uçlara ve metallere adeta aşık olduklarını ve buralardan uzaklaşmak gerektiğini ya da iyot tabletleriyle suları mikroorganizmalardan basitçe temizleyebileceğimizi ve daha binlerce şey... Scientia Est potentia! Bilgi güçtür!..


Bardakçılar köyü Çamlıdere ilçesine bağlı bir köy. Burada yaşayanlar, Orta Asya'dan göçmüş Orta Asya Türkleri olduklarını söylerler. Kös yaylası da Çamlıdere'ye ait bir mesire yeridir, Aluç Dağı'nın arkasındaki bölgededir; kampçılar bu bölgeyi severler. Kös sözcüğü Farsça savaşlarda kullanılan büyük davul demek, ama "kös kös" oturmak deyimi bu davul işine pek uymuyor!.. Belkide kampçılar buralara gelip kös kös oturdukları için böyle denmiş, bilemeyeceğim.




Yürüyüşümüz bir köprünün yanı başından başladı. Herkes her zamanki gibi malzemelerini bireysel olarak hazırladı ve yürüyüş başladı. Geçen sene buralara kardan dolayı araç girememiş; bu sene bu civarlar pek karlı geçmiyor, sanki Mart sonları havası var; değerli üstat Goethe'nin Sakuntala'yı okurken duyduğu ilkbaharın kokusunu hissetmek mümkün artık. Üzerlerine nazar boncukları asılmış evlerin, kuğu heykelli zengin villaların önlerinden geçtik ve ormana girdik. İlk kez ADKK'ya gelmiş olan Tülin hanım antreman eksikliği ve yürüyüş azlığından dolayı biraz zorlandı; yüklerinden birkaçını bizler aldık; benim bahtıma büyükçe bir termos düştü; şahsen ben ağır çantayla yürümeyi severim, antreman olmaktadır bunlar. Zora alışınca öteki şeyler kolaylaşır. Yanı başımızda akıp giden dere de herhalde Avdan Deresiydi.


Bu bölgede bir zamanlar Hititler, Frigler, Lidyalılar, Romalılar yaşardı. Tabii 1071 Malazgirt olayıyla birlikte Türkler Anadolu'ya akın etmişlerdir. Oğuz Türkleri Çamlıdere bölgesine de gelmişlerdir. İnsan, üzerinde yürüdüğü toprakların tarihini bilirse daha zengin bir imgelem dünyasında yolculuk eder; tıpkı general Patton'ın, dolaştığı yerlerdeki tarihi savaşları zihninde canlandırması gibi biz de böyle bir canlandırma yapabiliriz.


Bu bölgenin tamamına Yabanabad derlerdi; Kazan'dan geçerken bile Yabanabad Fırını ismindeki iş yerlerine rastlanır. Yaban derlerdi çünkü insanlar değil hayvanlar yaşardı bu vahşi doğada; abad derlerdi çünkü buralar bayındır edilmeye başlandı ve böylece Yaban-abad oldu: Bayındır edilen yaban ülkesi ya da talan edilen, doğası tahrip edilen yer!..



Bu dereden sonra artık yol boyunca sürekli olarak dereler gördük ve dere yataklarında ilerledik; bolca dere sesi işittik; uçak seyahatlerindeki uğultular oluştu. Abidin hocam her zamanki beyefendiliğiyle ve de su geçirmez Columbia botlarıyla gönüllü artçılığa başladı. Bazen ben de ona eşlik ettim. Kendisi sağı solu seyrederek yürümeyi seviyor ve doğayı böylece daha yoğun algılayabiliriz diyor. Yani kısacası yavaş yürüyelim diyor! :))


Zaman zaman kayalık yerlerden geçtik. Sulu ve ağır bir kar vardı. Pek çok yaban domuzu izi gördük. Yaban domuzları bana hep Asteriks'in ünlü kahramanı obur Obeliksi hatırlatır; benim en sevdiğim, en harika çizgi romanlardan biridir bu. Sırtında taş taşıyan ve sevimli bir köpeği olan Obeliks domuzları çerez gibi yer, domuz etine bayılır!..


Bu hafta Nazım bey de etkinliğe geldi. İsviçre'de kayaktan dönmüş. İlginç bir şey anlattı. Mesela Ilgaz Dağı Oteli'nde devre mülk eviniz var diyelim; İsviçre'de ya da başka ülkelerdeki apart otel bir evle 1 haftalığına takas ediyorsunuz; onlar buraya geliyor, siz de oraya gidiyorsunuz. Pratik ve orijinal bir yöntem!.. Nazım bey zaman zaman güzel şiirler de okur, etkinliğe edebi bir hava katar; bir de organik dağ inciri dağıttı ki çok lezzetliydi. Bu dağ incirlerini CEPA'daki Ünsal kuruyemişçide de bulmak mümkün.



Yavaş yavaş dere geçişlerimiz başladı. Ne zaman dere geçsek benim aklıma hemen meşhur Latince söz gelir. Alea Iacta Est. Milattan Önce 49 yılında, henüz bizler doğmamışken, komutan Jül Sezar Galya'dan Roma'ya geçer ve Rubicon nehrinin önüne gelir. Burası Galya'yla İtalya arasındaki sınırdır; burayı geçerse Roma'ya meydan okumuş demektir; suyu geçer ve de o meşhur sözü sözler: Zarlar atıldı! Alea Iacta Est! Yani, artık geri dönülemez bir yola girildi!.. Biz bugün aynı dereyi birkaç kez geçtik! :) Aşağıdaki fotoğrafta da Semih beyle Tülin hanım eşzamanlı dere geçişinde görülmektedirler. Bugün bölgenin neredeyse tamamı dereydi. Benim ticari yol dediğim orman içi yollarda bile küçük derecikler akmaktaydı.




Yer yer ayaklar derelere battı veyahut dereler ayaklara battı; fiziksel olarak olayı, biraz karmaşık olsa da tersten böyle de görebiliriz. Üstat Bertrand Russel'ın Din ile Bilim kitabından da böyle bir mantık içeren bir cümle hatırlarım: Bir tren Edinburgh'a gidiyor yerine Edinburgh bir trene gidiyor da diyebiliriz, yani treni sabit ve öteki her şeyi hareket eder şeklinde düşünebiliriz.


Yol boyunca herkes diğerine "Seninki ıslandı mı?" sorusunu sordu. Burada amaç en iyi marka hangisidir onu bulmaya çalışmaktı. Özellikle Olcay bey ayakkabı alacağı için bu soruları sık sık sordu. Bu yürüyüşte onun ayakları tamamen ıslandı. Ben La Sportiva'dan memnunum. Çoraplarımı elledim, pek bir ıslaklık algılayamadım.


Aşağıdaki fotoğrafta Müslüm hoca dikkatle etrafı taramaktadır ve de ekip sayısını saymaktadır. Başka bir gruptan tanıdığım Gülsen hanım da bu hafta ADKK etkinliğine katıldı ve biz bir ara onunla konuşurken ben Müslüm hocanın GPS kullanmadığını, pusulaya baktığını da hiç görmediğimi, doğal bir yön bulma yeteneği olduğunu söyledim ve meseleyi takdir ettik. Gülsen hanım da bu etkinlikten memnun kaldı. Rehberin güven vermesi önemlidir. Bazen zorlu ya da sakat bir yere geliriz, Müslüm hoca bir anda bir espri yapar ve o zor yerin zorluğunu basit bir psikolojik harekatla yok eder, zor kolaylaşır, zoru kolaylaştırır. Bir de hep sakindir, neşelidir; sinirlenmez, telaşlanmaz; bir rehber için önemli bir özelliktir bu.



Her yürüyüşte bir gazi çıkar, yani batonu bozulur, eline diken batar ya da eli dikene batar, dizi incinir vesaire; bu kez gazi ben oldum! Önden ilerleyen, genellikle dalları geriye hızla bırakmakta haklıdır, çünkü arkayı her zaman kontrol edemez; asıl arkadan gelen mesafeyi koruyarak bunlara dikkat etmelidir ki benim dalgınlığıma geldi, arkayla konuşarak ilerlerken önde bırakılan çam dalı sağ gözümü kamçıladı, bir anda gözüm yandı. Hata benimdi. Gözümde halen bir batma var. Herhalde çizilme de olmuş ama gerek Müslüm hocam gerekse de Semih hocam göz kendisini çabuk yeniler dediler. Ben gereken dersi aldım; herhalde gözüm 1-2 güne kadar kendiliğinden düzelir. Ben ruha ya da dine inanmadığımdan ve de sadece "Fiziksel varoluşçu" olduğumdan bedenime elimden geldiğince önem vermeye, bilgim dahilinde onu korumaya, fiziksel egzistansiyalizmin gereklerini yapmaya çalışırım. Yarın vakit bulursam ilk işim Olcay beydeki gözlükten almak olacak. Bunlar Bauhaus'ta var; orada bulamazsam Koçtaş'ta da var. İşçi gözlükleri ya da bahçıvan gözlükleri deniyor. Bir daha böyle bir sorun asla yaşamayacağım çünkü dersimi aldım; gözümü severim, onu korumak benim görevim!.. Müslüm hocaya da teşekkür ederim; hemen bir şırınga çıkardı, gözümün içine su sıktı, temizlemeye çalıştı; bazıları bunu bir tatbikat sanmış ki tatbikat değil gerçekti.

Adolf Hitler'in hoşuma giden bir sözü vardır: "Bir daha asla!" der. Almanya 1. Dünya Savaşı'nda yenilmiştir ve Hitler bir daha asla Almanya'nın yenilmesine izin vermeyeceğiz der, gerçi bu söz havada kalır, ama ben çantama o "Dal Koruyucu Gözlüğü" her zaman sabit koyacağım!.. "Dal-Budak Gözlüğü" de diyebiliriz buna!.. Bir daha asla gözümün yenilmesine izin vermeyeceğim! :)


Çamlıdere yaylasındaki Dökük çeşmesinde gözümü yıkadım ama belki de yıkamamak gerekirdi; çünkü böyle yerlerdeki sularda virüs bakteri, değişik mikro organizmalar olabiliyor; Semih hoca da içtiği bir sudan bir ay boyunca hastalanmış. İyot tableti ya da filtre kullanarak içmek, özellikle açık yara varsa bu suları kullanmamak daha doğru olabilir.


Yürüyüşe devam ettik. Bir mezarlığın önünden geçtiğimizi hatırlıyorum. Aklıma gelmişken Faruk'a da teşekkür edeyim. Su hortumlu sistemden iyice yararlandım bugün. 2.5 litreye yakın suyu hortumdan kolaylıkla içtim. Kendi yaptığı kakaolu kek de mükemmel olmuş; tek tek dolaşıp herkese "yer misiniz?" diye sordu. Yahya hocam'ın gönderdiği güzel bir mesajı da aktarayım hemen. Bir hikayeydi bu; uzundu ama içerdiği mesaj şöyleydi: Bir arkadaşımız bize karşı bir hata yaparsa bunu kum üzerine yazalım, çabucak silinip gitsin diye, asla kin tutmayalım; ama bize bir iyilik yapmışsa onu da kayaya kazıyalım, hiç silinmesin diye!.. Bu güzel bir felsefedir. Aşağıdaki fotoğrafta da Jale-Şule kardeşler görülmektedir.


Bu hafta tuzlu fıstık almamışlar yanlarına ama Yahya hocam bir torba getirmişti; kendisi için değil herkes için, bizler için getirmişti. Benim bu grupta hoşuma giden şey de budur; insanlarda karşı tarafı mutlu etmeye çalışma felsefesi var ki bu değerli bir felsefe ve davranış biçimidir. İnsan, karşısındakini iyice tanıyıp, sonra da onu mutlu etmenin yollarını ararsa, egoizmini bırakır, alturistik olursa, yani kendisini bir anlamda tırnak içinde unutup başkalarının refahı ve iyiliği için uğraşırsa ve herkes bunu yaparsa o zaman ortaya güzel bir şey çıkar. Tahsin hocamın Finike portakalı da Şule'den bana ulaştı; gayet lezzetli bir portakaldı.


Tekrar yürüyüşümüze dönecek olursam, bir vadi tabanına indik; baraka evlerin yanlarından geçtik; Kös Yaylası'na doğru yola koyulduk. Solumuzda derelikten nehre transfer olmuş, yani sınıf atlamış bir su kütlesi vardı. Zaman zaman kısa molalar verip pek çok dikenli yerden geçtik. Pahalı yağmurluk giyenler bu dikenlere çok dikkat etmeliler!.. Yükselip alçaldık ve de Müslüm hocanın 1. sürprizine vardık. Bir şelale veyahut çağlayan! Ben buna çok sevindim çünkü 10 yıldır hep bu civarlarda bir şelale görmeyi arzuluyordum.


Ben şelalenin boyutlarından tatmin oldum; Yabanabad bölgesi için oldukça heybetli bir yükseklik sayılırdı. Şelaleye dair fotoğraflar benim Picasa albümlerimde olacak; fakat kapasite sorunu olduğundan henüz ekleyemedim; kotam dolmuş; 1 GB kotam vardı; o yüzden bu yazıma da daha fazla fotoğraf ekleyemedim; sorun nasıl çözülür emin değilim; belki Faruk bu konuda bir öneride bulunabilir, yani Picasam'dan fotoğraf silmeden ve de para ödemeden kotamı nasıl artırırım?..

Yürüyüşe ekip düzeninde devam ettik. Ben bir süre önde yürümenin keyfini çıkardım. Ana yemek molası verdik ve hemen ardından Müslüm hocanın 2. sürprizi geldi: Kardelenler, yani Galanthus Nivalis!.. Bunlar nergisgillerdendir ve de baharda çiçek açarlar. Müslüm hoca epeyce çarşaktan yukarı tırmandı ve sırt çantalarımızı almaksızın bir Kardelen tarlasına geldik. Tahsin bey kara uzanarak makro fotoğraflar çekti. Ben de bu rüyamsı Kardelen tarlasında birkaç makro film çektim. Bir de ustaca bir yosun-kaya fotoğrafı çektiğimi düşünüyorum!.. En üst taraflarda bir yere koydum o fotoğrafı. Kardelenlerin masumluğu pek hoştu. Bundan sonra, özellikle ilkbaharda makro fotoğraflar çekmek isterim. Bu kardelen bölgesi gerçekten özel bir yerdi.


Saat 15.00 gibi Kös yaylasından geçtik. Buradaki çeşmede bir süre soluklandık. Oldukça büyük bir iz görmek bizi heyecanlandırdı. Ayı izleriydi bunlar. Yukarı tırmanıp Cibilli Dede türbesini de gördük. Bu kişi geyiklere tuz yediriyormuş. Saat 16 gibi Çamlıdere yaylasına vardık. Müslüm hoca yine iyi bir zamanlamayla etkinliği bitirdi; yürüyüş 6 saat sürdü. Bu seferki yürüyüş, her zaman yürüyüşe gelenler açısından fazla zorlayıcı olmadı, hafif kaçtı diyeceğim, ama bu kez de Müslüm hoca rotayı Süphan dağına çevirebilir!.. Ahmet bey çayları hazırlamıştı. Sokakların her yerinden seller akmaktaydı, karlar eriyordu. Çamlıdere yayla evlerinin altyapısı kötüydü, çok kötüydü; çok ciddi yağış olsa orada ev falan kalmaz!.. Burada gördüğüm sevimli bir sokak köpeğine de siyah üzüm verdim, baya yedi; onun fotoğrafını da üst taraflarda bir yere koydum. Bu bloglarda fotoğrafları aşağıya indirmek bir sorun oluyor. Güzel bir etkinlik de böylece sona erdi. Yeni şeyler öğrendim.


Yazımı yine güzel bir şarkıyla bitireyim. benim sevdiğim bir şarkıdır bu: GülNihal; Zeki Müren... Yıllar önce Safranbolu'da bir kafede dinlemiştim.


Görmedim kimsede böyle kaş, böyle göz, böyle yüz...



Ve yine bütün zamanların en güzel seslerinden, benim gece için favori araba müziklerimden, Summer Wind, Yaz Rüzgarı ve Frank Sinatra:


Mehmet Murat ildan

Saturday, February 6, 2010

ADKK Etkinliği -7


Bugün, yani 7 Şubat 2010 günü, Dünya Öykü Günü'nden 1 hafta önceki Pazar günü Ankara Dağcılık Kayak ve Kış Sporları İhtisas Kulübü ADKK grubuyla Işık Dağı Doğa Yürüyüşü'ne katıldım. Bu yazımda bu yürüyüşten edindiğim izlenimleri aktaracağım.

Kışın Işık Dağı, 4000-5000 metrenin üzerindeki yüksek irtifa dağları için faydalı bir egzersiz sağlar, kondisyon yükseltir, kasları diri tutar. Ayrıca Işık Dağı'na aynı gün 2 kez çıkarsanız 4068, 4 kez çıkarsanız toplamda 8136 metrelik irtifa eder! :) Bu da Himalayalar'da bulunan ve dünyanın 9. yüksek dağı Nanga Parbat'tan 10 metre daha yüksektir; tabii oksijeni de iyice azaltmak lazım bu simülasyon için!.. Müslüm hoca, Tunç Fındık'la Nasuh Mahruki'nin Işık Dağı'nda birkaç kez inip çıkmak şeklinde egzersiz yaptıklarından bahsetti bugün.




Bu yükseklik olayını bir kaç kez yazmıştım. Dağların yüksekliklerini çıkılmaya başlanılan yerden itibaren ölçmek gerekir. Yani siz arabayla, atla, eşekle, katırla 5200 metreye geldiniz diyelim, ki Everest ana-kampı böyledir, bu bakımdan Everest benim gözümde 3648 metrelik bir dağdır!.. Bu hesabın bütün dağlar için ekspedisyon bazında yapılması daha gerçekçi olur. Erciyes Dağı 3917 metredir; 2150. metrede Erciyes Kayak Merkezi var. Ana kamp buralardaysa, tırmanış buralardan başlıyorsa, dağcı için o dağın yüksekliği tırmanış bağlamında 1767 metredir. Kısacası 1767 metre Erciyes'in "Tırmanış Yüksekliği"dir ve de 3917 metre ise Erciyes'in "Oksijen Yüksekliği"dir. Ben aynı mantığı takvimlerde de kullanıyorum. İsa'nın doğumu yerine Mısır hanedanından birilerini seçersek, 21. yüzyılda değil belki 31. yüzyıldayızdır. Bu referans noktası bize daha gerçekçi bir bakış sağlar. Belirli bir medeniyet tarihinden bu yana 21 değil, 31 yüzyıl, 41 yüzyıl geçmiştir ve insanoğlunun tarihteki ilerleyişi, bu kadar uzun bir zamanı düşünürsek hiç de hızlı değildir, tam tersine yavaştır.



Konumuza dönecek olursam, geçen yazımda bahsettiğim hortumlu su torbasını aldım!.. Sağlıklı olduğuna hiçbir şekilde ikna olmadım ama özellikle kış ve yağış koşullarında gerekli olduğuna inandığım için aldım; fakat bu düşüncemin yanlışlığını birazdan anlatacağım. Source Widepac 3 diye bir markayı aldım. Sağolsun Faruk daha önce hiç gitmediğim Dağdaş ve Av Market gibi mağazalara götürdü beni. Bunu, avcılık malzemeleri satan o Av Market'ten 45 TL'ye aldım. Zarf kapak sistemi var, sürgüyü çıkarıp elle içi temizlenebiliyor. Bunların üzerinde "Glass-Like Material" yazar; hikaye de olabilir tabii, ama cama yakın pürüzsüzlüğe sahip olduğu iddia edilir; doğru mudur ancak mikroskopla bakarak anlaşılabilir!.. Bunlarda sızdırmazlık önemlidir yoksa çanta berbat olur, bir de çok daha kötüsü susuz kalınır!.. PVC ya da poliüretan olmadığı için koku da yapmayacağı söyleniyor. Denemeden hiçbir şeyin gerçekliğine ulaşılamaz; Budizm'in kurucusu Gautama Buddha da bize bunu tavsiye eder, kendi yaşantınla dene der yani dogmatik olma!.. Dene ve gör ya da dene ve göç!.. :)


Bu arada benim hortumlu su torbası dediğim şeyleri Camelback denen sırt çantalarında daha çok bisikletçiler kullanmaktadırlar. Bunların 3 litreliklerini almak mantıklı geldi bana, çünkü 3 litreliğe 1 litre su da koyabilirsiniz ama 1 litreliğe 3 koyamazsınız! :) Yazın bu torbaların içine buz da atılabilir; hatta çiğ yumurta bile kırılabilir diyeceğim ama pek tavsiye etmem!.. :)


Bugün sonuç ne oldu? Hortumu aldım, içime çektim, hiçbir şey gelmedi. Meğerse silikon ağızlığı hafifçe ısırmak gerekiyormuş; silikonlu şeyleri esasen hiç sevmem, ağızlıkta da plastiksi bir tat var. 1-2 saat kullandıktan sonra hortumdaki su dondu!.. Müslüm hoca bunların kış için uygun olmadıklarını, Yahya hocamınki gibi izoleli hortumu olsa bile ciddi soğuklarda donacaklarını ve hatta patlayacaklarını, bahardan itibaren kullanılmaları gerektiğini anlattı. Kendisininki de vakti zamanında donmuş, patlamış. Kış için termos ve matara öneriyor. Ben şunun farkına vardım ki suyu emdikten sonra eğer hortumdaki suyu geri üfleseydim hortumda su kalmayacak ve donmayacaktı. Bir hata da ılık su koymakla yaptım; ılık-üstü, sıcağa yakın su koymak gerekirmiş soğuk havalarda. Bu benim ilk tecrübemdi ve de olayı kavradım, gerekli düzeltmeyi en kısa sürede yapacağım. İnsan doğru yolda hızlı bir şekilde hızlı düzeltmeler yaparak ilerleyebilir. Bir zamanlar pek hoş bir çizgi film vardı: "Hop hop hop, değiş tonton," derdi, kahraman farklı bir biçime girerdi, yani çözümler hızlı ve etkin bir şekilde bulunurdu!.. Değişimi hızlı yapınca sorunlar da hızlı çözülürler.


Aşağıda etkinlik sonrası soğutma hareketleri görülmektedir.





Ben bu sabah suya limon suyu ve tuz kattım; bir de Faruk'un tavsiyesi aklıma geldi, şeker de ilave et demişti ama tadı bozar diye koymadım. Malzeme olaylarını bu yazıyı okuyanlara da yararlı olabileceği için yazıyorum. Bu bağlamda aldığım 2 su matarasından da bahsedeyim. Bunlar bir Amerikan markası olan Marmot su mataraları. 1 litrelik; üzerlerinde ölçekler var; geniş ağızlı olduklarından içine meyve ya da çorba bile konabilir. Çok sertler ve de içlerine 100 derecelik kaynar su bile rahatça konabilir (ama ben koymam şahsen!) Bunlardan bir tane de arabaya aldım, pet şişelerden daha iyiler ve ayrıca çevreciler. Çevreci olmak zorundayız, yoksa gelecek kuşakları bırakın kendimize bile güzel bir çevre bırakamayacağız!.. Ülkealandaki K2 mağazasından 25 TL'ye aldım bu mataraları; 30'du, 5 liralık bir indirim yaptı. Uzun yıllar kullanabileceğimi düşünüyorum.


Aşağıda Yahya hocam zirvede görülmektedir.




Cumartesi Ankara'da pırıl pırıl bir güneş vardı, ama soğuktu. Araba yıkama yerlerinde kuyruklar oluşmuştu çünkü günlerden beri ilk kez açık ve kuru bir hava vardı; ben 1.5 saat yıkatma için bekledim!.. Ankara'dan sabah 7.45'te CHP önünden Yahya hocamla minibüse bindik. Bu haftaki etkinliğe 7 kişi katıldı; bu hafta bayan katılımcı yoktu; önceki kadrolardan hastalananlar olmuş, herhalde ayakları ıslandığından şifayı kapmışlar!.. Ben önden 4. sıraya oturdum, herkese bol bol yer vardı!.. Kızılcahamam'da her zamanki mola yeri olan Mevlana'da durmadık, doğruca Işık Dağı Soğuksu Dinlenme Tesislerine gidip orada simitle çay içtik; kahvehaneci adam bu sene hiç kar yok dedi, ama yanılıyordu, daha doğrusu önceki senelere göre daha az kar var demek istiyordu adam!..




Kızılcahamam'ı 3 Km kadar geçince sağa doğru giden bir yol vardır; bu yol, Çankırı'nın bir kazası olan Çerkeş ayrımıdır. Bu ayrıma Sey hamamı ayrımı da denir. Buradan kıvrımlı bir yoldan yukarı çıkınca bu dinlenme tesislerine gelinir. Ankara'dan 110 Km uzaklıktadır, oldukça yakındır yani. Çaylarımızı içtikten sonra yola devam ederek 3 Km sonraki Işık Dağı sapağında durduk. Işık Dağı sadece Kızılcahamam'da yok. Akdeniz'de de bir tane var. Oradaki bundan 900 metre daha yüksektir.


Bizim gideceğimiz dağın bir kötü yanı zirvede vericilerin ve bir de bir telsiz binasının olmasıydı. Yani bu dağa giden bir ticari yol da var!.. Yazın bu bölgede piknikçiler sık sık yangın çıkardıkları için yangın gözetleme kulesine de sık sık iş düşer!.. Elbette kışın buralarda tek tük dağcı/kampçıların dışında kimsecikler olmaz. Burada bir de Taşpınar Kanyonu denilen bir yer var. Ben burayı henüz görmedim ama görülmeye değecek bir yer sanırım. Kanyonlar ve Kanyon geçişleri benim doğa aktivitelerinde en çok sevdiğim yerlerin ve işlerin başında gelir. Salın yaylası devamında yer alıyor bu bahsettiğim kanyon, Beşkonak köyüne kadar uzanıyor. Dere tabanlarında yapılan trekkingler dağ tırmanışları kadar zevklidir. Havanın özellikle sıcak olduğu zamanlarda kanyon geçişleri çok isabetli seçimler olur. Çerkeş Taşpınar Kanyon yürüyüşü olursa gitmeyi isterim. Tabii bu kanyon ne kadar derin, ne kadar dardır hiçbir fikrim yok ama bir kanyon ne kadar derin ve dar olursa o kadar güzel ve esrarengiz olur. Yol boyunca Belpınar Köyü sucukları levhaları da gördük ve biraz acıktık, yani ben acıktım!..




Sapak karlı olduğundan Ahmet bey minibüsle girmedi. Yol kenarında inip saat 10.00 gibi yürüyüşe başladık. Sıcaklık -4 dereceydi; yükseldikçe düşmeye başladı. Kuzeybatı rotasında toplam 6 saat kadar sürecek yüksek performans ya da mukavemet gerektiren zorlu, ama zevkli ve doyurucu bir ""derin kar yürüyüşü" oldu. Bu seneki en sıkı yürüyüş olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. ADKK Dağcılık Kaptanı Müslüm Öndeş önde karda izi açmaya başladı. Bir dere geçtik. Yukarı doğru hafif tırmanış başladı. Hedefimiz öncelikle Şehitler Çeşmesi'ydi.



Yol boyunca rüyamsı kar manzaraları başladı ve Yahya hocam meşhur sloganı olan "Yaw arkadaşlar, iyi ki gelmişiz, iyi ki geldiniz, iyi ki beraberiz" cümlesini söylemeye başladı ve değişik zamanlarda herkes bunu söyledi. Zaman zaman güneş açıyor, kar kristallerinde harika yansımalar yapıyordu; yayla geçişlerimizde ufka bakarken gözümüze sanki binlerce inci tanesi yerlere saçılmış gibi görünüyorlardı. Doğanın hazineleri, adeta bize kendilerini göstermek için çırpınıyorlardı, güzellikleriyle göz kırpıyorlardı.




Müslüm hocanın fotoğraf makinesi sanırım Zigana'da soğuktan arızalanmıştı; fotoğraflar için benim makine kullanıldı. Bir de Kubilay beyin makinesi vardı. Zaman zaman çok kısa su ve "incelip-kalınlaşma" molaları verdik. Kuşburunları donmuş ve sertleşmişlerdi. Soldaki ticari yolda birileri biraz yürümüş sonra geri dönmüşlerdi. Zirveye doğru yol alan bizden başka hiçbir grup yoktu. Ayrıcalıklı bir şekilde yol alıyorduk; herkes uyumluydu ve neşeliydi; en zor anlarda bile espriler yapılabiliyordu; benim sevdiğim bir davranış biçimidir bu, ve harmoni, doğal bir uyumluluk her alanda huzurun da kaynağıdır.




Yol boyunca gördüğümüz ilk çeşme neredeyse karların altında kalmıştı. Şehitler Çeşmesi'ne de yaklaşıyorduk. Ekip düzeninde yürüyüş yapılıyordu.


Uzaktan çeşme göründü. Çeşmenin Türk bayrağı rüzgardan zaman içinde yırtılmıştı.





Bu bayrak en azından 2-3 yıllık bir bayraktı ve eskiydi. Yahya hocam çantasından gıpgıcır bir Türk bayrağı çıkardı ve bunu değiştirelim dedi. Önce Mustafa bey bayrak için uğraştı. Sonra Müslüm bey de eldivenleri çıkarıp -5 civarında olan havada çıplak elle 15 dakika kadar bayrağın oraya takılması için uğraştı ve sonuçta en yukarıdan ikinci fotoğraf elde edildi!.. Artık istikamet Işık Dağı'ydı ve gerçek dağcılık, daha doğrusu ona yaklaşan bir aktivite başlıyordu. Işık Dağı'nın ormanları zirveye oldukça yakınlardı.



Yarım saatlik bir yükselmeden sonra aşağı indik; feci bir rüzgarın estiği boğazdan geçtik; buradaki sert rüzgar kurşun gibi insanı deliyordu; sanki birileri uzaktan ok fırlatıyorlardı, kızılderililer değil de rüzgarderililer ok atıyorlardı; o nedenle bu boğazı neredeyse koştura koştura geçtik. Buradan geçişe hazırlıksız da yakalandık sayılır, özellikle Tevfik bey "donduk" dedi, sadece tek katmanla geçiş yaptı buradan. Kendisi de bir damat adayı ve yakında evlenecek. Bu vesileyle ona huzurlu ve mutlu bir evlilik hayatı diliyorum ve tebrik ediyorum.


Yolda Müslüm bey ağaçlardaki karlardan su ihtiyacını dondurma yer gibi temin etti!.. Cebinden öğütülmüş fındık çıkarıp kar dondurmasının üzerine serpseydi şaşırmayacaktım! :)



Kar giderek derinleşmekteydi. Durum gerçek manada nasıldı derseniz aşağıdaki fotoğraf her şeyi anlatmaktadır. Bu fotoğraftakinden çok daha derin yerler vardı.




Ben çok kısa bir soluklanma molasından yararlanıp çaktırmadan öne geçerek kar izi açmaya başladım. Bu benim en çok sevdiğim, her zaman gönüllü talip olduğum şeylerden biridir ve sevdiğim şeyleri yapmayı her zaman isterim. 80 derecelik bu tırmanış etabı yürüyüşün en zorlu ve aynı zamanda en zevkli bölümüydü.


1. zorlu bölümde ben kar izi açtım; 2. ve daha zorlu olan bölümde de zirveye kadar Müslüm hoca iz açtı. Ben bir ara göğüs hizama kadar kara battım. Buralardan çıkmak hiç de kolay olmuyor. Sağa sola doğru 10-15 kadar darbe vurup yeri genişletip, sonra etraftaki karları aşağı hızla yığarak çıkabiliyor ancak insan. Bir ara batonumu batırdığım yerde batonum dibe değmedi, ki ben batonumu en yükseğe ayarlamıştım. Bu etapta Kubilay beyin batonu da göçtü!.. 10 liraya aldığı bir batondu bu. Ben de onu K2 mağazasında görüp beğenmiştim!.. Batonun ucunda lambası var, pusulası var, baston gibi sapı var, ama cidden uyduruk bir şey!.. Kubilay beyin aslı batonları sanırım evde kalmış. Malzemede imkan varsa en iyisini almaya çalışmak gerek. Benim son aldığım pek çok malzemeden memnun kaldım; La Sportiva ayakkabım su almadı, Alpinist tozluğum gayet iyi, High Mountain pantolonum çok iyi, ama yağmurluk ve dış katman kesin lazım. Lafuma eldivenime 105 vermiştim, içi hiç ıslanmadı ama baya üşüttü, her zaman fazla para bayılmak çözüm de üretmiyor; doğru marka ve modeli bulmak gerek. Parmaklarım baya dondu!.. Ancak inişte ısındılar.



Bu etap epeyce bir "güç tüketici" ve yorucu oldu. Yukarıdaki fotoğrafta Müslüm bey 4x4'lük Bestard marka ayakkabılarıyla zirveye doğru kara gömülerek kararlılıkla ilerlerken görülmektedir. Bu son 150 metrelik kısımdı. Bazen bir kaç dakikada ancak 1 metre ilerleyebiliyorduk. Daha önceki yıllarda kar bundan da fazla olduğundan bu aylarda hiç zirve yapılamamış; bugün zirve bize nasip oldu. Ankara'dan ADKK dışında başka hiçbir grup da bu zorlu etabı bu mevsimde ve bu kar derinliğinde yapmamış sanırım. Bizim çıktığımız yer Işık Dağı'nın en dik yeriydi. Orman içinden çıkmak zorundaydık çünkü şiddetli bir rüzgar vardı. Zirvede hava sıcaklığı -15 dereceye kadar düştü; tozlukların kenarları dondu. Aşağıdaki fotoğraf ise ekibin zirveye son 50 metre kalaki anında çekildi. Bu fotoğrafları çekerken eldivenimi çıkardığımda ellerim baya bir donuyordu!..



Buz gibi bir rüzgar vardı. Dağcının gerçekten de müthiş düşmanıdır rüzgar. O rüzgarda 1-2 saat kalsa insan kalıplaşabilir! :) Zaten verici direklerinde muhteşem donma olayları, harika bir görsellik vardı. Bunların resimleri benim Picasa Albümlerimde mevcuttur. Zirvede fazla durmadan fotoğraflar çektirip inişe geçtik. İnişte saat 14.30 gibi ana yemek molasını verdik. Ben yol boyunca "Keşke Ezo Gelin çorba olsa da içsek" diyordum. Mustafa beyin,"İsteyene Ezo Gelin Çorbası verebilirim!" demesine şaşırdım ve sevindim. Herhalde Tanrı'nın iyi bir kuluyum ki dağ başında çorba derken bir anda sürpriz bir şekilde karşıma çıktı. :):) Bir dahaki sefere başka bir dilekte bulunayım. Mustafa beye ikramdan dolayı teşekkür ediyorum. Daha önce de siyah üzüm ve ceviz ikram etmişti. Bir şey daha aklıma geldi. Mürsel beyin İPhone cebiyle onun fotoğrafını çekerken ince eldivenle birkaç kez ekrana bastım çalışmadı, çıplak elle ekrana dokununca çalıştı; bu da ilginçti; ısıya duyarlı mıdır nedir bu iphone denen alet!.. Ana yemek molasında Yahya hocamın portakallı kekleri de güzel gitti.


Yeniden yola çıktık ve saat 16.00 gibi Işık dağı sapağına ulaştık. Müslüm bey yolu uzatalım mı dedi, hiç kimseden ses çıkmadı! :) Sabahki dinlenme tesislerine gittik, sobanın etrafında çay içtik, simit yedik, biraz maça baktık; ben patatesli pide ekmeği yedim. Buranın simitleri de araba direksiyonları kadar büyüktü. Yahya hocam kahvehanedeki insanlara bakarak büyük bir içtenlikle "Yaw arkadaş, memleketimin insanlarını seviyorum ya," dedi. Sık sık otobüsler geliyor ve bir anda kalabalıklar bazlama ekmeklerini kapış kapış alıyorlardı. Ben de eve 3 tane aldım; sabah tereyağ ve balla yemeyi hayal ediyorum! :) Açım, gerçekten açım!.. Cevizli kabak tatlısı olsa şimdi...


Güzel bir etkinlikti. Rehberimiz Müslüm hocayı ve ekipteki arkadaşları kutlarım. Yazımı yine güzel bir müzikle noktalayayım. Dünyanın en güzel filmlerinden biri olan Dr. Zhivago filminin müziklerindendir: Lara's Theme. Bu filmde Dr. Zhivago zaman zaman daldığında bu müzik çalar; mesela kar tanelerine bakarken çalar; büyülü bir müziktir ve doğadayken benim zihnimde sık sık çalar, değişik yazılarımda da bu müziği sıkça veririm.





Bir de Ferdi Tayfur'dan bir arabesk, Bağbozumu:):)


Bir Bağbozumuydu gidişin...


sensizlik çöküverdi...



http://videoizle.video75.com/7VdlgfjuLTp/v-ferdi-tayfur--bag-bozumu-v-by/




Mehmet Murat ildan