Sunday, June 13, 2010

Hasan Dağı Zirve Çıkışı



2010 yılının 12-13 Haziran günleri arasında Ankara Dağcılık Kulübü'nün "Hasan Dağı Zirve Çıkışı" etkinliğine katıldım. Birazdan, bu etkinlikten aklımda kalanları bloglarımda değerli okuyucuyla paylaşacağım.


Etkinlik biraz sürpriz oldu. Google gruptaki duyurusu 10 Haziran'da yapıldı ve hızlı bir hazırlanma sürecinden sonra etkinliğe katıldık. Kışın Hasan Dağı'na bir trekking yapmış, 2500'lerden ve hatta büyük ihtimalle çok daha da aşağıdan, kar, tipi, sert rüzgar ve el donması nedeniyle geri dönmüştük. O zaman zaten eldeki malzemelerle zirve çıkışı yapmak da pek mümkün değildi ya da aşırı riskli olurdu.


Bu dağın yüksekliği 3268 metre. Gerçi Olcay'ın saati sanırım 3270 civarında bir şey gösteriyordu zirvede. Niğde Aksaray il sınırı üzerinde bulunuyor bu volkanik dağ. İç Anadolu'da 3917 metrelik Erciyes Dağı'ndan sonraki en yüksek volkanik dağdır; zirveye baktığınızda ikiz yapı görülür; iki zirvesi vardır yani; tipik bir volkanik konik yapıya sahiptir. Yukarıdan bakıldığında Aksaray ovası, Obruk platosu ve Bor ovası görülür. Sanki sonsuz uzunluktaki dümdüz bir tepsiden yukarı doğru büyük bir kabarma olmuştur. Dağın etekleri diyebileceğimiz yerlerde yaylacılık faaliyeti yapan çok sayıda kişiye rastladık; köylüler bu alanın pek çok yerini kaplamışlardı.





Etkinliğe toplam 7 kişi katıldı; çoğu kişinin işleri vardı; Ülkü'nün finalleri, Nazım hocanın kızının düğünü, Yahya hocanın Amerika seyahati v.s. ; yaşam, bir takım işlerle böyle yuvarlanarak geçiyordu. Cumartesi saat 11.00'da Kulüp binasında buluştuk; gerçi ben sabırsız biri olarak 10.30'da oradaydım!.. 7 kişinin sadece 1 günlük malzemelerini apartman katının girişine yığdığımızda sanki 50 kişi 50 günlüğüne bir ekspedisyona gidiyormuşçasına kalabalık bir malzeme görüntüsü oluştu. Yandaki marketten eksik kalan şeyleri de aldık. Artvinli Ahmet bey yönetimindeki minibüsle yola çıktık. İlk durağımız Tuz Gölü seyir alanıydı. Burada tuzla ilintili pek çok eşya satılmaktadır. Tuz Gölü minerallerinden yapılma ayak bakım kremleri bile vardır. Ayakkabıları çıkarıp Tuz Gölünün sıcak sularında yürüdük. Bu gölün üzerinde onlarca metre yürüyebilirsiniz. Ayak yıkama yerleri de yapılmış. Yürüyüş sonrası ayrıntılar bir şekilde düşünülmüş.



Yolculuğumuz Aksaray'a doğru devam etti; Şereflikoçhisar'dan geçerken Tahsin hocayı hatırlayarak ona telefon açıldı. Acıkmalar başladı; özellikle benim "Acıktım, açım" sözlerimle birlikte Faruk, Aksaray'daki meşhur pideciden bahsetti ve oraya gitmeye karar verdik; önceki plan olan Aksaray Ağaçlı tesisleri iptal oldu. Buraya, yani bu pideciye Vali gibi bürokratlar da gelirmiş. Pidecinin ismi "Kurtuluş Börek Salonu." Galiba o civarlarda pideye börek diyorlarmış. Pideler geldi; tabaklar çok küçüktü, porsiyon da azdı; ama pideyi yer yemez o porsiyonun da çok olduğunu hemen anladım!.. Kuzu etinden yapılmıştı; kaptan Ahmet bey kuzu işini pek sevmese de yedi!.. Pideler müthiş yağlıydı; herhalde 6 aylık yağ ihtiyacımız karşılandı!.. Ben, pideden yağ damlayınca iştahım hemen kaçar; ama açlıktan dolayı hepsini yedim!.. Bir de içinde çökelek peyniri olan başka bir kapalı pide ya da börek geldi; bunun da üzerine şerbet dökülerek yeniyormuş!.. Sürahiler vardı ve içleri şerbet doluydu. Tabii, bir Elazığlı olarak küçükken şekerli-peynirli pide çok yemiştim ama artık o günler geride kaldı; tatlıyla tuzluyu bir arada yemiyorum!.. Şule ve Jale de yemekten pek hazzetmediler, ama ekipte tabağı silip süpürenler oldu; Faruk onlardan biriydi. Müslüm hoca da pideyi beğendi ve hatta başka pideleri de yedi. Kubilay da Elazığlı olduğundan şerbet işini beğendi sanırım.



Aksaray'dan sonraki durağımız Hasan Dağı Kayak Merkezi'ydi. Buranın kışın çekilmiş bir fotoğrafını yukarıya aktardım. Buraya gitmek için Aksaray'dan öncelikle Sağlık'a gidilir, sonra sırasıyla Akhisar, Karaören ve Karkın beldeleri vardır, onlar geçilir. Helvadere'ye ulaşılır. Yolu bilmiyorsanız pek çok kez sormak gerekir, çünkü her yeri Mobese kameralarıyla donatılmış yerlerden geçseniz de basit yol levhaları bile pek yoktur; genel görünüm fakirlik, az gelişmişlik, organizasyonsuzluktur; zekanın, takdir edilecek o ihtişamlı izlerine neredeyse hiç rastlanmaz; laubali ve ciddiyetsiz, uyuşmuş ve mayışmış bir görünüm vardır. Helvadere'den sonra yol dikleşir. 8 kilometrelik dağ yolundan sonra Karbeyaz otele ulaşılır.


Aksaray'la otel arası yaklaşık 30 kilometredir. Bu otelin açık olduğunu pek gören olmamıştır!.. Sağında solunda hayvan sürülerinin olduğu bir ortamda elbette turistik bir otel de olmaz!.. Ankara-Hasan Dağı arası yaklaşık 4-5 saat sürer; yollar bozuktur; Konya ve Adana'ya da giden bu bozuk yol monotondur, uyutur, neredeyse hiç viraj yoktur, tek manzarası Tuz Gölü'dür; onun harika kızıllığıdır, onun yer yer morluğu, güneşin tuzlu sulardaki enfes yansımalarıdır. Yol boyunca pek çok yırtıcı kuşa rastlanır; leylekler özgürce yol üzerinde uçar, tarlalara doğru özlemle, Concorde uçakları gibi süzülürler. Kaba kamyonlar ve zarif kuşlar yolculuk boyunca hep tezatlıklar yaratmışlardır.

Yolun bir noktasında meşhur Ihlara Vadisi'ne de yaklaşılır; gidilmek istense 20 kilometre kadar uzaklıktadır. Bu vadiyi oluşturan da Erciyes'le birlikte Hasan Dağı'dır zaten. Volkanların lavları gelmiş, sonra da Melendiz çayı, bir başka isimle Kapadokya ırmağı buralardan akarak kanyonu oluşturmuştur. Bazı felaketler sonsuz güzellikler de yaratabilirler, ki yanardağlar böyledir.

18 odalı ama cansız ve ölü olan bu otelin yakınlarına kamp attık; 8 kazıklı 3 pollü Nevada ve Lafuma çadırlarımızı imece usulüyle kurduk. Esasen otelin 100 metre yukarısına kamp kuruluyormuş, ama orada sürüler vardı, o yüzden otelin yanındaki düzlüğe kurduk; bir de aşağıda Süt kilisesi yakınlarındaki alan da kamp için kullanılıyormuş. Bizim kamp alanı rüzgar alan bir yerdi ama ilk gün pek rüzgar yoktu. Bu bölge, Melendiz Dağları bölgesidir. Bunlar volkanik dağ gruplarıdır ve Hasan dağı ya da türküdeki ismiyle "Haşan Dağı" bu gruptaki en yüksek olandır. 1900 yıl kadar önce bu dağ aktifmiş. Ağrı, Süphan, Nemrut, Erciyes gibi uyuyan dağlar gibi bu da bir gün yeniden faaliyete geçebilir ve geçecektir. Yol boyunca ben bunun hayalini kurdum; en azından biz oradayken bir kez homurdasa dedim, yalnızca bir kez, sadece homurdanma, öksürme ya da hapşırma değil!.. Yazın bu dağ sevimsizdir ve dağcılar genellikle bu dağa kışın eğitim amaçlı olarak tırmanırlar. Çift tepeli bu volkanın kamp alanlarında su kaynakları yetersizdir.


Uzaklardan dağın eteklerinde kurulu pek çok çadır gördük; önce bunları yaylacıların çadırları diye düşündük ama sonra rengarenk oluşlarından başka dağcıların da orada oldukları kanaatine vardık ve yanılmadık. Yukarı doğru minibüsle çıkarken ağaçta duran kocaman bir şahin de gördük. Aksaray'dan itibaren ben aracın içinden dağın çeşitli fotoğraflarını çektim. Şu anda Picasa'da genel bir sorun var sanırım; düzelince fotoğrafları yükleyeceğim.



Kamp alanında Müslüm hocanın epeyce bir tanıdıkları çıktı. Yanılmıyorsam ya da aklımda doğru kalmışsa bunlardan biri 50'li yılların lider ve yıldız dağcılarından Muzaffer Erol Gez'di; Erciyes'e 100'e yakın tırmanış gerçekleştirmiş, Ağrı'ya 27 kez çıkmış bir dağcı. Bu da ilginç çünkü ben mesela Hasan Dağı'na bir daha kesinlikle çıkmam; yine de büyük konuşmuş olmayayım ama olay biraz tekrara girer gibi geliyor bana. Ama tabii Erol beyi takdir etmek gerek; 70 yaşın epeyce üzerinde olmasına rağmen halen dağcılık yapmaktadır. Ayrıca Türkiye Dağcılık tarihine baktığımızda Ağrı gibi dağlarımıza ilk çıkanların Almanlar olduklarını görerek Türk dağcılarının kayıtlı tırmanışlarının önemini de daha iyi kavrayabiliriz. Evet, bu mesele önemli, yani yapılan işleri kayda geçirme meselesi çok önemli!.. Belki Büyük Ağrı'ya o yöreden bir Türk ya da birden fazla Türk tırmanış yapmıştır ama kayıtlara geçmediğinden ne hatırlanır ne de dağcılık kitaplarında yer alır. Bizim dağcılık sporumuzun başlangıcı bile 1900'lu yılların altına inmez. Erol beyle ilgili bilgi edinmek isteyenler için değişik kitaplar mevcuttur; Ağrı zirvesinde 3 gün kalarak kırdıkları rekor halen kırılmamıştır!.. Burada yüksek irtifanın insan fizyolojisine etkilerini tıbbi olarak incelemişlerdir.

Bizim kamp kurduğumuz düzlükte herhalde 30'dan fazla dağcı vardı; rakılar bile içilmekteydi; galiba rakıcılar sadece kamp keyfi için oradaydılar. Mersin'den gelenler bile vardı; bunlar Mersin Dağcılık Kulübü MERDAK üyeleriydi. Çadırları kurduktan sonra Aksaray ovasına ve Helvadere göletine hakim olan kayalık bir yükseltiye semaveri çıkardık. Semaverin bacasından çıkanlar zaman zaman bana lokomotifleri hatırlattı. Burada biraz rüzgar da yedik ama sıcak çay keyfine değdi.



Bu bölümde pek çok fotoğraf çekildi; güneşin batışı izlendi. Güneş, dünyanın başka yerlerini ısıtmak üzere buradan ayrıldı, bize, alevli elleriyle hoşça kal dedi, daha doğrusu o bize hiçbir şey söylemedi; biz, zihnimizde onun adına konuştuk, bir oyun yazarı gibi onu biz konuşturduk; hava serinledi; 4 Çeker ekibinin 3 çeker bölümü olarak haşlanmış patates, domates çorbası, tahin helvası, muz, elma tarzı şeyler yedik. Komşu çadırda Müslüm hoca makarna yaptı. Çadırlar birbirlerine oldukça yakın kuruldular. Akşama doğru Olcay da kendi özel aracıyla gelerek bize katıldı ama çadır kurmadı, akşam arabada yattı.

2000 metrelik bu düzlük iyice karanlığa gömüldü; çok uzaklarda Aksaray'ın ışıkları görünüyordu ve bu da bir derece "ışık kirliliği" yaratıyordu. 1 saat kadar dışarıda oturduk; gökleri seyrettik; ilk yıldız kaymasını Kubilay gördü; sonrakini ben gördüm. Bu arada pek çok uydu gördük. Akşam 9 civarlarıydı. Gökkubbenin altında semayı izlemenin insanda uyandırdığı hayranlığı ve şaşkınlığı yaşadık; şaşkınlığı yaratan şey kainatin boyutlarıydı, bizim minnacıklığımızdı; bütün bu minnacıklığımıza rağmen egolarımızın, kibrimizin bu evrenden çok daha büyük boyutlarda olduğunu da düşündük. Bu dağa bile, bizim dağlara olan sevgimizin dışındaki bir gücün, derinlerimizdeki egomuzun fısıltılarıyla, bir şeylere meydan okumanın derinlerimizdeki itici gücüyle gelmiştik sanırım.


Akşam 10 gibi tırmanışa geçelim, krater bölgesindeki çanakta çadır kuralım, sabaha kadar çadırda sohbet edelim, güneşin doğuşunu izleyip inişe geçelim görüşü ortaya çıktı; sanırım benden başka herkes buna ikna oluyor gibiydi. Doğrusu bu tip işlerde yani macera olayında genelde ben öne atılanlardan, dolduruşa getirenlerden, teşvik edicilerden olurum ama bu kez, belki de midemin pek rahat olmamasından zirve çıkışına sabah başlanmasından yanaydım, gerçi karar alınsaydı uyardım ben de. Bu yeni gelişen plandan, uykusuz kalınacağı ve de uykusuzluğun dönüşte kazalara yol açabileceğine karar verilip vazgeçildi. 10.30 gibi herhalde ben yatağa girdim; yatak dediğim, kaz tüyü kefen!.. Yine de haksızlık veyahut nankörlük yapmayayım, Marmot uyku tulumumdan çok memnunum.


Dedegöl dağındakinden farklı bir gürültü yapısı vardı burada. Uzun bir süre, uzak çadırlarda sohbet edenlerden bir kadının keskin kahkahaları bizi uyutmadı; sonrasında yakındaki çoban köpeği havlamaları ve de eşek anırtıları uykuyu engelledi. Ben galiba 1 saat kadar uyuyabildim ancak, gerçi ondan da emin değilim. Eşekler bazen sürü halinde anırıyorlardı; garip kuş ötüşleri duyuldu; yan çadırda biri sağa sola dönse bile duyulabiliyordu. Sabah 1 gibi başka sesler duymaya başladım ve Müslüm hocanın kalktığını düşündüm. 1.07'de çadır fermuarlarının o meşhur seslerini çıkararak çadırı açıp başımı dışarı uzattım, Müslüm hoca zirve için semaverin altını yakmıştı bile, su ısıtıyordu; hoş bir serinlik ve ot kokusu vardı; yıldızlar çoğalmıştı. Sonra teker teker herkes kalktı. Kahvaltıda çok şey karıştırdım ve midem bundan pek hoşlanmadı. Sabah 2.50'de çadırlardan uzaklaşmaya başlamıştık bile. Durgun bir hava vardı ve sıcak sayılırdı.


Ben bu kez birkaç hata yaptım; boyun bağımı başıma geçirdim sonra kaskı taktım ama herhalde psikolojik olarak boynum fazla korunmasız kaldı şeklinde düşündüm, üşüyor gibi hissettim. Sonra marmot kış beremi giydim, bu kez de güneş doğduğunda kaskın içinde kafam pişti, çıkarmaya üşendim!.. Uzaklarda bir ışık görüyorduk; belirli aralıklarla yanıp sönüyordu sanki. Işığa ulaştığımızda şaşırdık; bir denizaltı emekli askerdi bu kişi. Tek başına yolu da pek bilmeden dağa tırmanıyordu Atilla bey; 66 yaşındaymış ama kesinlikle hiç göstermiyordu. Mersin'den gelen Atilla bey yavaş ilerliyordu. Onu geçip yukarılara tırmandık; ışık çok gerilerimizde kaldı. Doğrusu yaptığı şey bir cesaret gerektiriyordu.


Her dağın çok çeşitli tırmanış rotaları olur; klasik rota uzundur ama fazla yormaz ve riski daha azdır. Büyük Hasan Dağı 3268, ziyaretçi defterinin bulunduğu küçüğü de 3235 metredir. Biz, her ikisine de tırmandık, 2 zirve yaptık, başarılı bir tırmanıştı!.. Tırmanış öncesi 6-8 saat arası uyumak elbette verimi atırırdı ama artık bu kadarlık uykuyla idare edilecekti. Sabah 2.50'de yola çıkan ilk ekiptik biz. Hava puslu ve Doğu yönü biraz bulutlu olduğundan güneşin doğuşunu göremedik ama ilerleyen zamanda Nazım hocanın "Yangınlı Ufuklarını" gördük. Bu dağda eteklere gelinceye kadar eğim 45 dereceyi bulmaz; yumuşak otlar, dikenli gevenler vardır, basamak gibi yükselirsiniz, ama sonra taşlar, kayalar başlar, rota dikleşir, 70 dereceleri geçer, zemin çirkinleşir. Bazen 300-400 kiloluk dev kayaların üzerine basarsınız ve bunlar oynar, şaşırırsınız; öyle bir açıda dururlar ki siz 60 kiloluk bir ağırlıkla bu devasa taşları oynatırsınız.

Ben, bu etkinlikte kendi performansımı pek beğenmedim; burnumda sağdan pek rahat nefes alamam, sağdan nefes alışım %30'dur genelde, herhalde küçük bir deviasyon var, soldaki de havadan dolayı burnum akınca kapandı ve nefes almak daha zorlaştı. Buna midemin rahat olmayışı eklenince itiraf etmem gerekirse yoruldum; çıkıştan ziyade inişte yoruldum; zaten çıkışlar bana her zaman daha kolay gelmiştir. Dönüşte minibüste herkesteki uyku ve uyuklama durumundan ekibin de bu 10 saatlik iniş çıkıştan yorulduklarını söyleyebilirim; yalnızca yorulma derecelerinde kondisyona göre farklılıklar vardı; kondisyonu iyi olan daha canlıydı.


Bu yorulma işlerinde fiziksel ve psikolojik eşikler vardır. Bazen fiziksel sınıra gelirsiniz, işte burada psikolojik güç devreye girer ve vücudu o taşır; bir ara Şule'nin ayağında bir sorun oluştu, dışarı pek yansıtmadı ama acı veriyordu sanırım; buralarda psikolojik güç tıpkı uçaklardaki otomatik pilot gibi kontrolü alır, acıya rağmen bedeni irade gücüyle bir şekilde ilerletir.


Kafa lambalarımız sönüp de dağı bütünüyle gördüğümüzde bana pek sevimli bir dağ gibi gelmemişti; sanki Mars'taki, Jüpiter'deki o kuru dağlardan hiçbir farkı yoktu. Bizim geçtiğimiz yerlerden başkalarının geçmediklerini ve onların klasik rotadan çıktıklarını görüyorduk. 2800'lerde bile kırlangıçlar etrafta uçup duruyorlardı ve çok sayıda uğur böceğine de rastlıyorduk. Biz kamptan ayrılıp sola doğru yükselmeye başladık. Seslerimizi duyan köpekler havlıyorlardı. Orta kulvardan çıktık. Burası bir kar kulvarıydı. Ayakkabıyla sertçe vurduğunuzda iz açılabilen kar kulvarları başlangıçlarından birinin fotoğrafını aşağıya ekledim.

Klasik rotalar dikliği en az olan, göreceli olarak daha kolay olan ve bu yüzden de daha az yıpratıcı, daha az riskli, daha uzun olan rotalardır ama bizim rotamız farklıydı ve dikçeydi. Hasan Dağı'nın klasik rotası doğu rotasıdır, bir çarşak çıkış rotasıdır bu ve de doğrudan, bir zamanlar bir göl barındıran zirve çanağı dediğimiz yere çıkar. Kuzey rotası dik ama kısadır. İster doğu rotası olsun isterse kuzey rotası, sonuçta Hasan dedenin mezarının olduğu sırta gelinir. Bu sırt 3200 metre yüksekliktedir.


Doğrusu kar rotalarını hiç sevmiyorum; bu etkinlikte herhalde Hasan Dağı'nda ne kadar kar kulvarı varsa geçtik gibi geldi bana!.. Dik geçişler nispeten daha iyiydi; Müslüm hoca önden 4x4'lerle iz açıyordu, karlar etrafa fırlıyorlar, bazen üzerimize gelip ensemizden içeri dalıyorlardı; çıkışta derin ve iyi basamaklar oluştu; Olcay da benim gibi bu karda kayma riski olayını hiç sevmiyordu. Bir ara bağlamalı kramponunu giydi; ama krampon ters döndü, sonra kramponu kapatamadı, yaklaşık 15 dakika kadar dik bir yamaçta hareketsiz bekledik ve tırmanışa devam ettik. Bu kısımlarda ayaklar üşüdü. Aşağısı, Yahya hocanın hiç de sevmeyeceği bir diklikteydi ve yine Yahya hoca deyimiyle "tırsıtıcıydı!" İpli emniyet almadık; kar yumuşakçaydı, ama kayıp da durmak için bir çaba gösterilmezse epeyce bir süre gidilirdi aşağıya! Olcay bir ara 4 metre kadar kontrollü olarak kaydı; dönüşte benim de aşağıya doğru 2 metrelik bir kayışım oldu; bir kayış anım, bir kayış hatıram olsun istedim herhalde!.. Yan kar geçişlerinden biriydi bu. 2008 yılında Müslüm hocanın fotoğraf makinesinin aşağıya uçtuğu yerden herhalde yarım saat kadar ötede bir yerdi benim kaydığım yer; bu arada o makine de sonradan bulunmuş!..


Aslında ben, dağı bırakalım, Kızılay'da bile Kışın hafif kaygan zeminlerde kayma olayına fazlaca gıcık oluyorum. Bu etkinlikte de özellikle kar kulvarı yan geçişlerinde "Hay lanet yine kar" dediğim çok oldu. Galiba zihnimde ayağımın kaymasına karşı güçlü bir direnç var; Olcay da bir ara "Kayak türü bir şey yapalım, bu duygu yok olur" dedi bana. Küçüklüğümde kızakla kaymışlığım çoktu aslında. Birkaç şey hariç kötü tecrübemi pek hatırlamıyorum. Bir keresinde yurt dışındayken büyükçe bir naylon torbanın üzerine 20 kişi oturmuşlar, aşağıya kayacaklardı ve ben en öne geçip oturmuştum; torbayla kaydık ve torba bir ağaca yöneldi; ben en önde ayağımı koydum, 20 kişinin ağırlığı üzerime yüklendi, sanki ayağım kürdan gibi kırılacak şekilde hissettim; bir de küçükken buzda kayıp kafamı çarpmıştım. Bazı korkularımızın kaynağı çocukluk zamanlarıdır derler, bilemem; ama her korku aşılır; hiçbir korku kendi irade gücümüzün üzerinde değildir, olamaz!..


Meslek icabı ben başkalarını olduğu gibi kendimi de incelerim. Kar bulvarı geçişlerine geldiğimde daha fazla susadığımı, ağzımın kuruduğunu ve bunun da heyecandan olduğunu kendimde gözlemledim, çünkü, basit bir şekilde söylemem gerekirse, 10 cm bile kaymak hoşuma gitmiyor. Elbette daha sert kar zemini olsa Müslüm hoca da ipli emniyet alacaktı. Fakat ben yine de o yumuşak kar zemini altında yer alan buzumsu tabakalardan hep gıcık kaptım, ürktüm. En iyisi 4x4 ayakkabı ve tam otomatik krampon alıp ıslık çala çala rahatça, huzur içinde o tarz yerlerden geçmek. "Kar mı kaya mı denildiğinde," ben her seferinde kaya dedim! Gemi mi kara yolu mu deseler ben kara yolu derim, altımdaki zeminin sağlam olmasını her zaman tercih ediyorum, uçaklardan nefret ederim, ama mecburen binerim!

Bu etkinlikte kazma ile basamak açacak kadar sertleşmiş buz yapısı yoktu. Zirveye çıkarken de uzaktan yalnızca ayı izlerinin olduğu bir kar kulvarından çıktık yine!.. Dik kar çıkışları pek sorun olmuyordu; bazen Faruk'a "Basamak kalitesi bozulmasın Faruk!" diye hatırlatmada bulunuyordum ya da "Basamakları güzel açalım" diyordum. Ekip, saniye ya da dakika farklarıyla zirveye çıktı; etkinlik boyunca ekipte, özellikle çıkışta 2-3 metrelik aralıkların dışında hiç kopma olmadı, bütün halinde çıktık. Ne Erciyes'i ne de Aladağları ve ne de Tuz gölünü görebildik. Ufuklar yangınlı değil pusluydu.


Gelirken, dağa adını veren Evliya Hasan dedenin mezarını da gördük, fotoğraf çektirdik. Başka mezarlar da vardı. Burası, krater çukurunun batı sırtı üzerindedir. Tabii bu tür dede işlerinin çoğu uydurma şeylerdir. O mezar kazılsa orada büyük bir ihtimalle insan kemiği de bulunmayacaktır diye düşünmekteyim; evliya diye bir şey de tabii ki yok. Bu dede denilen kişilerin bilgelikleri de çoğu kez hikayedir ve hatta bazı cahillikler, uydurma şeyler bilgelik altında halka sunulmuştur. Hasan dede hamama gitmiş, elindeki kar topu hamamda hiç erimemiş... vesaire vesaire...


Hasan Dağı'nın türküleri de vardır; Faruk bize bir tanesini Karbeyaz oteli kayalıklarında cep telefonundan dinletmişti. Bir tane de Ruhi Su'nun yazdığı vardır. TKP üyesiyken, cezaevi aracından Hasan Dağı'nı gören bir yerde sabaha kadar durduklarında yazmış türküyü:




Hasan Dağı Hasan Dağı

Eğil bir bak, eğil bir bak

Sıkıyor zincir bileği

Jandarmada din iman yok



Gidiyor kalktı göçümüz

Gülmez, ağlamaz içimiz

İnsan olmaktı suçumuz

Hasan Dağı, insan olmak


Bu tür siyasi türkülerin dışında hoş türküler de var elbette!.. Ben siyasi türküleri pek sevmem açıkcası!..


Günümüzden 9000 yıl önce Çatalhöyük'teki bir evin duvarında Hasan Dağı'nın resmi bulunmuş. Lavlar püskürüyormuş o resimde. O zaman yaşayanlar için bu dağ bir tanrıydı ve kutsal bir dağdı. İnsan geliştikçe, bilgisi arttıkça, algılamalar değişir; tanrılar, evliyalar, dinler, bütün bu palavralar, bütün bu çocuk masalları ortadan kalkarlar; gerçekler çıkar sahneye!.. Gerçi, üstat Arnulf Zitelmann'ın "Etki eden, gerçektir" şeklindeki görüşü de aklıma gelmiyor değil!


Zirvede bir süre oturduk; fotoğraflar çekildi. Benim midem halen karışıktı; ama sohbet ederken "Kıymalı börek olsa kendime gelirim" dediğimi hatırlıyorum. Çok fazla şekerli şey yemiştim, dengem bozulmuştu; tuzlu şeyler istiyordum ya da ilginç bir şekilde soğan yemek istiyordum ve maalesef yanımızda pek tuzlu bir şey de yoktu. İkramlar da hep tatlıydı; ama bedenim tuzlu istiyordu, baharat istiyordu. İnişe geçtik. Yol bir türlü bitmedi; inişler her zaman sıkıcıdır; git git bitmez!.. İnişte yumuşak topraklı dik bir yerden geçerken keyifli sayılabilecek bir iniş yaptık; 1 adım atıp 3 adımı bedavadan aldık; burada da bir düşüş gerçekleştirdim, çünkü "düşme hakkım" vardı; yani şunu demek istiyorum ki, bazı sakat yerler olur, orada düşme hakkınız yoktur, düşemezsiniz, çünkü düşerseniz ölürsünüz; kayalık yerdesinizdir, kaskınız yoksa "düşme hakkınız" yoktur; o yüzden insan "düşme hakkı"nı bu tür yerlerde, yani düşüp de pek bir şey olmayacak yerlerde kullanabilir!..

İnişte sert bir rüzgar vardı; bu dağın rüzgarları, fırtınaları meşhurdur; rüzgarın estiği belirli bir yön de yoktur, sanki her yerden eser. Buna "Karışık rüzgar" derler. İnişte düşenlerin düşmesinde rüzgarın da belirli bir rolü oldu. Bazı dağcılar Ağrı, Süphan ve hatta Demavent gibi dağlarda yaşamadıkları zorlukları Hasan Dağı'nda yaşamışlardır ve üstelik bunu kışın değil yaz ortasında yaşamışlardır.

Uzaklardan Karbeyaz oteli gördüğümde sevinmiştim. Çadırların yanına vardığımızda esnetme hareketlerinden sonra biraz dinlenip, biraz da beslenerek oradan ayrıldık, Müslüm hoca oradakilerle vedalaştı. Çok sert bir rüzgar vardı, çadırları toplarken biraz sorun yarattı. İlk çıkan ekip bizdik, ilk dönen de biz olduk. Dönüşte Helvadere'ye gittik; Saray Gölbaşı Alabalık tesisi denen yerde alabalık yedik. Burası bir tesis değildi esasen, tuvaletinden bardaklara kadar müşteriye bir anlamda hakaret eden bir yerdi. Hasan Dağı'ndan gelen buz gibi suyu güzeldi ama!.. Burada ayak yıkamak müthiş rahatlattı, harika bir duygu verdi; insan, nefesi kesilse bile bazen soğuk suya dalmalıdır, dalmaya çalışmalıdır. Ahmet beyin yemeği geç gelince biraz sinirlendi ve balığını yemedi, sigara içti. Ayrıca balıktan gelen kokunun o kiremit tabaktan kaynaklandığını söyledi ve kendisi o kokuyu hiç sevmiyormuş.

Garson çocuk iyi niyetli gibiydi; fakat bu işlerin temeli eğitim ve ahlaktır elbette. Müşteriye kirli bardak vermek kişinin ahlakıyla ilgilidir; yani böyle bir şey yapmayacak kadar ahlaklı olmak, karşıdaki insana saygı duymak, bunlar eğitim işidir de. Güzel lokanta eksikliği Türkiye'nin pek çok yerinde bir sorun ve biz her yerde ideali arıyoruz; bir ülkedeki insanlar ancak ideali, ideal olanı ararlarsa o ülke gerçek manada gelişir... ancak o zaman, kesinlikle daha önce değil!.. Ben en çok kiremitteki soğanları yedim, biberi ve patatesleri yedim. Galiba bazı şeyleri eksik yediğimden vücut bu tarz şeyleri istiyordu. Akşam 8'e doğru Ankara'ya döndük; yoruculuğuna rağmen sonuç itibariyle ya da "son" itibariyle güzel bir etkinlikti. Disiplinli bir çıkış oldu; önde her zaman Müslüm hoca yürüdü; normal trekkinglerimizde olduğu gibi bazen başkası öne geçmedi. Özellikle sabah çıkışında bazen epeyce bir süre sessizlik hakimdi ve ekipte profesyonel bir hava vardı.

Yazımı Faruk'un bize dinlettiği Aksaray Hasan Dağı Türküsü'yle sonlandırıyorum.

Hasan Dağı'nın Gülleri

Ötüşür hep bülbülleri

Taze söyleyen dilleri

Ben vuruldum Hasan Dağı...

http://videoizle.video75.com/QTj1yl4tt6j/aksaray-hasan-dagi-turkusu/


Mehmet Murat ildan

Thursday, June 10, 2010

Türkiye'nin Ağaçları ve Çalıları



Dün, yani 9 Haziran Çarşamba günü, sağanaklı, şimşekli, dolulu bir günün ardından Ankara Dağcılık Kulübü'nün lokalinde güzel ve verimli bir sunuma katıldım. Katılım sayısı da oldukça yüksekti. "Bilgi-yoğunluklu" ve yer yer espirilerin de yapıldığı bu faydalı etkinliğe dair bir şeyler yazmak arzusundayım.



Sunumu yapan kişi Necati Güvenç Mamıkoğlu'ydu. 1973 ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği mezunu. Daha önce tanıdığım mühendislerde gözlemlediğim bir olguya burada da rastladım. Öncelikle mühendislik dallarında okuyanların bazılarında, özellikle gerçeği kavramış olanlarında, "Mekanikten" "Ruha" kaçış diye nitelediğim bir süreç oluyor. İnsanın spiritüel bir yanı vardır ve bunu tatmin etmelidir yoksa mekanikleşir, robotlaşır ve hatta sertleşir, odunsulaşır; maddesellikten sanata, estetiğe yöneliş, maddeselliğin boğuculuğundan kurtulmak için, inceliğin zenginliğinde erimek için akılcı ve doğru bir adımdır. Kömür madeninde çalışanın yüzü kararır; sürekli maddeyle, mekaniklikle uğraşanın da ruhu sararır, solar; güneşe çıkmak gerek, doğaya atılmak gerek, müziği, yaşamın özünü, kuşların seslerini duyumsamak gerek; mekaniklik insanı kalınlaştırır; madde, insanı heykelleştirir; insan yalnızca ruhumuza dokunan güzelliklerle, sanatla, müzikle, doğayla incelebilir.
Hangi ismini kullanıyor bilmiyorum ama ben bu yazımda orta ismini kullanacağım. Güvenç bey ODTÜ'yü bitirip fotoğraf makinesiyle doğaya çıkmış ve her şey böyle başlamış ve her şey her zaman böyle basit bir şekilde başlar. Bir rüzgar eser; tatlı ve gizemli bir rüzgardır bu ve bizi alıp bilmediğimiz yerlere götürür; özgürlüğün tadı, her türlü bağımlılıktan kurtulmanın boşluğunda yüzmek ve kaşifliğin verdiği sonsuz bir keyif vardır burada.


Dün kendime facebook'ta yeni bir sayfa yarattım; öncekini kapatmıştım, daha "Resmi," daha "Evrensel" bir sayfa açtım. Resim olarak da Lao Tzu'nun sevdiğim bir sözünü ekledim: "The journey of a thousand miles begins with a single step." Bin millik bir yolculuk bile tek bir adımla başlar. Dünkü seminerde bu sözün Güvenç beyin serüvenini de güzel bir şekilde özetlediğini düşündüm. Güvenç beyin yolculuğu 5 yıl sürmüş ve Kırklareli'nden Artvin'e 150 bin kilometre yol katetmiş. On binlerce fotoğrafı olmuş. Yanılmıyorsam fotoğraflarının sayısı biraz daha zorlansa 200 bine ulaşacakmış.



Hangi alanda olursa olsun, eğer bir birikim olmuşsa onu paylaşmak gerek; bardağımız dolmuşsa, taşıyorsa, taşanı susayanlara dağıtmak; bilgi kervanına, hörgüçleri zengin hazinelerle dolu bir deve eklemek gerek. Güvenç beyin ağaçlarla ilgili bir çalışma içerisine girmesinde pek çok faktör rol oynamış. Yeğeninin kızı Ceren de bu faktörlerden biri; onun ağaçları tanıması için başlayan masum bir çalışma bir tohum gibi büyümüş. Uzun merdivenlerin inşası her zaman birkaç basamakla başlar ve sonra basamaklar yükselir, merdiven yükselir, gökdelenlere, göklere ulaşır.
Yıllar önce Efes harabelerinde dolaşırken küçük bir çocuk yanıma gelmişti. Elinde bir kitap vardı ve şöyle söyledi: "Abi, bu kitabı al, yoksa taşlar sana bakar, sen de taşlara!" Aynı şey doğaseverler için de geçerli. Biz ADK yürüyüşlerimizde pek çok ağaç çeşidi görüyoruz ama çoğunun ya ismini bilmiyoruz ya da onlara toptan "Çam!" diyoruz!.. Güvenç bey de Kırsal Çevre Derneği'nin Dendroloji (Ağaçbilim) seminerlerine katılmış; orman fakültelerindeki profesörlerle dostluklar kurmuş. Ağaçları tanımak için çıktığı yolda hayatın başka yönlerini de tanımış; hırsızları tanımış, fotoğraf makineleri çalınmış!.. Bürokrasiyi tanımış, zaman zaman ona engel çıkartmışlar, ormana girmek suçtur demişler, öte taraftan ormana giren yabancılara ses çıkartılmamış. Ülkemizdeki bu "Yabancı insanlara karşı zaafiyet ve çifte standart" elbette bir kompleksten kaynaklanmaktadır; oysa kendi insanına değer vermeyen bir ülke ya da bir insan hiçbir zaman hiçbir yere varamamıştır; vardığını sandığı yer de kupkuru bir yerdir. Yabancılar içinde çıkarcı, sömürücü, samimiyetsiz insanlar hiç de az değildirler; yurdışından gelip 300-400 yıllık ağaçları satın alarak onlarla kano yapılması örneğini vermişti Güvenç bey ve bu bazen Batı'nın müthiş ahlaki düşüklüğünü gösterir. Ama bizim için önemli olan Batı'nın ahlaki düşüklüğü ya da ahlaki yükseliği değil kendi ahlaki düzeyimizdir. Kendi ağaçlarımızı koruyamazken onlara söyleyeceğimiz sözlerin ne kadar değeri olabilir ki?
Müslüm hoca, biz doğacılara faydalı olacağını düşünerek bir sunum düşünmüş ve Güvenç bey Ülkü'nün arkadaşı olduğundan olay çabucak çözülmüş. Sunum sırasında Ülkü'nün bir sorusu olmuştu: "Bu fotoğrafı nerede çektin, Güvenç?" Güvenç beyin cevabı bizim açımızdan espirili olmuştur: "Yaşar beyin evinin oralarda!" Tabii biz Yaşar beyin evi nerede bilmiyoruz, Çeşme tarafında herhalde, ziyaret etmek isteriz!.. Kulüptekiler, kendi dostluklarını ve çevrelerini kullanarak böyle etkinliklere imza atabilirler ve bu hoş bir şey. Mesela ben Dalai Lama'yı yani Tenzin Gyatso'yu tanıyor olsaydım, gelip bir konuşma yapması için onu buraya mutlaka çağırırdım!.. Budistler, doğa konusunda bilgilidirler.
Fotoğraflar ustaca çekilmiş. Bunları çekmek için doğru zamanda, doğru makineyle, doğru heyecanla doğru yere doğru hemen hareket etmek gerekir; sonra da doğru ışığı ve doğru açıyı yakalamak gerekir. Ama mesela Güvenç bey doğuya gidip bir ağacı ya da çiçeğini çekerken bu kez batıda açan çiçeği kaçırmış, öteki seneyi beklemiş. Matematik bilenlerin sistematiğine sahip biri olarak sistemli davranıp hem gezmiş, hem çekmiş ve hem de bu arada pek çok ağaç kitabı okumuş, bilgisini artırmış, onların Latince isimlerini öğrenmiş. Latince gerçekten "Esrarlı" bir dildir ve ben yaşamımın bir döneminde mutlaka Latince öğreneceğim. Usus Promptos Facit! Pratik mükemmeleştirir. Güvenç bey de fotoğraf çeke çeke pratiğini ilerletmiş, sanatsal, estetik düzeyi yüksek fotoğraflar çekmiş.
Sunum boyunca izlediğimiz yüzlerce fotoğrafın bir kısmının şehirlerdeki parklarda da çekildiğini görünce biraz şaşırmıştık. Mesela Ankara'da Milli Egemenlik Parkı var, buraya Meclis parkı da denir. Çok sayıda ağaç türü vardır orada. Bunlardan biri de Ginko Biloba'dır. Ona kutsal ağaç derler; dinozorlar yaşarken bile bu ağaçlar varmış. Meclis parkına sanırım Çin'den hediye edilmiş. Bu ağaç Çin ve Japonya'da kutsal sayılır ve mabetlere dikilirlermiş. Türkçe'de Mabet Ağacı diyorlar buna. Bazı ağaçların Türkçe isimleri yokmuş ve Güvenç bey onlara kendisi bir isim vermiş ve bunu başkalarına kabul ettirmiş. Bir şeyi yapmak değil, onu kabul ettirmek önemlidir. Her ağaçla ilgili inanılmaz zenginlikte bilgiler var; bu ağaçların öyküleri var, mitolojide, edebiyatta, şarkılarda türkülerde yeri var. Bir zamanlar, meyvelerini yalnızca kralların yemelerine izin verilen ağaçlar da var. Bütün bu devasa okyanusta 2 saatten fazla bir süre yolculuk ettik; aşağıdaki fırından alınmış taze simitleri yedik; çökelek peynirli el yapımı ya da ev yapımı börekleri ve acıbadem kurabiyeleri yiyip çay içtik; arkadan gelen jeneratör uğultularını, hastanenin MR aletinin gürültülerini dinledik, aşırı sıcaktan terledik eridik; kese getirmeyişimize hayıflandık!..
Sunum oldukça bilgi yoğunlukluydu. Her şeyi buraya aktarmam imkansız. Aklımda kalan ilginç şeylerden birkaçını sıralayayım: En üste resmini koyduğum çiçekler bir Porsuk ağacına ait. Latince ismi Taxus Baccata! İki evcikli bir çiçek bu. Yani dişi ve erkek aynı evlerde yaşamıyorlar, biraz da, evli Romalıların aynı odalarda kalmamaları gibi bir şey; daha sağlıklı olduğu söylenir; ayrı olanlar özler, özlenir; uyku kalitesi yükselir; bireysel olan alan kutsaldır ve her zaman korunmalıdır; insan evli dahi olsa özgürlük alanı kutsaldır, çünkü insan ancak o alanda en verimli nefeslerini alıp verir.
Porsuk, zehirli bir ağaç ve hatta Agatha Christie'nin bir romanında cinayet aracı olarak da kullanılmış. İğneleri, gövdesi, dalları zehirli. Ancak boncuklarında daha az zehir var. Geyikler ve kuşlar bunları yiyip hastalanmazlar ama bizim yemememiz hakkımıza daha hayırlıdır, çünkü biz geyik değiliz, yani sanırım öyle!.. Güvenç bey aynı ağaçların bir arada olmalarının öneminden bahsetti. Bizim bahçemizde 2 kayısı ağacı yanyana dururlardı. Birini kestik, şimdilerde pek meyve vermiyor. İkisi bir aradayken müthiş meyve verirlerdi. Ama elbette illa ki yakın olmaları gerekmiyormuş; 400 metre aralıklı da olsalar faydalı olurmuş.
Güvenç bey ceviz ağacından da bahsetti. Ceviz de zehirliymiş!.. Ceviz ağacının altında uyumak zararlıymış, baş ağrısı yaparmış; altında ot da yeşermezmiş. Akdeniz Selvisi de (Cupressus Sempervirens) esasen Selvi değil Servi'ymiş. Kışın yaprak dökmediklerinden hep yeşil kalırlarmış ve o yüzden de Latince Semperviren yani "her zaman yeşil kalan" demişler ona. Karadeniz'de Kızılağaçların yerini Çay'ın almasını ve bunun da doğal felaketleri, heyelanları tetiklediğini de anlattı bizlere. Bütün bunları Güveç bey severek ve heyecan içinde anlattı. Birkaç yıl önce bir arkadaşımla yaptığım bir konuşma aklıma geldi. "Biz insanları neden severiz?" türünden bir konuya gelmiştik. Ben bir komşumuzdan bahsediyordum; domates ekmişti bahçesine ve o domatesi nasıl ektiğini, nasıl baktığını büyük bir heyecan ve sevgi içinde bana anlatmıştı. Arkadaşım da bana dönüp "İşte biz insanları bunlar için severiz; yani yaptıkları işten duydukları heyecana bakarak, o işten aldıkları zevki bizimle paylaşırkenki coşkularına bakarak, duygularındaki samimiyetin saflığını, içtenliklerini kalbimizde hissederek biz de onları severiz" demişti. İlginç bir saptamaydı...
Güvenç beye doğa serüveninde başarılar diliyorum ve de umarım kendisini ADK yürüyüşlerinde de görebiliriz; o zaman bizim soracağımız "Bu ne, o ne, şu ne?" türünden binlerce soruya göğüs germesi gerekecek!... NTV Yayınlarından çıkan kitabı 700 sayfalık bir kitap. İçinde 350 ağaç ve çalı türü hakkında fotoğraflı bilgiler yer alıyor. Bu kitabı okuduktan sonra noktasal seyahatler de yapmak isteyenler olabilir. Mesela Datça Yarımadası'ndaki Datça Hurması Türkiye'de en az görülen ağaçlardan biri; onu görmek isteyenler oraya gitmeli. Ya da Hakkari'de 1500 metre yüksekliklerde bulunan Zelkova... İnsan, değerli olanı görmek için dünyanın öteki ucuna da gidebilir, gitmelidir.
Sadece Türkiye'de yetişen türler yani "endemikleri" görmek de ayrı bir keyiftir elbette. Hem ülkemizde hem de dünyada ormanlar azalıyor; bu orman okyanusları henüz varlarken, yelkenlerimizi arzu rüzgarlarımızla doldurup bu yemyeşil okyanusları gezmeliyiz. Yaşam, budur!..
Yine bir müzikle yazımı sonlandırıyorum:
İşte Pavarotti:


Mehmet Murat ildan