Thursday, October 29, 2009

ADOG Etkinliği -2



"Anadolu Doğa Grubu" ya da "Ankaralı Doğa Gezginleri" grubu ADOG bugün için bir "Cumhuriyet Yürüyüşü" düzenlemiş. Bugün, yani 29 Ekim günü Türk tarihinde önemli ve anlamlı bir gündür. Modern Türkiye'nin kazanımlarının korunması için böyle tarihlerin hiçbir zaman unutulmaması gerekir. Bu yazımda ADOG'un "Emeklidede Dağı Cumhuriyet Yürüyüşü" etkinliğinden bahsedeceğim.



Etkinlik, Kızılcahamam ilçesine bağlı olan Eğerli Başköy köyü yakınlarındaki sisli bir göletten başladı; esrarengiz görünümlü göl civarında hava oldukça soğuktu. Osmanlılar zamanında Kızılcahamam dışında Çamlıdere, Ayaş ve Güdül'ü de içine alan bu bölgeye Yabanabad derlermiş. Sağ tarafı uçurumsu sayılabilecek uzunca bir yoldan ve biraz da rahatsız edici sarsıntılı bir yolculuktan sonra köye geldik. Köy, Kızılcahamam'dan 30 km uzaklıkta. Yıldırım Beyazid ile Timur arasındaki o meşhur Ankara Savaşı zamanlarında bölgeye gelen "Atları eğerli askerler" Başköy'e ve "Atları semerli olanlar" da semer bölgesine gitmişler. Tabii bunlar ne kadar doğrudur bilinmez. Eğerli Başköy isminin çok basit bir açıklaması orada Eyercilik sanatının olmasında da yatıyor olabilir.
Yolumuzun üzerindeki bir yaylada yılkı atları özgürce koşuşturmaktaydılar. Onların bu özgürlüklerine bakıp acaba bu atların yaşamda amaçları nedir diye sormadan edemez insan. Bunun yanıtı bellidir; onların amacı sadece yaşamaktır. Biz insanoğullarının amacı ise sadece yaşamak değildir; biz başka bir şeyin, dünyayı değiştirmenin, evreni fethetmenin, fizik kanunlarını kendi yanımıza çekmenin, Tanrı varsa onunla yüzleşmenin peşindeyiz ve o yüzden de huzursuzuz, çünkü yapacak çok işimiz, gidilecek çok yolumuz var. Atlar da bir gün evrimsel sıçrama yapabilirlerse bu kez onlar da bizim gibi maceralara atılabilirler, daha doğrusu atılacaklarından eminim!..


Eğerli Başköy'den sonra gördüğümüz o sisli gölün kıyısından yürüyüş başladı. Bu yürüyüşe SDS olarak bilinen Sıradışı Bisiklet grubundan da katılanlar oldu. Bizim yürüyerek gittiğimiz yolların tamamını onlar ya sürerek ya da bisikletlerini taşıyarak katettiler. Bir ara uçurumlu bir vadiye doğru oldukça dik bir iniş başlamıştı; ben SDS bisiklet grubuna "Şuradan frenleri salıp inin," dediğimde onlar bana "Sıra dışı grubuz ama o kadar da sıra dışı değil!" diyerek esprili bir yanıt vermişlerdi.

Orman içi her zamanki gibi harikaydı. Son derece değişik mantarlar her yeri kaplamışlardı. Bazılarının üzerlerine dokununca "puf" diyerek bir duman püskürüyorlardı. Binlerce devrilmiş ağaç vardı bu bölgede; sanki bir savaş olmuştu. Ciddi bir kar yağışından sonra ormanda pek çok ağaç karların ağırlıklarına dayanamayıp devrilirler, yalnızca güçlü olanlar ayakta kalırlar.
Yürüyüş yolumuzda kuşburnuna oldukça sık rastlanıyordu. Latince'de bu bitkiye Rosa Canina diyorlar ve inanılmaz ölçüde C vitamini zenginidir bunlar. Kuşburnunun Türkçe isimlerinden biri de "itburnu"dur ki birazdan bu "tuhaf" ya da "yanlış konulmuş" isimler" meselesine değineceğim.



Bu Cumhuriyet yürüyüşü için 2080 metre yükseliğindeki Emeklidede dağı (tepesi) seçilmiş; bildiğim kadarıyla buraya başka gruplar çıkmamış. Doğrusu ben Kızılcahamam civarındaki en yüksek yerin hep Işık dağı (2035 metre) olduğunu düşünürdüm ve öyle bilirdim. Emeklidede ormanlarla kaplı güzel bir dağ (gerçi tepe diye geçiyor!); benim tek itirazım böyle güzel bir dağa "Emeklidede" gibi "zayıf" bir ismin verilmiş olmasıdır!.. İsimler konusunda fazla yaratıcı değiliz, daha doğrusu isabetli isimler veremiyoruz bazen. Dağların bir karizmaları olur; onlara isim verirken onları yüceltecek isimler bulmalıyız. "Emeklidede" dağının ismi mesela "Gökdelen Dağı" olsa ona daha heybetli bir hava vermiş olabiliriz. Gerçi "Gökdelen Dağı" da pek çevreci bir isim olmadı!.. Biraz düşünülürse orijinal bir isim bulunabilir.
Bu dağ 2080 metre ama bizim midibüsle gelip yürüyüşe başladığımız nokta herhalde 1800 metre yükseklikteydi. O yüzden de 2080 metre tırmanmadık elbette, 280 metre kadar tırmandık; iniş çıkışla toplamda yükseldiğimiz mesafe daha fazladır tabii. Az önce bahsettiğim şey Everest için de geçerlidir. Everest'e tırmanışlar yanılmıyorsam 5000 metrelik bir platodan itibaren başlar ve bir Everest dağcısı rakım olarak 8850 metre değil 3850 metre yani yaklaşık olarak bir Erciyes dağı kadar yükselmiş olur!..


15 kilometre yürüyüşlü bu etkinlik sonrasında Kızılcahamam'a geri dönüldü. Burada topluca "Ankara Konak" isimli bir yere gittik. Kızılcahamam Kaymakamı Bilal Çiçek ve Belediye Başkanı Coşkun Ünal ADOG için bir yemek verdi. Yemekte ADOG adına Salim beye de bir sertifika verildi. Yemeklerin çok lezzetli olduklarını söylemeliyim. Tarhana çorbası çok başarılıydı; tren gibi upuzun pideler son derece lezzetliydi. Kabak tatlısı da tazeydi; ama üzerine karamel veya kahve benzeri bir şey yerine sadece öğütülmüş ceviz konsaydı daha iyi olacaktı. Yemekler tadımlık olarak geldi, o yüzden ben pek doyamadım. Kızılcahamam'a yolu düşenlerin Ankara Konak'a gitmelerini tavsiye ederim; bu restoran Soğuksu Milli Parkına doğru giden anayol üzerindedir, Belediye hamamına çok yakındır.


Yemek sonrası Kızılcahamam sevdalısı bir heykeltıraş olan Doktor Derviş Özer'in yarattığı Şehitler Ağacı'nı ziyaret ettik ve orada fotoğraflar çekildi. Bu ağacın üzerinde 1980 yılından bu yana ölen askerlerin paslanmaz kromdan künyeleri vardır. Ağaçta 6000'den fazla künye bulunuyor. Duyguların yoğunlaştığı hüzünlü bir yer. Artık kemikleri bile çürümeye başlayan bu bahtsız insanların hatırlanmaları gerek, unutulmamaları gerek. Ben bu sedir ağacını sevdim; bir ulusun vefa borcunu sembolik olarak da olsa simgeliyor. Türkiye'nin bu ilk "Ağaçtan Şehitler Anıtı" bugün yani 29 Ekim günü ziyaretçilere açıldı; etrafı canlı yayın arabaları ile çevriliydi.


Bugünkü yürüyüşten keyif aldım; doğa beni her zaman mutlu kılar, 100 kilometre yürümüşsem bile beni dinlendirir!.. Elbette 35 kişiyle yüründüğünde doğanın o müthiş seslerini pek iyi duyamayız, ama bu vahşi sayılacak ormanlara tek başımıza da pek girilemez çünkü değişik risk faktörleri vardır. Girilemezi yanlış kullandım, yalnız girilir de çıkılabilir mi bilemem! :)
Ormanda oksijen miktarı çok yüksekti; çalılıklar ıpıslaktı, bir zamanlar su geçirmeyen lastik ayakkabım çaılıkların üzerlerinde bulunan çiyleri epeyce içti. Etkinlikte "Meçhul Ev" de arandı ancak bulunamadı. Üçgen şeklinde olan "Üçgen Mantar" (Boletus Triangulum) için de ormanın koyu gölgeliklerine dalındı fakat bir şey bulunamadı; ilerki yürüyüşlerde bulunacağını umuyorum. Üstat Quintus Horatius'un da dediği gibi "Nil desperandum," yani "Hiçbir zaman ümitsizliğe kapılma!" Bir gün hem Meçhul Ev ve hem de Üçgen Mantar muhakkak bulunacaktır... :)
Mehmet Murat ildan

Thursday, October 22, 2009

İsmimi Mars'a Gönderdim!



Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (National Aeronautics and Space Administration) NASA Mars'a MSL isimli bir araç gönderecek. Bu gönderiş, 2011 yılının Ekim ve Kasım ayları arasında olacak. MSL, Mars Bilim Laburatuarı'nın kısaltılmışıdır. Bu araç 2012 yılında Mars yüzeyine inecek ve oradaki mikrobik yaşamı araştıracak; ayrıca iklimi inceleyip kayaları analiz edecek.


Robot çalışmaları içinde benim en çok ilgimi çeken konulardan biri bu uzay robotlarıdır. NASA, bu seyahati daha popüler hale getirmek için şöyle bir yol bulmuş. Robotun üzerinde bir mikroçip olacak. İsteyenler bu çiplere isimlerini yazdırabilecekler. Ben yazdım bile! :) Aileden birkaç isim ve bir iki değer verdiğim isim daha ekledim (Ayrıca Üstat Shakespeare'in ismini de unutmadım; Zipcode'u için Shakespeare'in Stratford-Upon-Avon'da Henley caddesinde doğduğu yerin zipcode'unu yazdım!!). İsim yazdırdıktan sonra bir de sertifika veriyorlar. İsim gönderme adresi şöyle:




Ben şu aralar kendi arabamı satmaya çalışmak ve yeni arabamı belirlemek gibi işlerle meşgul olduğumdan kendim Mars'a gidemeyeceğim için hiç olmazsa ismim gitsin dedim; bencil biri olmadığımdan dolayı kendi ismimden başka birkaç isim daha ekledim. :)
Uzay çalışmaları benim en çok ciddiye aldığım ve en çok önemsediğim konulardan biridir. Mars kaşifine şimdiden başarılar diliyorum. MSL orada 1 yıl kadar araştırma yapacak. Mars'ta 1 yıl 687 gün! Olayı detaylı düşünce bence hoş bir şey bu. Yani 2012 yılında kızıl gezegenin yüzeyine bir mikroçipin üzerinde yazılı olarak isimler inecek. Mars'a uzaktan, ruhumuzla dokunmak gibi bir şey bu...
Uzay çalışmaları büyük bir umut ve sarsılmaz bir inançla devam ediyor ve buna seviniyorum. Üstat Pablo Picasso'nun güzel bir sözü aklıma geldi: "Bana bir müze verin, içini doldurayım!.." Bu bir yüksek özgüvendir; bilimin de kendisine özgüveni her zaman yüksek olmalıdır!..


Mehmet Murat ildan

Friday, October 16, 2009

İsmimin Değişik Milletlerce Okunuşu


14 Farklı Okunuş

İngilizler:

Miyuurat

Fransızlar:

Müğa

Araplar:

Murad

Japonlar:

Muratto
Muratsan

Çekler:

Muriçka

Bebekçe:

Muyat

Elazığca:

Muroş

Ailede:

Muyoş
Muroleyn

İtalyanlar:

Muratti


Azeriler:

Muradova

Yugoslavlar:

Muratoviç

Doğru Okunuşu:
Murat :)


Dağcılık Antrenmanları

Uzun bir aradan sonra yeniden ODTÜ Dağcılık ve Kış Sporları Kolu'nun yani DKSK'nın dağcılık antrenmanlarına başladım. En son 2002 yılında bırakmıştım. DKSK temel etkinliklerinin bir tanesini kaçırınca ve telafiye de gitmeyince ötekilere devam edilemiyordu. Ben Ilgaz'daki kazmalı düşüşe gidememiştim; daha doğrusu 2002'de dağcılığa beraber başladığım İstanbullu bir arkadaşım hastalanmıştı, o gidemeyince ben de "Bir işe beraber başlanmışsa, bir yola beraber çıkılmışsa beraber bitirilir" felsefesi ve ahlakı gereği ayrılmıştım; etkinliğin telafisi de yoktu. O yıl ben gerçekten de dağcılığa devam etmek istiyordum, ama arkadaşa ayıp olacak diyerekten devam etmedim. Dağcılığın temel eğitimini yarım bırakmıştım ve ben neredeyse her zaman (fırsat bulduğumda) yarım bıraktığım işleri ya da yarım bıraktığım her şeyi iyi bir şekilde tamamlamak üzere yeniden o işe başlarım. Bu kez biter mi bilemem; yine "ana etkinliklerden" birine katılamama durumum olursa dağcılığı bir başka seneye bırakırım. Kişisel olarak Türkiye'de çıkmayı düşündüğüm Erciyes, Ağrı ve İran'daki Demavend gibi dağlar var; tabii çıkmayı düşünüyorum ama çıkamamak da bir alternatif elbette, zaman ve fırsat bulunur mu bilemem!..



7 yıl aradan sonra DKSK'da yeniden koşulara başladım. Bunlar haftada 3 gün yapılıyorlar: Salı, Perşembe ve Cumartesi. Ben yalnızca Salı ve Perşembeye gidiyorum, bazen Perşembeyi de es geçiyorum, çünkü bir antreman bazen gel gitiyle, yemeği ve duşuyla 3-4 saate yakın zamanı yiyor!.. Salı günü akşam 19.30'da (Perşembe 18.30'da) baraka spor salonunun önünden başlıyor koşular. Öncesinde kısa bir ısınma yapılıyor. Artık Ankara'da 19.30'da hava iyice karanlık oluyor. Ormana girilmeden önce öncü ya da artçı olan kişi grubu tek tek sayıyor. Genelde 2 koşu grubu yapıyorlar. Yavaş ve daha yavaş. Bazen yavaş grubu karıştıranlar oluyor. Yavaş denilen grup en hızlı olan gruptur!.. Bu grupta, eskiden olduğu gibi 4-5 kişi koşuyor genellikle. Ben daha yavaş olan grupta koşuyorum; vücudu fazla zorlamanın yararı değil zararı olur derler.


Koşu süresi 1 saat sürüyor. Şunu da eklemeliyim ki kendi başıma ben 1 saat koşmam, dikkatim dağılır, değişik bir çiçek ya da bir kaplumbağa bir kedi bir yıldız vs. görürüm ve yürümeye başlarım. Karşıdan biri geliyorsa ona ayıp olmasın diye koşmaya başlarım yine! :)) Grupla koşmanın faydası şu ki yürüme olmuyor ve gruba uymak zorunda kalıyor insan ve bu da bir disiplin getiriyor.



Orman içi oldukça karanlık, fakat bir süre sonra göz alışıyor. Eğer biraz bulut varsa, şehrin ışıkları bulutlardan yansıyıp ormanın üzerine loş bir şekilde düşüyorlar. Gece koşuşun en güzel yanı bir tepeye çıktığınızda buradan çok güzel Ankara manzarasının görülmesidir. Bu günlerde Ankara'da rüzgar var ve görüş alanı çok net. Elbette gece ışıklı olan bütün şehirler güzel görünürler. Belgrad'a da baksanız, Madrid'e de baksanız ya da Zürih'e de Ütliberg tepesinden veyahut hayvanat bahçesinin olduğu tepeden baksanız gece şehirler aynı güzel parıltıları, etkileyici ışıltıları yayarlar, büyülü bir görünüm sunarlar. Elvis'in "Fun in Acapulco" filminde böyle bir sahne vardı; yanlış hatırlamıyorsam Los Angeles'a ya da Californiya'ya bakan bir yüksekliğe arabayla park ediyordu Elvis. Vites kolu boşa gelince araba da aşağı doğru yavaşça gidiyordu!.. Bu filmden bahsetmişken filmdeki müziklerden bir tanesini buraya aktarayım:







Koşuda sık sık "toplama" olur. Öncü olan kişi koşanlar arasında uzun mesafeli kopmalar olmasın diye "Topluyoruz" diye bağırarak geri koşmaya başlar ve herkes geri dönmek zorundadır, en geride kalan kişiye kadar koşulur ve bu kişi de "son" diye bağırır. Bu elbette bir güvenlik unsurudur da. ODTÜ ormanı göreceli olarak emniyetli bir yer ama köpekler bol. Ayrıca birkaç hafta önce fiziksel bir saldırı da olmuş; tam öğrenemedim ama sanırım erkek arkadaşı yanında olduğu halde gündüz vakti bir kıza tacizde bulunulmuş. ODTÜ'nün bu meseleyi çok ciddiye alması gerekir bence. Bunu yapan kişi büyük ihtimalle ODTÜ dışından gelen biridir; o yüzden Konya yolu tarafındaki telleri hemen tamir ettirmeleri ve buralara kameralar koymaları akıllıca bir iş olur. "Teknik" ve "zeka" pek çok meseleyi çözebilir. Türkiye'de dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi her türden psikopat, deli, manyak serseri çoğalmaktadır; böyle giderse normal insanlar azınlığa düşeceklerdir. Bunlara en ağır cezalar verilmelidir; bundan da önemlisi toplumun ahlaken ve eğitim açısından yükseltilmesi, belirli bir değerler yörüngesine oturtulması gerekir. Yüksek ahlak yoksunluğu çürümenin en büyük sebebidir. Bugün Türkiye hızlı bir çürüme ve psikopatlaşma yaşamaktadır; barışçıl, huzur dolu insanlar azalmaktadır.


Ben uzun yıllardır ormana hep yalnız giriyorum ama "Bana kimse bir şey yapamaz" iyimserliğiyle girdiğimden şimdilik bir sorun çıkmadı, ayrıca fitness'te halteri de boşuna kaldırmıyorum tabii, işe yarar herhalde!.. Fakat işin doğrusu şu ki özellikle gece ormana kalabalık grupla olmadıkça girmemekte büyük yarar var. Güvenlik her şeyden önce gelir.




Evet, koşu 1 saat sürüyor demiştim. Daha sonra "ilahi ışık" göründüğünde yani "Olimpik havuzun beyaz ışığı" uzaktan görüldüğünde isteyenler depar atıyorlar. 1 saatlik koşudan sonra 1.5 saat kadar da soğuma/esneme/yüklenme türünden hareketler yapılıyor. Kışa doğru giderken katılım da yavaş yavaş düşecektir. Fakat ben 2002 yılında -16 dereceyken koştuğumu ve kendi nefesimden çıkan buharların kirpiklerimde donduğunu, ilginç bir görüntü oluştuğunu hatırlıyorum. Yaşamın "Lay lay lom" ve "kakara kikiri" anlarından ziyade bu zorlu anları, mücadele içinde geçen bu çetin anları daha net bir şekilde hatırlanır ve bazen bu anlar daha da değerlidir.

Fiziksel disiplin güzel bir şeydir ama tabii insan her zaman da bu işlere vakit ayıramayabilir. Bu tip antrenmanlar insanı rahatlatıp zihnini açıyorlar ve ben eve dönüp buharlı bir sıcak bir duş aldıktan sonra mesela özdeyişlerimi çok daha kolay yazabiliyorum. Bu sene dağcılık ve ADOG etkinlikleri zaman zaman çakışıyorlar; mesela bu hafta ADOG'un Yozgat'ta ağaç dikimi etkinliği var ki o yüzden dağcılık ana etkinliğine bu hafta gidemeyeceğim. Bakalım, bu sene de bırakırsam başka bir sene yine mutlaka tamamlamak üzere dönerim!..


Yazımı "Fun in Acapulco" filminden güzel bir müzikle bitireyim:






Mehmet Murat ildan

Monday, October 5, 2009

ADOG Etkinliği -1


4 Ekim 2009 Pazar günü, yani dün ADOG grubuyla Gerede yaylaları yürüyüşüne katıldım. Bolu'nun yaylaları meşhurdur ve boldur. Bu bölgede yaklaşık 300 kadar yayla bulunur. Dağlık ve yüksek bölgelerdeki bu platolar yemyeşil ve verimli düzlüklerdir. Hava güneşli ve güzeldi; rüzgar neredeyse yoktu; yaylalarda dahi tişörtle yürünebiliyordu. Şimdi bu geziden aklımda kalanları buraya aktaracağım.

ADOG'un açılımı Anadolu Doğa Grubu'dur. Daha önce ben bu grubu Ankaralı Doğa Gezginleri olarak biliyordum. Grubun başkanlığını Salim Erdal yapıyor. Bu yayla yürüyüşüne bir de amaç eklenmiş: "Barış ve Şiddetsizlik Adına Yürüyüş." Küresel olarak şöyle bir etkinlik yaratılmış: "Marcha Mundial Por La Paz Y La No-Violence." Bu yürüyüşler 2 Ekim 2009'da başladı ve 2010 yılının 2 Ocak günü sona erecek. Barış ve nükleer silahsızlanma için toplamda 160 bin km yürünmesi planlanmış. Daha ayrıntılı bilgi şu web sitesinde mevcut: http://www.theworldmarch.org/. Bu yürüyüşün başlangıç tarihi çok anlamlıdır. 2 Ekim sevgili Gandiji'nin (Mahatma Gandi'nin) doğum günüdür ve aynı zamanda da Uluslararası Şiddetsizlik günüdür!.. Gandiji ya da Bapu, benim dünya tarihinde en çok sevdiğim birkaç müstesna insandan biridir; onun barışçıllığına ve yüksek ahlakına hayranım.

Yayla yürüyüşüne dönecek olursam, etkinlik Dorukkaya otelindeki kısa bir moladan sonra Kuzeye giden yola saparak başladı. Yürüyüşün başında 300 metrelik bir vadi çıkışı vardı. Bu çıkış yeri Karabük'e giden yol üzerindedir, Gerede'nin kuzey doğusuna düşer; bu yol devam edip Samsun'a kadar gider.


Çıkış öncesi ormanın başladığı yerde kısa ısınma hareketleri yapıldı. Bu vadi sakin, huzurlu bir vadiydi ve benim en çok sevdiğim tarzda olan yerlerdendir; kuşburnu, böğürtlen gibi çeşitli meyve ağaççıkları vardı. Kabalak denilen yeşil yapraklar da boldu. Bunlar kabak yaprakları gibidirler, tüylü ve büyüktürler, su kenarlarında yetişirler. Zaman zaman kabalak tarlalarına rastladık. Yağmurlu günlerde bunların üzerlerinde enfes yağmur damlaları oluşur ve güneş vurduğunda inci gibi parıldarlar.
Yürüyüşün bu çıkış rotasında 20 dakika kadar sonra zorlananlar oldu; 4 kişi yürüyüşü yapamayacakları için otobüse, daha doğrusu midibüse geri döndüler. Burada bence güvenlik açısından o 4 kişiye ADOG'dan bir refakatçi vermek daha şık olabilirdi. Dönüş yolunda kaybolma riski sıfır dahi olsa (ki sıfır gibiydi) onlarla tecrübeli bir kişi midibüse dönüp tekrar gruba geri gelseydi iyi bir jest olurdu. Neden derseniz, bu geri dönecek olanların yüzlerine bakıp bedensel dillerinden "Acaba dönüş yolunu rahat bulabilir miyiz? Yolu şaşırmayalım? Dönüşte köpek, ayı falan çıkarsa?" şeklinde sorular sordukları anlaşılıyordu derim. Issız yerlerde kalabalıktan kopmak her zaman bir tedirginlik yaratabilir. Onların arasında bir ev hanımı da vardı. Bu arkadaşların geri dönmeleri elbette onlar açısından doğru bir karardı, çünkü o tempoda ilerlemeleri imkansızdı.


Toplam olarak 23 km yüründü. İnişli çıkışlı bir yürüyüş olduğundan bunun zorluk derecesini 30 km olarak düşünebiliriz. Kalın kar yürüyüşlerinde de 10 km yürüdüyseniz, bu bazen 20 km'ye bile denk gelir!.. 1870 metre kadar yüksekliklere çıktık sanırım ve bir yayla için oldukça iyi bir yüksekliktir bu.



1500 metre kadar yükseldikten sonra yolumuzun üzerine çıkan ilk yayla Afşartarakçı yaylasıydı. Afşartarakçı diye de bir köy var. Küçük, sevimli bir yayla göletini geçtik. Bu köyde eskiden kemik ve şimşir tarak yapılırmış. Google map'in http://maps.google.com/maps sayfasına girip Afşartarakçı yazarsanız ayrıntılı haritayı görebilirsiniz.





Yürüyüş esnasında çok sayıda kır çiçeği görmek de mümkün; bu çiçek tarlalarını görmek insana sevinç verir, çocuksu bir coşku yaratır. Ayrıca pek çok da çeşme vardır. Bu çeşmelerin bazıları çok hoşturlar, suları güvenle içilebilir; içlerinde oluşan yosunlar çeşmeye canlı bir renk katarlar. Yayla köylerinden geçerken köpekler havlar; bunlar çoğunlukla iriyarı çoban köpekleridir; kocaman kafaları vardır; biraz ürkütürler, ama yine de sevimli bir yanları vardır. Elma ağaçları da bahçelerde görülürler, elmalar kırmızı yüzleriyle bizi selamlarlar, güneşteki yansımalarda sanki bize göz kırparlar, "Gelin çürümeden bizi yiyin!" şeklinde mesaj gönderirler!.. Yerlerde kurutmak için patatesler serilidir. Köy içlerinde beyaz hindiler tavuklardan daha boldur; onlar yılbaşına kadar emniyettedirler, yılbaşından önce ormana kaçarlarsa yine emniyette olmaya devam edebilirler, ama bu kez de tilkilerin yıl başı ziyafeti başlar!..



Evlerin çoğu bakımsızdır; tenekelerden, tahtalardan çitler, çatılar yapılmışlardır, Latin ülkelerindeki gecekonduları andırırlar. Ama güzel ve bakımlı olan evler de vardır. Bazı düzlüklerde yılkı atlarına rastlanır. Tabiatta serbestçe dolaşan bu yabani atlara yılkı derler. Bazı çiftçiler atları besleyecek imkana sahip olmadıklarından kışın onları doğaya bırakırlar, yaz gelince yine yakaladıkları olur. Aynı atı yakalamaktan ziyade farklı atlar yakalanır ve yılkı atları sürekli sahip değiştirirler, bu da bence onlar açısından pek hoş bir durum değildir. En güzeli size özgürlük de veren sabit ve iyi kalpli bir sahiptir!.. Onlara epeyce yaklaştık, fakat çok sayıda insan olunca ürktüler. Aşağıdaki dede de elindeki baltayla odun kesmektedir ve sanırım kesme işine kısa bir süreliğine ara vermiştir!..


Yol boyunca pek çok yayla gördük. Herhalde 10 kadar yayla geçmişizdir. Bunlardan biri de Dikmen yaylasıydı. Ayrıca Ümit köyü ve Sungurlar yayla isimlerini de hatırlıyorum. Hacı Veli çeşmesini de gördüğümüze göre Hacı Veli yaylasından da geçmişiz demektir. Bu yaylaların her zaman bir levhaları olmaz. En son gittiğimiz yaylanın ismi ise yanlış hatırlamıyorsam Hasbeyler yaylasıydı.





Yürüyüş temposu oldukça hızlıydı. Yaklaşık 9 saatlik yürüyüşte sanırım toplam yarım saatlik bir mola verilmiştir; bu da 8.5 saat kadar iyi bir tempoda inişli çıkışlı durmadan yüründüğü anlamına geliyor. Olay doğaçlama bir şekilde bir trekkingden ziyade bir dağcılık ve biraz da bir dayanıklılık etkinliğine dönüştü diyebilirim.






Grupta 2-3 telsiz ve 2 tane de GPS (Küresel Konumlama Sistemi) vardı. Yol güzergahı GPS'e göre belirleniyordu. İlginç bir şekilde 2 GPS de bazen iki ayrı yönü gösteriyordu ya da ben öyle duydum, herhalde espri yapılmıştı. Biri kuzeye gidin derken öteki başka bir tarafı gösteriyormuş. :) Yürüyüş rotasından bazı sapmalar oldu. Bu sapmalardan dolayı midibüsle buluşma noktasına hava kararmadan ulaşamayacağımız anlaşıldı. Doğa yürüyüşlerinde en korkulan şeylerden biri karanlığın basması ve rotanın kaybedilmesidir. Bizim dün yaşadığımız olaya elbette kaybolma diyemem; Salim beyin de dediği gibi bir "rota sapması" ya da "geçici yön yitimi" oldu. Dolunaya rağmen ormanda hava karardığında yürümek çok zordur; üstelik 30 kişilik bir grupla fenersiz, ışıksız bu neredeyse imkansızdır.
Son etapta uzaklardan Gerede'yi gördüğümüz harika bir vadiye ya da kanyona geldik; kanyonun derinliği 1.5 km kadar vardı. GPS'ler bunu söylüyorlardı. Güneş muhteşem bir şekilde batıyordu, uzaklarda bulutlar da görünüyordu. Buradan aşağıya inmeye başladık, dik bir inişti ve birkaç yerde aşağı yuvarlanmanın mümkün olduğu riskli geçişler, çakıl tabanın üzerlerinde tuzak gibi duran oynak kaya parçaları vardı; bu noktalara tecrübeli bir kişiyi yerleştirip riskli geçiş için bir köprü ya da güvenlik şeridi kurulması risk azaltmak bağlamında faydalı olurdu. Köylülerden biri bize bu vadiden geçemezsiniz demişti; doğrusu gündüz vakit olsaydı bu vadiden aşağı inmek harika olurdu. Bir süre sonra çok doğru bir karar alınıp Hasbeyler yaylasına geri döndük.
Yarım saat kadar iyice kararmış havada midibüsün gelmesini bekledik. Planda Keçi kalesi de vardı, ancak hava karardığından bu kale artık bir başka zamana kaldı. Keçi kalesi Arkut dağının tepesindedir ve Gerede'den 5km uzaktadır. Hikayeye göre kale düşman tarafından çevrilmiştir ve kaledekiler de uyanıklık yapıp keçilerin boynuzlarına mumlar takmışlar, düşman karargahına doğru onları sürmüşler ve karşılarında büyük bir ordu olduğunu sanan düşman da kaçmış!.. Bu hikayenin tam tersi versiyonları da vardır. Bunların tarihsel gerçekliklerini bilemem ama bu hikaye keçilere tarihsel bir önem kazandırmaktadır!.. Keçi peyniri falan yerken keçilerin başka işlere de yarayacaklarını unutmayalım!..
Gece karanlığı yaylanın üzerine iyice çökmüştü. Yürüyüşte sırılsıklam olan sırtım serinleyen havada buz gibi olmaya başlamıştı. Ben şahsen bugünkü performansımı beğendim. Bunun en iyi göstergesi zorlu bir yürüyüşten bir sonraki gündür. Bugün de yine 10 saatlik bir zorlu yürüyüş olsa yapabilirim, bir hamlama ya da "öldüm-bittim-mahvoldum-vasiyetimi yazayım" durumu olmadı kısacası.


Yol boyunca pek çok kişiyle sohbet etme fırsatım oldu. Çok değişik meslek gruplarından gelen insanlar var, hepsinin değişik bir hikayesi vardı. Mesela maliyede çalışan bir bayan vardı, Şükriye Canpulat hanım, Bursa'ya tayini çıkmış; herhalde mükelleflerle fazla bir içiçelik olmasın diye bazı kurumlar rotasyona gidiyorlar ve memurlarını onlara hiç sormadan keyfi bir şekilde farklı yerlere atıyorlar. Elbette düzen değiştirmeyi gerektirdiğinden hoş bir durum değildi bu. Askerliğini Hakkari'de yapmış bir arkadaşla (Burak Şengül) oradaki anıları üzerine konuştum. Muhasebeciliğin yanında Elektronikçi de olduğundan fotoğraf makinelerini de iyi biliyordu. Hakkari'deki güzellikleri, gece görüşlü uçuşları bana anlattı; oradaki zorluklar onda iyi bir anılar zinciri bırakmış. Bu gerçekten önemli bir konuydu. ADOG'dan Salim bey de buna biraz deyinmişti; insan yaşamında geriye dönüp baktığında genellikle "lay lay lom" şeyleri değil zorlu şeyleri, mücadele ettiği şeyleri anımsar. Zorlukların güzelliği buradadır. Kemiklerimiz sert ve güçlüdür, çünkü yerçekimi bize zorluk çıkarır, bizi aşağıya çeker; biz, zorluklar sayesinde güçlenir, kuvvetleniriz; astronotlar yer çekimsiz ortamda kemiklerini özellikle korumak durumunda kalırlar, yoksa kemikleri yumuşar. Kolay hayat insanı yumuşatır, eritir; sağlam duruşu bozar. O yüzden halter kaldırmak iyidir! :)
Bir başka arkadaşla üşüme sorunu üzerine konuştum; ona aniden üşüme atakları geliyormuş ve doktorlar henüz sebebini bulamamışlar, belki de sadece psikolojik bir şeydir; panik atak türü bir şey de olabilir. Bir ara kendi başına yürüyen bir yabancı gördüm; çocuk biraz yalnız kalmış gibi hissettim ve yanına gidip "Hi, where are you from?" diye sordum ve o da "Ben Almanya'danım dedi!" Kendi kendine gayet güzel Türkçe öğrenmiş; Hacettepe üniversitesinde doktora yapıyor. İsmi Florian'mış, ilginç bir isim, sanırım Latince kökenli bir isim, Florianus'tan geliyor. Florian'la Münih'teki muhteşem peri masalı Neuschwanstein şatosu, Bavyera ormanları, Heidi ve Hitler üzerine konuştuk. Herkesin değişik hikayelerini kısa kısa dinledikten sonra yürüyüş sonundaki muhteşem aya baktım ve aşağıdaki fotoğrafı çektim.
Yayla evlerinde en mükemmel zaman gecelerdir bence. Köylüler kafalarına madenci ışıklarından takıp yürürler; tatlı bir sessizlik olur; orman içinden gizemli kuş sesleri gelir. Köylüler birilerini gördüklerinde mutlaka bağırıp hoş geldiniz derler; hepimizi çaya bile davet ettiler. Yaylalarda müthiş temiz bir hava vardır ve insan buralardan güzel bir ev alıp orada hafta sonları kalabilir; şehrin çirkinliklerinden, gürültülerinden kaçıp sığınılacak yeşil bir limandır buralar. Ankara'nın iyi yanı bu tür yerlere yakın oluşudur. Gerede yolu da otobandır, güzel bir yoldur.

Türkiye'nin çok güzel doğal yerleri var ve buraları keşfetmek gerek. İngiltere'de İngilizler en uyduruk yeri bile sırf satış tekniklerini kullanarak pazarlarlardı; bizim çok yüksek değerli ve mutlaka korumamız gereken harika yerlerimiz var.
ADOG tanıtım filminde Gürleyik su yürüyüşünü görmüştüm. Ben henüz Gürleyik'e gitmedim ama listemde var; listemde varsa bir gün mutlaka orada olacağım demektir. Gürleyik şelaleleri denilen yerde yaklaşık 7 km kadarlık bir yol akıntının tersi yönde suyun içinden bazen yüzüp bazen de yürüyerek geçilebiliyor. Buraya Beypazarı yolundan gidiliyor ve Ankaralılar için Temmuz aylarında gidilmesi gereken bir yer.
Ormanın serinliğini, taze kokusunu halen hissedebiliyorum; orman mantarlarının şirin görünümlerine bakınca çizgi film Şirinleri de, onların orman içindeki mutlu anlarını ve yaşamlarını da hayal edebiliyorum...
Zorlu olmakla birlikte sonuç olarak güzel bir etkinlikti; emeği geçenleri kutluyorum...



Mehmet Murat ildan






Friday, October 2, 2009

Fevzi Hocanın Balık Yemekleri



Bu yaz Ankara'da Fevzi Hoca'nın yeri olarak bilinen bir yerde balık yemiştim ve hoşuma gitmişti; ondan sonra oraya gitme firsatım olmadı ama balık yemek istediğimde iyi ve yakın bir yer bulmuş olmaktan dolayı doğrusu mutluyum. Güzel yerleri bir bir saptamak gerek ve zamanı geldiğinde insan önceden saptanmış yerlere gönül rahatlığıyla gidebilir.


Öğretmen olduğu için ona Fevzi hoca diyorlar; ben garsona "Fevzi hoca yaşıyor mu?" diye sorduğumda "Aman yapmayın, Hoca daha genç, 61 yaşında! Adamı öldürsünüz!" diyerek gülmüştü garson. Hoca Trabzonlu; öğretmenlikten emekli olup Trabzonda balık lokantacılığı yapmış daha sonra da işi büyüterek Ankara'da Orman Çiftliğinde bir şube açmış. Yeni bir şube de yakınlarda Çankaya Nenehatun'da açıldı. Orman Genel Müdürlüğü lojmanları içindeki Çiftlik şubesi bize oldukça yakın ve ben o şubeye gitmiştim; güzel bir bahçesi, büyük bir havuzu var. Trabzon'daki arkadaşları takalarla balıkları tutup hemen Ankara'ya gönderiyorlarmış, o yüzden balıklar taptazeler; günlük olarak Trabzon'dan gelmeleri çok önemli bir artı. Bugün Avrupa, Japonya ve Kanada gibi ülkelerde bile çoğu kez dondurulmuş ve epeyce beklemiş okyanus balıkları yeniyor. Büyük gemiler okyanuslara açılırlar, bazen 1 ay boyunca avlanırlar; yakaladıkları balıkları da derin dondurucularda muhafaza ederler. Fevzi Hoca'da diğer hoşuma giden şey de tavada balık pişerken yağının iki kez değiştirilmesi olayıydı.



Buranın tek kötü yanı şarap servisi yok, ama balıklar güzel olduğu için bu hoş görülebilir; bazı eksiler bazı artılarla kapatılırlar ve dengelenirler. Barbun, istavrit, zargana, kalkan, hamsi, levrek, çipura, palamut, istavrit, mezgit gibi çok sayıda çeşit var.
Türkiye'de balık dediğimizde aklımıza gelen ilk şeylerden biri de "balık yoğurtla yenmez" sloganıdır!.. Ben Fransa'da Clermont Ferrand şehrindeki üniversite kafetaryasında balık yemeği almıştım ve yanına yoğurt eklemişlerdi; herhalde adamlar yabancı düşmanlığı çerçevesinde beni zehirlemeye çalışıyorlar diye düşünmüştüm!.. :) Elbette sonradan balığın yoğurtla gayet güzel bir şekilde yenilebileceğini öğrendim. Balık-yoğurt sorunu Lübnan ve Bulgaristan gibi ülkelerde de varmış ve hatta Bulgaristan'da yoğurtla balığın tehlikeli bir ikili olduğu inancı yaygınmış. Bu tür inançlar yapılan bilimsel araştırmalarla çürütülmüşler. Balık ve yoğurdun bir arada yenmemesine karşı savunulacak tek bir şey saptanmış o da her ikisinin de protein zengini olduklarından aşırı protein alımına sebep olacağıdır.


İnsan aslında özellikle yemek işlerinde iyi bir kültür edinmelidir. Mesela ben her zaman rahat okunabilecek bir şarap kültürü kitabı okumayı isterim ama henüz okuyamadım. Aynı şey balıklar için de geçerli. Kültürden elbette Hamsinin bilimsel adının Engraulis olduğunun bilinmesini kastetmiyorum ya da Kasım ayında Kırım sahillerinden Karadeniz sahillerine göç etmelerini bilmeyi. Balık nasıl pişirilir, yenilir, balıkların genel özellikleri nedir gibi faydalı bilgileri kastediyorum ben.



Mesela Fevzi Hocanın restoranında balıklara hamsi ve palamut ızgarası hariç limon sıkılması önerilmez; bu ilginç bir bilgidir. Trabzonluların balığı limonsuz doğal olarak yedikleri de bilinir. Biz küçüklüğümüzden beri özellikle barbunyalara hep limon sıkardık; limonun balığın ağırlığını ve kokusunu aldığını düşünürüz, bu işi neredeyse ezbere yaparız. Fakat Fevzi hoca gibi gurmeler balığın en lezzetli halinin katkı konmadan yenildiği hal olduğunu söylerler ki ben Ege'de limonsuz taze kızartma sardalya yemiştim, tadı halen damağımdadır. Balık limon ikilisi artık kalıplaştığından aşılkanlıkları değiştirmek zordur ve o yüzden Fevzi hoca lokantasında da limon verirler, ama oradaki limonu yine de balığın üzerine değil de mesela rokokonun üzerine sıkılmasını tavsiye ederler. Onların felsefesinde biraz maydanoz, domates ve az zeytinyağı balık için yeterlidir, limon ve başka hiçbir sosa gerek yoktur.
Az önce balık kültüründen bahsetmiştim. Mesela şimdi Ekim ayındayız. Bizim evde saatli maarif diye tuhaf ama faydalı bir takvim var. Oralarda bu türden değişik bilgiler olur ve insan okuyunca hoşuna gider. Ekim'de balıklar artık yaz bittiğinden Karadeniz'den Marmara'ya doğru hareket ederler ve balık bollaşır. Bazı balıklar, mesela Palamut yağlanır; balık yağlandıkça lezzeti de artar, gerçi fazla yağlı balıklar bana hep ağır gelirler. Bu ayda mezgit, levrek, barbunya gibi balıklar da bollaşırlar.
Hepimiz Türkiye'de Kasım ayının hamsi başlangıç ayı olduğunu biliriz. Ülkemizin en ünlü balığıdır bu, seçimlerde aday olsa rahatlıkla kazanır. Temmuz ayında balıkların en az olduğunu balıkçıları dolaşınca çeşit azlığından anlayabiliriz. Bir başka aya gelecek olursak, mesela yılbaşında ben şahsen hindi tavuk gibi şeylerden ziyade hamsi gibi lezzetli bir şeyler yemeyi tercih ederim. Yılbaşı gecesi bir balık yemeği arzu ederim.
Balığın en önemli özelliği omega 3 yağlarına sahip olmasıdır. Beynimizin % 60'ının da yağdan oluştuğu ve bu yağın da yarısının Omega 3 yağ asitleri olduğunu düşünürsek bu yağın önemi artar. Balığın yaşadığı su ne kadar soğuksa omega 3 de o kadar çoğalır. Somonlarda bu yağdan bol miktarda vardır. Batıda insanlar 2-3 ay boyunca balık yağı kapsülleri içerler. Birkaç yıl önce ben de içmiştim ve gayet de güzeldi.
Balık kültüründe herhalde en önemli noktalardan biri taze balık nasıl anlaşılır konusudur. Balığın gözleri parlaksa ve dışa bombeliyse tazedir; bayatsa gözler çok donuk olur, içe çöker. Taze balık eti sert olur. Parmakla bastırınca balık esner ve tekrar eski haline döner, iz kalmaz. Bayat balık içe göçer, parmak izi kalır. Tabii ki taze balık kokusu da tazedir, asitli, yakıcı değildir. Balığın pulları derisine yapışıksa tazedir, kalkıksa bayattır. İşte bunun gibi onlarca ayrıntı var. Bunları bilen kişi bayat balık almaz, tongaya düşmez.
Balıkların da insanlar gibi karakterleri vardır. Mesela kırlangıç balıklarının eşlerinden biri avlandığında öteki çok üzülür tuhaf sesler çıkarırmış ve bazı ülkelerde balıkçılar bu balığı yakaladıklarında ağdan çıkarıp denize atarlarmış. Ben Mezzaluna'da ve Anadolu Kulübü'nde levrek yerdim; levrek dünyanın en obur balığıymış; sürekli yermiş ve Fransızlar ona aç gözlülüğünden dolayı Kurt ismini vermişler. Barbun balıklarının renkleri çok güzeldir ve Akdeniz balıkları arasında pahalı bir yere sahiptir; Romalılar zamanında dahi bu balıklar iştahla yenirmiş. Elazığ'da küçükken bizim en çok yediğimiz balık barbunya balığıydı.
Kefal balıklarının zeki oldukları söylenir; oltaya yakalanmaları daha zormuş; süratli olduklarından ağla yakalansalar bile zıplayarak kaçabilirlermiş. Evet, bu tarz onlarca bilgi var ve insan bu konularda, yani balık olsun, şarap olsun, onları anlatan güzel bir kültür kitabı okumalıdır. Kitapçılara gittiğim zaman benim içimden hep bu tarz bir kitap satın almak geliyor; elbette bir gün alıp okuyacağım. BBC'nin "I Claudius" dizisinde benim hoşuma giden bir sahne vardı. Romalılar zamanında bir adam, daha doğrusu bir şarap uzmanı bir şarabı tadar ve sonra şarabın hangi üzümden yapıldığını, yapıldığı yılda mevsimin nasıl olduğunu, kurak mı yağışlı mı geçtiğini, kaç yıllık bir şarap olduğunu söyler... Bu aşamaya gelmesek de temel bilgileri bilmek güzeldir. Scientia est Potentia! Bilgi güçtür!..
Not: Bu blogu yazdıktan 1 gün sonra, yani bugün, 3 Ekim Cumartesi babamın doğum günü olduğu için onları yemeğe götüreyim dedim ve Fevzi Hocanın yerine götürdüm. Bizim ailede doğum günleri pek kutlanmaz, daha doğrusu abartılı kutlanmaz, kendi doğum günümü ise hiç kutlamam, ancak böyle güzel sakin bir yemek falan yenir. Bugün Fevzi Hoca'da ızgara levrek aldık; çok tazeydi ve lezzetliydi. Salatalar da çok başarılı. Burada fiyatlar kişi başı 30 TL kadardır ki oldukça ucuzdur; 3 kişi 90 verdik, 10 da bahşiş, düz hesap 100 lira, güzel yemeğe verilen para her zaman ucuzdur!.. Ben balık yemek için artık bu konuda uzmanlaşmış olan Fevzi Hoca'yı kesin yer olarak saptamış durumdayım, son kararım yani!.. Buranın park yeri de uygundur; orman içi olması da benim için ayrı bir artıdır. Kasım'dan itibaren ızgara hamsi için oraya düzenli gitmek gerek.
Mehmet Murat ildan