Wednesday, September 30, 2009

En Sevdiğim Şarkı - My Favorite Song







En sevdiğim şarkının ismi şöyle:




I Think I'm Gonna Like It Here.




Bir Elvis Aaron Presley Şarkısıdır bu. Şu siteden ya da YouTube'dan dinlenebilir:




Şarkının sözleri de benim hoşuma gider.








I Think I'm Gonna Like It Here








No-one's in a hurry




No-one seems to worry




Why they're all so happy is very clear




Every day siesta, every night fiesta




I think I'm gonna like it here






All this lovely scenery




There's more to it than greenery




I know a chance for romance is always near




Mission bells are ringing, everybody's singing




I think I'm gonna like it here






The sound of laughter from every doorway




Sweet music floating across the square




It seems to say things are going better




Your troubles like bubbles will soon disappear in the air

Down to my last peso, but I'm not afraid to say so


I feel just like a brave, Spanish cavalier




I don't care where we go, so lead on' mi amigo'




I think I'm gonna like it here






Melodias.....lapieras

Your troubles like bubbles will soon disappear in the air

Down to my last peso, but I'm not afraid to say so
I feel just like a brave, Spanish cavalier




I don't care where we go, so lead on' mi amigo'




I think I'm gonna like it here

I think I'm gonna like it here




I think I'm gonna like it here

I think I'm gonna like it here.






Elvis'in yine çok sevdiğim şarkılarından biri de Vino Dinero Y Amor'dur:


http://videoizle.video75.com/1bpWJDn9fpZ/vino-dinero-y-amor/


Bu şarkının sözleri de şöyle:



Vino Dinero Y Amor



Viva el vino, viva el dinero

Viva, Viva

El amor

I like to drink wine, and money is fine

But I like the girls even more

Viva el vino, viva el dinero, viva viva el amor



Some pesos you pass, put wine in her glass

And soon she will say "si senor"

Viva el vino, viva el dinero, viva viva el amor



With wine on your lips and money in your pocket

And your sweetheart in your arms

You're rich as you can be

So lift up your glass, let's sing it all together

Muchachas, caballeros, make this toast with me



We'll drink one more time, with money and wine

Let's drink to the girls we adore

Viva el vino, viva el dinero, viva viva el amor

Sing one more time, money and wine

Let's sing to the girls we adore

Viva el vino, viva el dinero, viva viva...



El amor





Beautiful Life







Bir de 2009'un son zamanlarında çalan bir şarkı var o da benim favori araba parçalarımdan: Oceans Four Feat Adam Clay Beautiful Life

http://videoizle.video75.com/Ij2qRy5E3eL/oceans-four-feat-adam-clay-beau/









Mehmet Murat ildan

































Tuesday, September 29, 2009

Real Marketin Rafları




Bilkent’teki Real market 1990’ların sonunda açılmıştı ve o günden beridir de Ankara’nın en popüler hipermarketi oldu. Benim oturduğum yere oldukça yakın olduğu için buraya sık sık giderim. Şimdi biraz bu marketten bahsedeceğim.


Real market Metro grup isimli dev bir perakende şirketin bünyesindedir. Türkiye’nin dışında bildiğim kadarıyla Almanya’da, Polonya’da ve Rusya gibi ülkelerde de var. Tavanının yüksek oluşu ve koridorların genişliği bir ferahlık sağlıyor.

Ben zamanım olduğunda bu markete gidip ürünleri inceliyorum; bazen akşam yemeğimi de buradan alıyorum. İnsan bu tür hipermarketlerde genellikle belirli yerlere gider ve belirli markaları satın alır. Mesela ben girişteki bölümleri geçtikten sonra sabun bölümüne gelince, evde de sabun kalmamışsa otomatik olarak Hacı Şakir Gül Kokulu sabundan alırım; dörtlü paketler halindedir bunlar ve doğal bir sabundur, vücudu kurutmaz, kayganlaştırır. İsmi fazlaca gelenekseldir; ismini değiştirip Pırlanta Sabunları deseler daha güzel, daha modern olur.
Araba aksesuarları reyonuna bakmak da keyiflidir. Çok yakında oraya kış lastiklerini dizmeye başlarlar. Sık sık araba yıkadığımdan en çok şampuan kısmına göz gezdiririm. Benim kullandığım marka Sonax isimli cilalı bir şampuan; doğaya da zarar vermiyormuş, yani üzerinde öyle yazıyor!..

Bu reyonun biraz ilerisinde peynirler vardır. Ben bu aralar Şahinler Köy peyniri denen bir peyniri alıyorum. Sanırım bu peyniri sevmemin sebebi Elazığ Şavak Peyniri’ne benzettiğim içindir. Yağı daha azdır; taze peynir olduğundan özellikle pide ekmekle ve domatesle harika gider. Biraz tuzludur ve “Suya koyun tuzu geçer” denmektedir!..
Peynir reyonunda etsiz çiğ köfte olayı da vardır ki ben geçen yıl bunlardan yiyip rahatsız olmuştum. Sebebi de normalde ayda yılda bir tane yerim, fazla yemem; o zaman 4 tane yemiştim, herhalde o kadar acıyı kaldıramadım. Gaziantepli olsaydım bu bana vız gelirdi!.. Belki de yediğim şey bozuktu. İlginçtir, yeşilbiber acısı bana dokunmaz ama pul biber acısı beni etkiler. AB kriterlerine göre artık ülkemizde “Etli çiğ köfte” yasaklanmış, yani iyi marketlerin hepsinde artık etsiz yapılıyor bu köfteler; bence daha önceden de zaten etsiz yapılıp etli diye satılıyorlardı!..

Bazen rafları tek tek gezmek hoştur; insan yeni ürünler görür; bu nedir diye inceler. Mesela bir tane yeni fıstık ezmesi çıkmış; küçük bir kavanoz 25 lira, ama üzerini okuyunca insan şüpheleniyor. Yazıları minnacık yazmaları da ayrı bir dert! Yazıları sivrisinekler mi okuyacak? % 60 fıstık ezmesi diyor, peki % 40 ne oluyor? :) Gerisine de küspe karıştırıyorlar herhalde. En iyisi fıstığın bizzat kendisini yemektir. Ancak Real’de bile taze fıstık pek bulunmaz. En iyi Gaziantep fıstığı Konya yolundaki Hacı Baba’dan alınabilir. Orada fıstık sürümü müthiştir ve fıstıkların bayatlamaya zamanları olmaz!..

Ben genellikle makarna reyonuna da uğrarım ve Barilla marka ince uzun spagettiden alırım. Mantar soslu bir İtalyan spagettisinin tadına doyum olmaz. Bal reyonuna da almasam bile uğrarım. Burada onlarca çeşit bal vardır ama çoğu gerçek bal değildir. Balparmak firmasının balları güzeldir; Avrupa’da da kalite ödülü almışlardı. Karakovan petek balları gelir bazen; küçük miktarları bile 50 lira gibi yüksek bir fiyata satılırlar. Fiyat yüksekse kalite iyidir mantığı bazen doğru olsa da her zaman da doğru çıkmaz. Benim aldığım bu Karakovanlardan biri bir kez şekerleşmişti.
Bal konusunda şanslı sayılırım, çünkü ballar bana İsviçre’den geliyor; gerçekten güzel ballardır. Langnese diye bir kuruluşun ürünleridir bunlar; orman ballarıdır, üzerinde vahşi çiçek balı diye yazar. Langnese bir Alman firması ve 1925 yılında Hamburg’da kurulmuş. Yüksek kalite ballar üretiyorlar.

Bu bal-reçel reyonunda bir de benim sıkça aldığım St Dalfour çilek reçelleri vardır. Japonya gibi çok uzak bir ülkede bile bu reçelleri görünce şaşırmış ve sevinmiştim. Bunlarda şeker olmaz, onun yerine elma suyu koyarlar. Bu Fransız reçellerinin kavanozları da benim hoşuma gider. Modern olanla muhafazakar olan birleştirilmiştir. Reçelleri geçince meyve kısmına gelinir. Burada herkes gibi ben de önceden belirlenmiş şeyleri alırım. Mesela “Salkım Domates” alırım. Bunların sert olanları çok lezzetlidir. Elmalardan Amasya elma alırım ki 1 haftadır Real’e yeni mahsul çok güzel Amasya elmaları geldi; taş gibi sert ve sağlamlar; insan bunlardan günde 5 tane bile yiyebilir. Yıllardır pek çok ülkede değişik elmalar yedim ama hiçbiri bu Amasya elmaları kadar güzel ve lezzetli değildir bence.
Şimdilerde narlar da gelmeye başladılar. Doğrusu Nar suyu içmeyi özledim. İnsan her zaman içemiyor, ama üşenmeden Nar satın alıp içmek lazım. Bu nar olayında 2 kez sıkma aleti kırmıştım, sıkma kolu parçalanmıştı, sonunda 350 lira verip sanayi tipi denilen ve büfecilerin kullandığı çok sağlam sıkacaklardan aldım; narlar kabuklarıyla birlikte inanılmaz sert oluyorlar ve normal sıkacaklar çabucak parçalanabiliyorlar. Fitness sonrası bu yeni aldığım sağlam olanları da fazla zorlamıyorum, o da parçalanırsa nar suyu sıkmak hayal olur!..

Meyve reyonunda sıkılmış portakal ve havuç suları da vardır. Bazen insan yemek kısmından ekmek arası mantar alabilir ya da biraz döner ya da tavuk but ve bu gerçek sıkma sularla hoş bir yemek yenebilir. İngiltere'de ben en çok taze portakal suyu bulamamaktan şikayet ederdim; hepsi konsantreden yapılmaydı ve bunların tatları müthiş yapay olur.
Meyve reyonunda şimdilerde mandalinalar boy göstermeye başladılar, fakat henüz yeşiller! İnsanların tuhaf alışkanlıkları olur; benim tuhaf diyebileceğim alışkanlığım mandalinayı elime alıp tırnağımla kabuğundan küçük bir parça sıyırmaktır. O zaman insanın eline mandalina kokusu bir parfüm gibi yapışır. Özellikle King türü mandalinalarda müthiş keskin bir aroma vardır, güzel kokar; mandalina kokusu kış mevsiminin kokusudur.
Real’in ekmek reyonunda da çeşitler boldur. Ben neredeyse bütün ekmekleri denedim diyebilirim. Mesela mısır ekmeği vardır ama çabuk ufalanır, yemesi zordur. Tam buğday ekmekleri güzeldir. Alman ekmeği tuğla gibi ağırdır; biri size saldırırsa kafasına Alman ekmeği indirebilirsiniz! :) En iyisi sıcak pidelerdir. Sıcak olan şeyler güzeldir. Küçükken böyle sıcak pidelerin arasına tereyağı koyup yerdim ama artık bunu yapmıyorum, büyüdüm, yani sanırım büyüdüm. O zamanlar tereyağları da daha katkısızdı elbette.

Türkiye’de birkaç ay önce bir doktor çıkıp insanları yumurtanın zararlı olmadığı konusunda ikna etti diyebilirim; o yüzden artık yumurta reyonuna da sıkça uğrar oldum. Ama yumurtaların hangisini almalı? Hepsi yapay yemle beslenen tavuklardan alınıyor. Üzerlerinde doğl besinle beslenmiş dese de kuru yonca falan kullanıyorlar. Ben doğallıktan tavuğun doğada çayır çimende kendi kendine beslenmesini anlarım şahsen!!.. Hologramlı Eggy diye bir marka alıyorum şimdilerde ama nerede o eski yumurtaların tadı şeklinde klişe bir cümle kurayım şimdi!..

Real’in şarap ve bira reyonları da zengindir. Ben şarap reyonunda çok zaman harcarım. Şarapların üzerlerini okurum; üretim yıllarına, eskitilme yıllarına, üzüm çeşitlerine falan bakarım, şişelerin şekilleri de ilgimi çeker; ama onca okumadan ve incelemeden sonra dönüp dolaşıp "en pahalı" şarap hangisiyse sonunda onu alırım ya da önceden bildiğim Yakut Kavaklıdere gibi belli birkaç markadan alırım. Para varsa harcamak gerek, çünkü yaşam sonsuz değildir!..
Dambılların yani el halterlerinin olduğu spor reyonuna da sıkça bakarım. Şimdilerde 10 kiloluk dambıllardan arıyorum; geldi mi alacağım. 8 kiloluklar artık geride kalmaya başladılar. Dambılların sırrı nedir? Yer çekimidir!! Yer çekimi olmasaydı dambıl fabrikaları batardı!.. Gerçi yer çekimi olmasaydı dambıl fabrikaları da zaten olmazdı!.. :)

Real market benim sevdiğim bir yer. Düzenli bir market; ben düzeni ve düzenli yerleri, belirli bir standardı ve belirli bir çıta yüksekliği olan şeyleri severim. Bu markette sınıflandırmalar iyi yapılmışlar. Etlik’te de bir şubesi açıldı; orası hafta sonları dolup taşıyor. 95 yaşını aşmış anneanneme bakıcılık yapan teyzenin oğlu bu markette güvelikte kamera bölümünde çalışıyor. Onların anlattıklarına göre Etlik Real’de çok sayıda hırsızlık oluyormuş; montu giyip dışarı çıkmaya çalışandan tutun, ruju çantasına atana dek orada hırsızlık müthiş yaygınmış.


Bir yazarın bir sözünü anımsamaya çalışıyorum. Sanırım şöyleydi: “Bir adam aç olduğu için çalmaz, hırsız olduğu için çalar.” Üstat William Somerset Maugham büyük ihtimalle Sheppey oyununda söylemişti bunu. Bu söz benim hoşuma gider; toplumda imkânı az olan çok sayıda insan vardır ama onların hepsi çalmaz, sadece bazıları, hırsız olanları çalar. Bu hikayede benim ilgimi bu hırsızlık değil de o güvenlik elemanının aldığı maaş çekmişti. Haftanın 7 günü çalışıyor bu kişi ve sadece 500 lira maaş alıyor! Annesi oğlunun kıpkırmızı gözlerle eve geldiğini söylemişti; saatlerce kameralara bakmak insanı müthiş yorar. Ayrıca bazen bir günde 3000 liralık hırsızlığı yakalattığı oluyormuş ve aldığı maaş sadece 500 lira! Bunların değişmesi gerekiyor. İnsanlara insanca yaşayacakları miktarı vermek gerek. Real çok kazanan bir kuruluş ve bu kazancından çalışanlara daha fazla kaynak aktarmalıdır; vicdan ve yüksek ahlak bunu gerektirir… Vicdan ve yüksek ahlak yoksa hiçbir şey yok demektir...

Marketlerde fırsat buldukça dolaşmayı seviyorum…
Daha adaletli bir dünya dileklerimle…

Mehmet Murat ildan

Friday, September 25, 2009

Haymana Kaplıcalarına Bir Gezi



Geçen ayki Kızılcahamam kaplıca gezimden sonra bugün, 25 Eylül Cuma günü de Haymana'ya gittim. Ankara yakınlarında kaliteli bir kaplıca yeri saptamaya çalışıyorum. Elbette kaplıcaya her zaman gidilmez; sık sık gidilince bayabilir bile!.. Ama insan ara sıra gitmek isteyebilir ve gidilecek iyi bir yer saptamak gerekir.



Haymana'ya çok uzun yıllar önce, küçükken gitmiştim. Dönüş yolunda arabanın çok yakınlarına düşen bir yıldırımın sesi halen hafızamdadır. Haymana'ya Konya yolundan gidiliyor. Eymir gölüne sapılan yerde Haymana yazısı vardır. 70 km kadardır; yolu iyi sayılır. Bu yolda trafik denetimi pek olmaz, ara sıra jandarma olur ama onlar da kamyonları denetlemektedirler, o yüzden 100-130 arası hız yapılabilir; fakat zaman zaman yola yakın koyun sürüleri olur; bir de biçerdöverler vardır, yolun yarısından fazlasını kaplarlar ve tehlikeli olabilirler; ayrıca virajlar da sıkçadır. En iyisi 100'ü aşmamaktır, yoksa yüzü astarından pahalıya mal olabilir!..



Saat 14.30 gibi doğaçlama olarak sırt çantamı arabaya atıp Ankara'dan yola çıktım ve 15.30'dan önce Haymana'ya vardım. Yol boyunca gördüğüm manzara şuydu ki Anadolu çölleşiyor!! Zaman zaman acaba İç Anadolu'da mı araba sürüyorum yoksa Arizona çöllerinde mi gibi bir duyguya da kapıldım. Bizler şanlı kuşaklardanız, ülkemizde halen özellikle Ege bölgesinde harika ormanlar görebiliyoruz, sincaplarla karşılaşabiliyoruz, fakat bu hızla giderse 30-40 yıl sonra orman göremeyeceğiz, sadece google-image'de orman resimleri görebileceğiz!..

Haymana girişinde pek çok kaplıca yeri gördüm. Buralar denizden 1200 metre yüksekliktedir. Benim gittiğim yer "Haymana Resort Hotel" isimli bir yerdi. Eğer söylenenlere inanacak olursak Dünya Termal Kongresi'nde Haymana kaplıca suyu şifa bağlamında listede ikinci sırada yer almış. Ben Fransa'nın Vichy kasabasında 8 ay kadar kalmıştım; işte bahsedilen listedeki birinci sıra kaplıca yeri bu Vichy kasabasındadır; ikincilikse Haymana'nındır. Bu bilginin doğruluğunu elbette araştırmak gerek.


Otele gittiğimde oda 50 lira, giriş de 30 lira dediler. Sonra toplam olarak 60 lira verseniz yeterlidir dediler. Başlangıçta bir oda veriyorlar, sanırım bu zorunlu bir şey; bütün gün kalabiliyorsunuz. Odadaki bornozu giyip aşağı havuza asansörle iniliyor.



Havuzu görünce beğendim. İçeri girince müthiş bir kükürt kokusu vardı. Aynı koku Kızılcahamam Patalya'da yoktu, sanırım oradakine normal su karıştırıyorlardı!.. Bayanlar için ayrı bir havuz var, bir de benim gittiğim bayan erkek karışık havuz var. İyi haber, ben içeri girdiğimde in cin top oynuyordu; kimseler yoktu ve havuz da temiz görünüyordu, kendi kendime iyiki gelmişim dedim.



Su sıcaklığı 41 derece kadardı ki bu idealdir. Aşağıda fotoğrafını verdiğim mermer çeşmelerden bu havuza sürekli olarak su akar ve bu su da 45 derecedir. Havuz içi de 45 derece olsaydı suyun içinde rahat durulamaz, fazlasıyla sıcak olurdu. Otelin bulunduğu yer kaynağa çok yakın bir yer olmalıydı, çünkü kaynağın da 45 derece olduğunu duymuştum. Zaten kaynağa en yakın yerleri genellikle parası en çok olan işletmeler kaparlar.


Ben bu havuzu kendi özel havuzummuş gibi 40 dakika kadar kullandım; yalnız havuzun dibinde suyun gidebileceği bir delik göremedim ki eğer bu doğruysa su yukarıdan taşarak temizleniyor; çok da iyi ve hijyenik bir sistem değildir bu. Bir süre sonra 2 aile çocuklarıyla geldi; kilolu çocuklar havuza girince havuz biraz taştı!.. Babaları kaplıca suyunu epeyce içti!..
Haymana muhafazakar ve eğitimi göreceli olarak az bir yer; fakat bu otel için uygar bir yer diyebilirim. Havuzda bone takmak zorunluydu; girişte kağıttan yapılma bir bone veriyorlar; bu bölümde bir de soğuk su havuzu var. İçeride çok ısınınca bu havuza dalmak güzeldir. Etki-tepki olayı bağlamında, ısınınca vücudu dengelemek gerekir.


Bu bölümde bir de vanayı açınca akan kaplıca duşları vardır; gökten 45 derecelik kükürtlü sıcak su gelir. Ayrıca Türk hamamı da vardır. Ben özellikle ilk 40 dakika buranın güzel atmosferinde dinlendim. Yukarıda, tavanda su damlacıkları birikmişti ve bunların suya düşüşlerini izlemek de insanı dinlendirir. Zaman ilerledikçe içeride buharlar da çoğalmaya başlamıştı.

Otelde birkaç saat yüzdükten sonra Haymana'ya indim; etrafı dolaştım; her yerde sobalar satılmaktaydı; kışa hazırlık yapılıyordu. Biraz kahvehanede çay içip insanları dinledim. Aspava kebapçısında Kuşbaşılı pide yedim ki çok çok güzeldi; kaşarlı pideleri de enfes görünüyorlardı. Böyle küçük yerlerde pideler temiz ve lezzetli olurlar; yemekler de ucuzdur.
Güneş batmaya başlamıştı, artık ayrılma vaktiydi. Buraya gelmekle iyi yapmıştım, yorgun gözlerim dinlendi. Su, her zaman benim gözlerimi dinlendirir. Birkaç gecedir Çin öykülerine baktığımdan geç yattığım için gözlerim epeyce yorulmuşlardı ve onlara haksızlık etmiştim; bugün bunu biraz telafi edebildim.
Dönüşte aklımda en çok ne kaldı derseniz, en üstteki fotoğraf kaldı derim; küçüklüğümden beri suyla oynamayı severim. Ben havuza geldiğimde kimsenin olmaması sayesinde içeride fotoğraf da çekebildim. Japonya'daki kaplıcalarda fotoğraf çekememiştim; zaten insanlar varken çekilemez de, bu tip yerlerde fotoğraf çekilemez levhaları bile vardır.
Şuna kesinlikle kanaat getirdim ki kaplıcalara gece girmek gerekir. Birincisi gece çok az insan olur ya da hiç olmaz; ikincisi gecenin ortamı daha romantiktir; kaplıca havuzları geceleri mutlaka loş bir ışıkla aydınlatılmalıdır; mümkün olsa mumla aydınlatma harika olurdu. Ayrıca kaplıcalar kışın daha çekicidirler. Yaşamı çekici kılan şeyin ölüm olması misali, sıcağı daha çekici hale getiren de soğuklardır. Bugün havuzdayken aşağıya aktardığım şu müziğin orada çalmasını isterdim ve yanında bir de bir kadeh iyi kalite kırmızı şarap veyahut serince bir Buğday Birası Gusta:
Sıcak sularımız güzel, tesislerimiz ise maalesef henüz istenilen düzeyde değil; daha güzel ve daha kaliteli bir hale getirilmeli!.. Elbette Türkiye'de de 5 yıldızlı kaplıca yerleri mutlaka vardır, İzmir'de Balçovadaki yer böyle bir kaplıcadır sanırım.
Galatia Salutaris, yani sıcak su membası bir ülke için önemli bir değerdir ve iyi değerlendirilmelidir. Ankara'ya oldukça yakın böyle ılıcaların olmasını iyi bir şans olarak görüyorum...
Not: Haymana ile ilgili bazı fotoğraflar Picasa albümümde mevcuttur. http://picasaweb.google.com/ildanmmi/TurkeyAnkara2#

Mehmet Murat ildan

Wednesday, September 23, 2009

Gusta - Weissbier - Buğday Birası



Gusta sözcüğü Gusto'dan geliyor ve kelime anlamı zevk almak, haz duymak demek. Gusta bir bira markası ve ben ilk kez bu birayı İzmir'de içmiştim. Almanlar Weissbier, İngilizler Wheat Beer diyorlar. Bu buğday birası milattan önce 5000 yıllarında bile yapılmaktaymış. Sümerler tarafından üretiliyormuş. Elbette daha önceden bile yapılmış olabilir; arkeolojik buluntular tarihi gerçekleri her an değiştirebilmektedirler.



Arpadan üretilen biralar (açık renkli lagerler) alt fermantasyon denilen bir yöntemle üretilirken Gusta üst fermantasyonla üretiliyor. Maya üst tarafta toplanıyor ve ilginç bir aroma oluşuyor. Gusta birası filtre edilmeden şişelendiği için rengi oldukça bulanık ya da buğulu. Ben ilk gördüğümde herhalde bu bira biraz bozuk demiştim, kristalize olmuş bal görünümündeydi!..


Buğday maltından üretilen Gusta'nın içimi gayet güzel. Birayı doldururken beyaz bir köpük oluşuyor. Uzun boylu ince belli bardaklar kullanılırsa daha uygun olmaktadır, böylece köpük rahatça yukarı doğru yükselebilir!.. Gusta aynı zamanda Türkiye'nin ilk buğday birası!.. İçerken insanda meyvemsi bir tat bırakıyor. İçine katılan şerbetçiotu miktarı az olduğundan öteki biralardaki burukluk fazla yok ve daha yumuşak. Şerbetçiotu nasıl bir şeydir diye sorarsanız, aşağıya bu otun bir remini koydum. Bunun Latince ismi de komiktir: Humulus Lupulus!.. Dünyanın en iyi şerbetçiotu üretiminin Bilecik'te yapıldığı söylenmektedir.



Ben çoğu kez Kırmızı şarabı tercih ederim, fakat ara sıra bira da içmeyi severim; artık bira içmek istediğimde Gusta'yı içeceğim. Bir de "Gusta Dark" çıkmış fakat ben dark olanları pek sevmiyorum, daha ağır oluyorlar. Efes bu yeni markayı çıkardığına göre Türkiye'de bira talebinin de artmakta olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Efes zaten tek başına Türkiye'deki üretimin %80'ini yapmaktadır. Bu biranın tanıtımı yapılırken de ünlü bira gurmesi Michael Jackson (popçu olan değil!) Türkiye'ye gelmiş... Wikipedia gibi ansiklopedilerde bu ismi ararsanız Michael Jackson (writer) diye yazmanız gerekir. "Dünya Bira Rehberi" gibi pek çok kitabı vardır.
Gusta çıkalı 2 yıl kadar oldu; temel içkim Kırmızı şarap olmakla beraber bundan böyle "Gurme Bira" kategorisindeki Gustayı da zaman zaman içeceğim... Benim "Buğday tadı" diye tanımladığım tada sahip şeyleri seviyorum. Aslında bir kere de İngiltere'de "Wheat Germ" denen Buğday özlü bir şampuan almıştım ve oldukça iyi bir şampuandı. Herhalde buğday bana iyi geliyor! :)


Mehmet Murat ildan

Böceklerin Savaşı



"National Geographic Specials" serisinde "Böceklerin Savaşı" diye bir bölüm seyrettim ve aklıma doğrudan benim "Tanrı'ya Yolculuk" oyunum geldi. Belgesel gerçekten çok iyi hazırlanmış ve çekimler de çok iyi yapılmıştı. Gördüğüm şeyler tam bir kaostu, bir kabustu!..


İsmini şimdi unuttum, siyah bir karınca var, çok da çirkin, bu bir casus olarak etrafta dolaşıyor ve mesela karınca benzeri olan bir termit kolonisine rastlıyor. Hemen gidip bu koloniyi öteki siyah karıncalara haber veriyor ve böylece kelimenin tam manasıyla termit şehrinin işgali ve katliamlar başlıyor. Bazı termitlerin kafası kesiliyor, bazıları zehirleniyor. Müthiş bir meydan savaşı. Bu görüntüleri gördükten sonra "Tanrı'nın Düzeni" budur sözünü kimse dedirtemez bana. Orada, Tanrı'nın düzeni değil, "Şeytanın Düzeni" vardı. Buna düzen de denmez, bu bir kaostur, ürpertici bir düzensizliktir. Ölümden düzen olmaz!.. Ölüm ve öldürme varsa düzen yoktur, anarşi ve kaos vardır!.. Birbirini yemeye dayalı düzenin adı kaostur!..


Belgeselin her aşaması şoke ediciydi doğrusu. Görüntülerde daha sonra Japonya vardı. Burada bir kovan gösterildi. Bir eşek arısı - elbette yine çok çirkin - bal arılarının kovanına gizlice yaklaştı. Bu bir casus eşek arısıydı. Kovanın yerini saptayıp ötekilere haber vermeye gitti. Sonra 30 kadar eşek arısı geldiler. Kovana taarruz başladı. Eşek arıları bal arılarının 5 katı büyüklüğündedir. Bazıları bal arılarının kafasını ısırarak kopardılar, bir yerde öyle bir görüntü vardı ki, eşek arısı bir bal arısını elleriyle duvara çarpa çarpa öldürdü. 30 tane eşek arısı birkaç saat içinde 30 bin bal arısını öldürdü. Ballarına el koydular, her şeyi yok ettiler, yağmaladılar. Bazı bal arıları işkence edilerek öldürüldü. Görüntüler özel kameralarla büyütülerek çok net bir şekilde veriliyorlardı.


İşte evrimin ispatı, işte hepimizin bir tohumdan geldiğinin, zaman içinde lego oyuncakları gibi farklı farklı şekillere bürünmekle birlikte temel yapı taşlarının aynı olduğunun ispatı... İnsanoğlunun dünyasındaki iğrenç vahşetin aynısı o mikro dünyada da var!.. Orada da kıskançlık var, taht kavgaları var, aldatma var, öldürücü ihtiraslar var, aç gözlü çıkarlar var, haydutluk var, anarşi var, kalleşlik var, sinsilik var… orada insan var!!.. Yanlış toplumun yarattığı yanlış insan, çirkin insan, yeterince evrimleşmemiş insan, o hep bildiğimiz, hep gördüğümüz insan!..
Belgeselde daha sonra başka bir karınca kolonisi gösterildi. Burada bazı karıncalar kraliçe karıncaya suikast düzenliyorlar ve onu öldürüyorlardı. Hatta yeni kraliçe olacak olan, eski kraliçenin kanını emip üzerine sürüyordu. İnsanın dünyasında gördüğümüz her türden korkunçluk orada da vardı. Bazı karıncalar başka karınca kolonilerine saldırıyorlar, onları öldürüyorlar, ama yumurtalarını yok etmiyorlar, çalıp kendi kentlerine getiriyorlar ve bu yumurtadan çıkan karıncaları köle olarak kullanıyorlardı. İşte size "Tanrı Tasarımı!" Bunu söyleyenler ne dediklerini gerçekten bilmiyorlar, Tanrı'yı şeytanlaştırıyorlar. Bu ürpertici düzene, bu iğrenç kaos dünyasına her kim "Tanrı Düzeni" derse o kişi delirmiş, gerçeklerden kopmuş derim!.. Böyle mide bulandırıcı bir kaos ortamı Tanrı’nın Düzeni olamaz! Bu düzensizliğe Tanrı Düzeni denmesini şiddetle reddediyorum.
Dünyada ve evrende Tanrısal bir düzen yok; somut gerçekliklere bakarak bilimsel bir mantıkla bu kadar kesin konuşuyorum. Bugün pek çok insan yerde bir karınca görünce ona "Masum yaratık" gözüyle bakar. İnsan bir yere düşüp de bayılmaya görsün, o masum yaratıklar onun üzerini kaplarlar. İnsanın doğayı algılaması da bazen bu “Masum karınca” örneğindeki gibi yanlıştır. Ben de eserlerimde bazen soylu aslanı kullanmışımdır, halbuki aslan soylu falan değildir; kendi hemcinsini, küçük bir yavru aslanı yiyecek kadar alçalmış bir aslanın belgeseli bile vardı. Hele örümcekler! Bir köşeye sinip kalleşçe, hiç dövüşmeden avlanırlar.


Geçenlerde TV'de 10 dakika kadar "Bir Böceğin hayatı" isimli bir çizgi film seyretmiştim. Burada karıncalar çok sevimliydiler; bir tane prenses karınca vardı, henüz çok küçüktü ve harika bir ses tonu da verilmişti. Keşke tıpkı o çizgi filmdeki gibi olsalardı...


Herkesin herkesi yediği bir düzensizlik var ve bunun adı kaostur!.. Böceklerin savaşı... Evrimin ortaya çıkardığı bir kaostur bu manzara... Bu kesinlikle Tanrı'nın işi değil; bu korkunçluk, evrimin işi, tesadüfler zincirinin bir işi!..


Mehmet Murat ildan

Monday, September 21, 2009

Beautiful Autumn Scenery - Sonbahar


Ankara'da sonbahar artık sarımtırak ya da kızılımsı yüzünü iyice göstermeye başladı. Hava serinledi, yer yer yağmurlar da görülüyor. ODTÜ'deki Ahlat ağaçlarının armutları yerlere dökülüyorlar; onların yanından geçerken çok tatlı bir armut kokusu etrafı sarar; insan bu kokuyu duyunca biraz yavaşlar ve içine çeker. Benim internette sevdiğim şeylerden biri google-görseller'e girip, bir konu belirleyip fotoğraflara bakmaktır. İnsan bir anda zengin bir dünyaya dalıverir. Bugün "görseller" kısmına "Beautiful Autumn" diye yazdım ve çıkan resimlere baktım. Bu resimlerin bazıları doğal bazıları rötuşlu, ama hepsi de güzel.



İlk önce bu sevimli küçük kızın resmiyle başlayacağım. Masumiyetle ilgili görüşlerimi Vivian yazımda yazmıştım. İnsan masum doğar; elbette genlerinden gelen masumiyet dışı şifreler, hayvani kodlar vardır, ama o küçükken masumdur. Kötülük, kurnazlık gibi olumsuzluklar sağdan soldan, toplumdan, aileden çevreden öğrenilirler; kötülük insana çoğu kez sonradan bulaşır ve onu çirkinleştirir.


Kristof Kolomb ile ilgili okumalarımda şunu görmüştüm ki Kolomb'un yeni kıtada rastladığı yerliler çok masum insanlardı; saftılar, ellerindeki altınları bile yabancılarla paylaşırlardı. Saflığı burada olumlu anlamda kullanıyorum. Yukarıdaki küçük kıza bakalım; onda bir saflık vardır. İnsan, yaşamı boyunca bu saflığı korumalıdır; kurnazlaşıp, hinoğluhinleşip çürümemelidir, bu çocuk gibi masum, içten ve doğal kalmalıdır. Toplumun ve çevrenin onu kötüleştirmesine izin vermemelidir. Küçük çocuğun resmine bir kez daha bakın; büyük ihtimalle yerde bir böcek ya da bir kuş görmüştür, etrafını unutur ve ona odaklanır. Saflık, masumiyet yeryüzünün en güzel duygusudur. Kundun filminde de hoş bir sahne vardı; 14. Dalai Lama Tenzin Gyatso henüz bir çocukken ruhani lider seçilir; bir toplantıda etrafındakiler siyaset konuşurlarken o küçük bir fare görür, gülümsemeye başlar, dikkati oraya yönelmiştir, çünkü masumdur, çakallıklarla, siyasetle, ayak kaydırmacalarla, küçük hesaplarla işi yoktur; o yalnızca temiz kalplidir ve onun en büyük değeri de budur; bu, gerçek bir hazinedir.





Şimdi ikinci fotoğrafa geçelim. Benim sevdiğim görüntülerden biridir bu. Yapraklar yerleri halı gibi kaplamışlardır, hava güneşlidir; bir sessizlik ve sakinlik vardır. Taştan yapıları çok severim. Burası büyük ihtimalle bir kilisedir. Muhtemelen yakınlarda bir mezarlık vardır. Mezarlığa gidip mezar taşlarını okumak, artık düşünülmeyen bu insanları düşünmek güzeldir. Birden çanlar çalabilir. Eski kapıları iterken hoşgeldiniz der gibi gıcırdarlar. Böyle yerlerde bulunmak insanın ruhunu ferahlatır ve yükseltir.



Bu kez yağlıboya şu resme bakalım. Yine bir sonbahar günü ve yine taştan bir ev. Muhtemelen şöminesi de vardır!.. Eve doğru giden tatlı bir yol görülür; dar bir yoldur bu. Ağaçlar içinden giden patikamsı dar yollar mükemmeldirler. Bu evin bahçesinde oturup etrafı izlemek ve dinlenmek gerek. Belki bu evin bir şarap mahzeni de vardır. Doğrusu yaşamım boyunca benim hayal ettiğim şeylerden biri de budur: Şarap mahzenleri; çok gizemli yerlerdir bunlar. Maalesef sadece bir kez Kapadokya'da bir şarap mahzenini gezme fırsatım olmuştu. Umarım bir gün güzel bir malikanenin şarap mahzenini gezme ve orada zaman geçirme olanağım olur. Meşe fıçıların ucundan bardağa bir kadeh doldurup loş mahzenden yeryüzüne çıkmak... yaşamın müthiş bir zenginliğidir bu...




Şimdi şu yukarıdaki fotoğrafa bir bakalım. Kırların ortasında bir oturma yeri. Sanki ilahi bir atmosfer var. Burada çok güzel hikayeler yazılabilir. Bu masanın üzerine elbette bir dizüstü bilgisayar yakışmaz; buraya tüy kalemler ve mürekkep yakışır. Güzel bir sandviç olmalıdır çantada, bir parça çikolata ya da bir kırmızı elma, havuç da olabilir, kıtır kıtır yemek için. Güneş batıncaya kadar oturulmalı ve sonra banka uzanıp yeni yeni çıkmaya başlayan yıldızlara bakmalı insan. Şehirlerin kargaşasından uzakta, tanrısal bir kuytulukta, varoluşun harikalığının kucağında öylece durmak...




Resim taraması yaparken yine hoşuma giden resimlerden biri de buydu. Kulübemsi bir ev; yapraklar her yeri kaplamışlar. Hafifçe bir rüzgarın estiğini hayal ettim. Yapraklar hışırdamaktadırlar. Belki evin içinden bir keman sesi yükselir. Uzaktan bir müziği duymak çok hoş bir şeydir. ODTÜ Mescit tarafında Kıyı Liman Mühendisliğinin olduğu binanın yanından geçerken her zaman bir piyano sesi duyulur. Öğretim üyelerinin eşlerinden biri, sanırım köken olarak Filipinli bir kadın piyanoyu çalmaktadır. Bazen günde 5 saat kadar piyano çalıştığı olur. Uzaktan dinlemek güzeldir.





Evet, bu yol resmi de hoşuma gittiği için buraya aktardım. Henüz sonbaharın başlangıcıdır. Esrarengiz bir yol uzayıp gitmektedir. Ben böyle bir yol görürsem, zamanım varsa mutlaka yolun peşine takılırım ve yolun bitmesini istemem. Böyle bir yolda bisiklet sürmek de harikadır. Fransa'da "Kırsal Bisiklet Yolları" diye bir kitap almıştım, şimdi nerededir bilmiyorum. Bu güzel kitapta Fransa'nın yemyeşil bölgelerinde pek bilinmeyen dar bisiklet yolları ayrıntılarıyla anlatılıyordu. Ankara'da bunu ancak Eymir'de yapabilirim. Aslında Eymir araç trafiğine kapanırsa bisiklet açısından çok iyi olur...






Bu yukarıdaki resimde de benim sevdiğim 2 şey bir araya gelmiş. Sisler ve çitler!.. Evet, çitler gerçekten harika şeylerdir. Görünümü bir anda tamamen değiştirirler. Ben çitlerin insana güven verdiklerini düşünürüm. Bir sınırı belirlerler. Sınırlar bizi hayallere sevkederler. O sınır neyin sınırıdır? Gözümüzde hemen bir çiftlik evi canlanır; çiftlik evlerinin tavuklu, keçili, şömineli, samandan çatılı, kuyulu bahçeleri zihnimizde belirir...



Google'da resim taraması benim en sıkça yaptığım şeylerden biridir. Ağır bir yemekten sonra bu resimler çok rahatlatıcı geldi bana.


Real'den ızgara Somon balık almıştım. Ne zaman somon balık yesem hep pişman olurum; gerçekten bana çok ağır gelen bir balıktır; sağlıklıdır ama yedikten sonra aynen şöyle söylerim: "Aman, sağlığı batsın!" Fakat her yemekte genellikle yemeği kurtaran bir şey olur ki bu yemekte de yemeği kurtaran siyah üzüm suyuydu. Japonların, Çinlilerin, Tayvanlıların deniz ürünlerini böyle rahatça tüketebilmelerini hayretle karşılıyorum; deniz ürünlerinin ağır kokusu demek ki onlara işlemiyor. Canlı canlı küçük ahtapotları bile yiyebiliyorlar; Tanrı bu insanlara acısın!.. :) Ben çözümü buldum; en iyisi İglo dondurulmuş çubuk balıklar. Bunlarda deniz kokusu yoktur, rahatça yenilebilir; pahalıdır, 10 küçük çubuk balık 10 liradır. Ben ara sıra bu İglo marka Alaska mezgitlerinden yemekteyim.


Sonbaharla başladığım yazımı yine sonbaharla bitireyim: İnsan, eğer bir farkındalık içindeyse gerçekten yaşıyor demektir. Sonbahar gelirken onunla ilgili ayrıntıların farkında olmak, her şeyin farkında olmak, uçuş böceklerinin bile farkında olmak, sandalyemizin altından sessizce yürüyüp giden minik bir karıncanın farkında olmak, bu durum bizi zenginleştirir; gerçekten yaşamak ancak böyle bir farkındalık varsa mümkündür...



Mehmet Murat ildan

Saturday, September 19, 2009

Yağmurlu Bir Günde Kalecik



Kalecik, ne zaman Esenboğa havaalanı tarafına gitsem "Bir gidip göreyim" dediğim bir yerdi. Real marketten Kalecik Karası şarapları alırken de hep merak ettiğim bir ilçeydi ve bugün bu merakımı nihayet yok etmeye karar vererek Kalecik'e gittim.
Havaalanına giderken sağa doğru Çankırı yönüne bir yol ayrılır; bu yoldan 50 dakika kadar giderseniz Kalecik'e varırsınız. Yolu pek iyi değildir, oldukça tuhaftır, çünkü 3 km duble yoldur, sonra tek yola dönüşür, sonra 5 km ilerleyince yeniden duble olur; bir tek bir çift böyle gider; çok fazla yama vardır, sarsıntılı bir yoldur. Yol boyunca pek çok kaza gördüm. Bugün bayram arifesi olduğundan uzun araç konvoyları da vardı. Doğrusu bu yolda gece araba sürmek istemem; normaldekinin 10 katı daha dikkatli sürmek gerekir, çünkü karşıdan gelen konvoylardan her an bir araba sollama yapabilmektedir.






Ankara'dan ayrıldıktan 50 dakika kadar sonra bir yol ayrımına daha gelinir; Çankırı düz gider, Kalecik sağa sapar. "Kalecik'e Hoş Geldiniz" yazısını okuyunca tamam geldim demiştim; sonra 5 km daha gittim!.. O yazıyı aslında Kalecik'e yakın bir yere koysalarmış daha güzel olacaktı!.. Yukarıdaki fotoğrafa bakın, hoş geldiniz diyor, ama ortada Kalecik yok!..
İlçenin girişinde hemen dikkat edilen şey yüksekçe bir tepedir. Bu tepenin üzerinde de bir kale vardır; herhalde küçük olduğundan Kale yerine Kalecik denmiştir, küçük kedilere Kedicik denmesi misali!.. Tuhaf olan şey ise bu kalenin eski fotoğraflarını incelediğimde şunu gördüm ki o zaman dağ çok farklıymış; sanki dağı kalemtıraşla sivriltmişler gibi geldi bana!.. Belki farklı bir açıdan bakıldığında dağ bu kadar sivri görünmemektedir. Fujiyama misali simetrik koni biçimli bu tepe ilçe panoramasının en belirgin yeridir. Buradan bakılınca Kızılırmak vadisi ve nehri de görünür.




İlçenin girişinde diğer dikkat çeken şey ise üzüm ezen kadın heykelidir. Eski uygarlıklarda üzümler müzikler eşliğinde çıplak ayaklarla ezilmekteydiler. Bugün bu yöntem halen dünyanın değişik yerlerinde uygulanmaktadır; kendi adıma şunu söylemeliyim ki umarım benim içtiğim şaraplar bu yöntemle yapılmıyorlardır!!..


Üzüm ezen kadın heykelini geçtikten sonra ilçe merkezi neresidir diye arabayla çok yavaşça ilerlemekteydim ki, merkezi geçmişim! Buradan merkezin ne kadar da küçük olduğu sonucunu çıkarabiliriz!.. Arabayı aşağıda fotoğrafı olan güzel binaya (Adalet Sarayı'na) yakın yere park ettim; kaleye nereden çıkılacağını sordum. İnsanlar bana, "Oraya çıkıp da ne yapacaksın?" şeklinde bakış atmışlardı.
Koyu bulutlar gökyüzünü kaplamışlardı ve zaten yol boyunca da şiddetli yağmur yağmıştı. Fakat oraya kadar gelip de çıkmamak olmazdı. Güzel bir tepe ya da bir dağ gördüysem, zamanım da varsa ve çıkılması mümkünse çıkmak isterim!.. Adalet Sarayı'nın yanından bir kahvehaneyi geçip dar sokakların arasına girdim.




Kayalık patikaları takip edip kaleye çıktım. Başlangıçtaki yol, köy evlerinin arasından geçiyor ve insan ister istemez bir yerden köpek saldıracakmış hissine kapılıyor. Neyse ki benim gördüğüm birkaç köpek de zincirliydi. Zaten zincirli olmasalardı bu yazıyı yazamıyor olacaktım; en azından hastane çıkışı yazabilecektim ancak! Köy köpekleri, özellikle iri çoban köpekleri korkusuzdurlar; elinizde sopa bile olsa yine de üzerinize gelirler. Yapılacak tek şey, cesur köpeğe daha da büyük cesaretle meydan okumaktır, asla geri adım atmadan sertçe bağırmaktır; ama bu da kesin bir işe yarar diyemeyiz. Genel kural şudur: "Köpekten kaçılamaz, çünkü çok hızlıdırlar!"
Kalenin tepesinde büyük bir Atatürk heykeli ve dev bir baz istasyonu vardı. Tarihi bir kalenin içine dev bir baz istasyonu kurmak tam bir ilkelliktir; güzel bir ortamı müthiş çirkinleştirmektir. Aşağıdaki fotoğrafa bakınca ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.
Kalenin bulunduğu yerde epeyce bir rüzgar vardı. Ben rüzgarı pek tercih etmem; sadece yaz aylarında hafifçe esen ılık rüzgarları severim. Bugünkü rüzgar soğuktu; tişörtümün kollarından davetsizce içeri girip beni üşütmeye çalıştı diyebilirim!..
İyice acıkmıştım ve bir şeyler yemek üzere ilçe merkezine geri döndüm. Kaliteli bir yer bulup midemi mutlu etmek istiyordum; kaliteli bir yer bulamadım, orta karar olsun dedim, onu da bulamadım. Kalitesiz yer bile bulamadım çünkü lokantalar iftara kadar kapalıydı; üstelik buranın yönetimi CHP'ye aitti; seçimleri CHP kazanmıştı bu ilçede! Herhalde gündüz Ramazandan dolayı talep olmadığı için lokantalar açılmıyorlardı.
Merkezde dolaşırken şalvarlı bir kadın gördüm; başının üzerindeki tepside dumanı tüten, ilginç, spiral şeklinde yapılmış taptaze pideler gördüm. Kadının boyu kısaydı; aslında bir pide alsaydım, tepsiye de 5 lira bıraksaydım haberi bile olmayacaktı!.. Fırının yerini bulmaktansa Ankara'da yemeye karar verdim.
Kalecik'e gelip de dünyaca ünlü Kalecik siyah üzümlerini fotoğraflamamak olmazdı; pek çok evin bahçesinde asmalar vardı. Bu üzümler inanılmaz sıklıktalar; taneleri birbirlerine çok sıkıca yapışmışlardır. Üzümün kilosu 1 liraydı; oldukça ucuzdu. Cumhuriyet'ten önce Ermeniler burada şarap yaparlarmış...





Anadolu milyonlarca yıl denizin altında kalmıştı. Günümüzden 15 milyon yıl öncesinden itibaren karalar yükselmeye başlamışlardı. Kalecik de bir zamanlar sular altındaydı; toprağı kazsak deniz kabukları bulunabilmektedir; Safranbolu'da yüksek tepelerde deniz kabukları vardı. Bu olayı düşündüğümde kendimi bir an için deniz tabanında yürüyor şeklinde hayal etmiştim. Deniz tabanında yürüyen aç bir turist!.. Bugün sanırım benden başka da bir turist yoktu orada. İlçenin tek turisti olarak Kalecik Belediyesi bana yemek ısmarlamalıydı!.. Kalecik'ten aklımda ne kaldı derseniz, esasen o sıcak spiral pideler kaldı!.. Bir gün yeniden Kalecik'e gidersem bir fırın bulup o ilginç pidelerden mutlaka yiyeceğim!..


Not: Kalecik'le ilgili bazı fotoğraflar Picasa albümümde mevcuttur.

http://picasaweb.google.com/ildanmmi/TurkeyAnkara2#


Mehmet Murat ildan









Thursday, September 17, 2009

Romantik Küvetler



Duşlar ortaya çıktıktan sonra küvetlerin değeri biraz azaldı; ancak yine de küvetlerin yeri her zaman bambaşkadır ve onların yeri doldurulamaz. Küvet diyince aklımıza çoğu kez Yunanlı matematikçi Arşimet ve onun banyodan çıplak fırlayıp "Buldum, buldum!" diye bağırması gelir.


Eski çağlarda banyo dinsel amaçlıydı; mesela bir ölüye, hastalıklı bir kişiye veyahut aşağı tabakadan, düşük kasttan birisine dokunulduğunda ondan ruhani bağlamda temizlenmek, görünmez lekeleri ortadan kaldırmak amacıyla yapılırdı banyolar. Eski romalılar banyoları ilk kez fiziksel temizlik amacıyla kullanmışlardır. Thermae denilen halka açık yerlerde yıkanırlardı. Fakat yine de o zamanlar küvet henüz görünürde yoktu...
Romalıların banyolarında sıcak soğuk havuzlar vardı, havlular, buhar odaları, egzersiz odaları ve okuma yerleri vardı; bu banyo işi için saatlerce zaman harcarlardı ve ben özellikle bu yüzden Romalıların çok akıllı olduklarını düşünürüm.

Unctuarium diye bir yere girerler, köleler cilde yağ sürerlerdi; sonra tepidarium denen sıcak odaya geçip sohbet ederlerdi. Caldarium buharlı sıcak bir yerdi ve bizim Türk hamamlarına benzerdi. Buradan frigidarium isimli soğuk banyoya dalıp çıkarlardı.




Tabii eskiden şimdiki gibi sık yıkanma olayı kesinlikle yoktu. Mesela Ortaçağ'da ortalama insan ayda bir kez yıkanırdı; kaleler soğuktu ve yıkanmamak, yıkanmaktan daha güvenceliydi. Bugün artık günlük yıkanmak bile neredeyse bir zorunluluk gibi görülmektedir. Bazı ülkelerde insanlar günde iki kez duş alırlar.


Şimdi John Michael Kohler'e gelelim. 19. yüzyılda, 1883'te yazımın konusu olan modern küvet fikri bay Kohler'den gelmiştir. Kohler, döküm demirden bir küvet yapmıştır, altına da dört tane ayak eklemiştir. Elbette bu konuda başka iddialar da var. 1752'de Benjamin Franklin'in bir küvete sahip ilk Amerikalı olduğu söylenir. Napolyon'un 1803 yılında küvet kullandığına dair bir rivayet vardır.


İlk küveti kim icat etmişi bir kenara bırakırsak, ben küvetlerin insanın yorgunluğunu almadaki en mükemmel araçlardan biri olduklarını düşünüyorum. Bunun dışında, estetik açıdan mükemmel ortamlar yaratmak için de çok uygundurlar. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli yanlardan biri onun estetik bakış açısıdır.
Yukarıdaki resme bir bakalım. Tertemiz bir küvet; mumlardan oluşmuş mükemmel bir ışıklandırma; güzel kokulu sabunlar, bardak içinde bir gül, kırmızı şarap ya da şampanya; loşluğun içinde yükselen buharlar... İnsan kendi yaşamında böyle bir ortamı sıkça yaşamalıdır; bu, mekanik, odunsu, kuru, yavan ve anti-romantik dünyaya bir süreliğine de olsa elveda demektir; romantizmin soylu dünyasına, varoluşun küçük cennetlerine merhaba demektir.
İnsan, güzellikleri kendisi bizzat yaratır. Soğuk bir kış gecesinde yukarıda resmi olan bu küvetin harikalığı pek çok şeye değişilmez. Akşam televizyon seyretmektense böyle bir küvetin sıcak ortamında sonsuz güzelliğin içinde sessizliğe dalmak ya da sakince bir kitap okumak büyüleyici bir şeydir.

Mehmet Murat ildan














Wednesday, September 16, 2009

Video Kitaplığım


İngiltere'den kesin dönüş yaparken yanımda epey bir video kaseti de getirmiştim. Kasetleri gümrükten geçirmek de biraz zor olmuştu; satış amaçlı değil diyince izin verdiler. Bunlar VHS tipi büyük videolar. Bunları seyretmek benim için gerçekten çok keyif verici bir şeydi.

Şimdi, özellikle hayatımın bir döneminde sıkça seyrettiğim bu kasetlerden bahsetmek arzusundayım. Mesela bunlardan biri "The Flying Deuces" başlıklı kasettir. Bu bir komedi klasiğidir; Laurel ve Hardy filmidir. Küçüklüğümde çok sayıda Stan ve Ollie filmleri seyrettim. Onlar bence dünyanın en harika komedyenleri, müthiş sevimliler ve iyi kalpliler...

Bir başka kaset "The Great Dictator." Bu da bir Charlie Chaplin filmi, Adolf Hitler'in alaya alındığı çok hoş bir komedi. Bir başkası "The Bells of Saint Mary's." İngrid Bergman'ın sıcak komedisi, gerçek bir klasiktir bu da. Bu filmin çok tatlı bir havası vardır!..



Metro Golden Mayer üretimleri olan "MGM Greats" dizisinden de 4 tane video kaseti kitaplığımda bulunuyor. Bunlar Doctor Zhivago, Quo Vadis, Ben Hur ve The Greatest Story Ever Told kasetleridir. İsa'nın hayatını oyunlaştırma isteğim bu son filmi izledikten sonra olmuştu. Ben Hur'un başrol oyuncusu Charlton Heston'dır ve benim çok beğendiğim bir oyuncudur.




Onun “55 Days at Peking” ve “El Cid” filmleri de mütevazı koleksiyonumda mevcut. El Cid, ki asıl ismi Rodrigo Diaz de Vivar’dır, efsanevi İspanyol savaşçıyı anlatıyor ve başrolde Sophia Loren de yer alıyor. Bu kasetlerden bazılarını belki 10 kez seyretmişimdir. İnsan sevdiği bir şeyi tekrar tekrar yapmaktan asla çekinmemeli... Yine hoşuma giden kasetlerden "The Fall of the Roman Empire" var, Sophia Loren de başrol oyuncularından.



Çekim ve kalite bağlamında benim mükemmel olarak nitelediğim bir kaset de "I Claudius" kasetidir. Roma İmparatorluğunu anlatan BBC TV dizisidir ve oyunculuklar tek kelimeyle mükemmeldir. Derec Jacobi burada başrol oynuyor ki o dünyada Hamlet'i en iyi oynamış oyuncudur. Sevdiğim filmlerden biri de Kundun'dur. Kundun, Dalai Lama'nın gerçek yaşam hikayesini anlatıyor.


Bir başka etkileyici film başrolünü Kirk Douglas’ın oynadığı Spartacus'tur. Oğlu Michale Douglas’la karşılaştırınca Kirk Douglas'ın ne kadar güzel klasikler yarattığı görülür. Biri para kazanmış ama havanda su dövmüş, öteki ise klasikler yaratmış…


Benim yaşam boyu kasetlerimden biri de BBC yapımı "Yes Minister" ve "Yes Prime Minister " kasetleridir. Bunlar 8 kaset halindedir. Jim Haker ve Sir Humphrey kadar sevimli pek az karakter vardır.

Her seyredişimde beni etkileyen bir başka seri de "The Six Wives of Henry VIII"dir. Bu da BBC klasik TV serisiydi. Buradaki oyunculukların önünde şapka çıkarılır. BBC'nin kaseti "Elizabeth R" da benzer kalitede bir seridir. Burada Glenda Jackson Kraliçe Elizabeth'i oynuyor. Bunu bir kez seyrettikten sonra başka Elizabeth filmlerini sevmek çok zordur. İnsanın kafasındaki oyunculuk çıtaları yükselir.
Benim defalarca izlediğim bir başka kaset de "The Name of the Rose" kasetidir. Umberto Eco'nun romanından uyarlanmış bu film de insanı gerçekten İtalya'nın o karanlık devrilerine götürür... Video kitaplığımda yine Charlton Heston'ın oynadığı "Julius Caesar," Golden Classics serisinden "The Hunchback of Notre Dame," “A Bridge Too Far” gibi filmler de var. Bu son filmde Maximillian Schell, Sean Connery, Michael Caine, Antony Hopkins gibi pek çok ağır top yer alıyor. Modern zaman filmlerinden Pretty Woman, Michael Collins, Red Corner gibiler de mevcut.
Film listesini daha epeyce uzatabilirim. İnsan kendi yaşamında mutlaka böyle koleksiyonlar yapmalı bence. Bu filmler insanın kişisel gelişimine önemli katkılarda bulunurlar. Ben TV'de seyredecek doğru dürüst bir şey bulamayınca bu harika kasetlerime başvururum. Ancak video cihazım bozulduğundan ve henüz tamir ettiremediğimden epey bir zamandır bu kasetleri izleyemedim. Onlardan alınacak önemli şeyler var. Kalite var, oyunculuk var, felsefe var, tarih var, büyük sözler var…
İnsan en iyileri bilince artık kötülere rağbet etmez!.. İktisat lisans eğitimimden “Ratchet Effect” diye bir kavram hatırlıyorum. Bu, geriye dönmeyen bir mekanizmayı anlatan bir kavram. Ratchet, dişli çark mandalıdır; çark yalnızca ileri döner geriye dönmez. ODTÜ’deki Leonardo da Vinci sergisinde de bu çarklar vardı. Sanırım benim zihnimde de böyle bir mekanizma var. Ben BBC Hamlet'i izledikten sonra başka Hamlet yapımlarını beğenmez olmuştum... Bu kasetlerden bahsettim çünkü bunlar bana önemli şeyler kattılar; yükselen duvarlarımdaki önemli tuğlalardan oldular... Kişi, kendi evinde mutlaka zengin bir video kitaplığı oluşturmalıdır diye naçizane düşünmekteyim...


Mehmet Murat ildan

Taiji Kasabası, Yunus Balıkları ve Vejetaryenlik



Balinalarla akraba olan Yunus balıklarını ilk kez yıllar önce Monaco'da bir gösteride canlı olarak izleme ve görme fırsatını bulmuştum. Flipper isimli Amerikan yapımı bir dizi vardı; bu dizinin baş rol oyuncusu bir Yunus balığıydı. Herkes bu diziyi severdi; sevimli Flipper, Yunusların temel özelliği olan zekayı güzel bir şekilde temsil ederdi. Eski Yunanlılar bu balıkların tür olarak memeli olduklarını belirtmek için ona Delphis demişlerdir, sonra bu sözcük Latince Dolfinus'a, oradan da Fransızcadaki Daulphin'e dönüşmüştür.


Yunusların yüz yapıları onlara bir gülümseme havası vermiştir ve bizim Yunusları sevmemizin temel sebeplerinden biri de budur. Bakınca bize şirin ve tatlı gelirler. Gösteri havuzlarındaki Yunusların da her zaman çok mutlu olduklarını düşünürüz ki bu bence pek olası bir şey değildir; çünkü hiçbir canlı özgür olmadan gerçek manada mutlu olamaz. Zeki oldukları için gösteri dünyası onları sömürmektedir; burunlarında top sektirirler; metrelerce havalara fırlayıp çemberlerin içinden geçerler. Bu tarz bir sömürü olayı esasen işin en hafif olan boyutudur. Dünyada Yunus balığı eti yenildiği için Yunusların daha büyük sorunları onların acımasızca avlanmalarıdır!..


Yunus avcılığının yapıldığı ülkelerden biri de maalesef Japonya'dır. Benim sevdiğim bir ülke olduğu için maalesef dedim. Gelişmiş bir ülkeden, gelişmiş olduklarını düşündüğümüz bir toplumdan hiç beklenmeyecek bir şeydir bu, tam manasıyla bir ilkelliktir. Japonların geçmişe ait bazı zalimliklerinin günümüzdeki kalıntılarıdır ve bu tür kalıntılar mutlaka silinmelidir; "Yarım uygarlık" olmaz, "yarım uygar" olunmaz. Yeni Başbakan Yukio Hatoyama'nın bu kalıntıyı kaldıracağını umut ediyorum.
Japonya'nın Higashimuro bölgesinde Taiji isimli bir kasaba vardır ve yüzü Pasifik Okyanusuna bakar; sıcak su kaplıcaları da vardır; orayı çok merak etmeme rağmen gidip görme fırsatını bulamamıştım; benim için "yarım kalmış" ve bir başka zaman tamamlanmak üzere geleceğe ertelenmiş işlerden biridir bu. Burası bir balina kasabasıdır; 17. yüzyılda geleneksel Japon balina avcılığının doğduğu yerdir. Fakat balinaların dışında Yunus balığı avcılığı da yapılır.



2007 yılında, yani daha sadece 2 yıl önce bu bölgede 1600'den fazla Yunus balığı yenmek üzere yakalanmışlardır. Bazen, yakalanmış Yunusları serbest bırakmak isteyen aktivistler olur, onlar tutuklanarak cezaevine gönderilirler. Yurtdışından da bazı ünlü aktivistler, hayvan hakları savunucuları bu tür eylemler yapmak için Taiji'ye gelirler, ancak Japonlar, yüzeyde oldukça nazik görünen bu toplum, bu tarz aktivist eylemleri pek hoş karşılamazlar ve kendi kültürlerine bir saldırı olarak değerlendirirler. Japonlar özellikle Batılıların kendi işlerine karışmalarını hiç sevmezler. Bugün Tokyo'da Taiji Yunus katliamlarını protesto etmek için kalabalık toplamaya çalışın, pek fazla toplayamazsınız. Bu konularda ciddi bir duyarlılık yoktur.



Balıkçılar Yunus sürülerini görünce metal çubuklarla onları korkutarak, denizin üzerinden botlarla ve denizin altından da dalgıçlarla körfeze doğru sürerler, ağlarla etrafını çevirip onları ağın içinde hapsederler. Yakalanan Yunuslar bazen ilk gün öldürülmezler; sakinleşmeleri beklenir, ertesi günse teker teker öldürülürler. Bizdeki kurban bayramının rezil ve barbar manzarlarına benzer şekilde boğazları kesilir; ancak bu metot Japon hükümeti tarafından yasaklanmıştır. Ayrıca yılda 20 000 Yunus avlanmasına izin verilmiştir. Zıpkınlarla delik deşik etme şeklinde de öldürülmektedirler. Japonya'da bazı marketlerde Yunus balığı eti satılmaktadır; bazı marketler ise Yunus etinde yüksek oranda civa olduğundan bu satışı kaldırmışlardır. Yine de Japon mutfağı içinde Yunus eti vardır; bu da bu ete bir talep olduğunu gösterir. Bu avcılık yapılmazsa orada yaşayan halkın mağdur olacağı, köylerin yok olacakları iddia edilmektedir ki bu haklı bir gerekçe olamaz.


Japonya'da hükümet değişti ve devrimden, değişimden bahsediliyor. Devrimin içine umut ediyorum ki Yunus balığı ve balina avının tamamen yasaklanmasını da sokarlar. Devrimler öyle kolay şeyler değildirler; devrimciler de cesur insanlardan çıkarlar ancak. Etik olarak Yunus balıklarının avlanmasının yanlış olduğu sonucuna varıp halkın düşüncelerini umursamaksızın bu avcılığı yasaklamak gerekir ki bu ancak gerçek bir devrimcinin yapabileceği işlerdendir ve bunun gibi pek çok devrimci karar alınabilir, hayvanat bahçelerinin yasaklanmaları da dahildir buna... Şu anda Japonya'da bu Yunus balığı avcılığına 400 yıllık bir gelenektir deniliyor, bense buna 400 yıllık ilkelliktir diyorum ve böyle düşünen başka Japonların da olduğuna inanıyorum...
Burada etik bir konuyu açmışken elbette şunu da belirtmek isterim. Ben balık eti yiyorum, kırmızı et de yiyorum. Aslında yaşamak için ikisini de yemem gerekmiyor; bunları biz daha çok zevkimiz için yiyoruz. Dünya düzeni, bir canlının başka bir canlıyı yemesi üzerine kuruludur; kötü bir düzendir bu; şeytani ve acımasız bir düzendir; fakat başkasını yemeden yaşayamayız. Burada herhalde en etik olan şey, mümkün olduğunca daha az evrimleşmiş olanı yemektir. Bir balık, bir maydanozdan daha fazla evrimleştiğine göre maydanoz yemek balık yemekten daha etiktir. Bu nedenle aslında bütün dünyanın vejetaryen (etyemez) bir beslenmeye dönmesi bu dünyayı daha etik kılacaktır. Vejetaryenlik, etçilliğe göre daha yüksek bir ahlaka işaret eder. Bunun bilincinde olmakla birlikte henüz et yemekten kendimi kurtarabilmiş değilim.



Mehmet Murat ildan