Saturday, September 19, 2009

Yağmurlu Bir Günde Kalecik



Kalecik, ne zaman Esenboğa havaalanı tarafına gitsem "Bir gidip göreyim" dediğim bir yerdi. Real marketten Kalecik Karası şarapları alırken de hep merak ettiğim bir ilçeydi ve bugün bu merakımı nihayet yok etmeye karar vererek Kalecik'e gittim.
Havaalanına giderken sağa doğru Çankırı yönüne bir yol ayrılır; bu yoldan 50 dakika kadar giderseniz Kalecik'e varırsınız. Yolu pek iyi değildir, oldukça tuhaftır, çünkü 3 km duble yoldur, sonra tek yola dönüşür, sonra 5 km ilerleyince yeniden duble olur; bir tek bir çift böyle gider; çok fazla yama vardır, sarsıntılı bir yoldur. Yol boyunca pek çok kaza gördüm. Bugün bayram arifesi olduğundan uzun araç konvoyları da vardı. Doğrusu bu yolda gece araba sürmek istemem; normaldekinin 10 katı daha dikkatli sürmek gerekir, çünkü karşıdan gelen konvoylardan her an bir araba sollama yapabilmektedir.






Ankara'dan ayrıldıktan 50 dakika kadar sonra bir yol ayrımına daha gelinir; Çankırı düz gider, Kalecik sağa sapar. "Kalecik'e Hoş Geldiniz" yazısını okuyunca tamam geldim demiştim; sonra 5 km daha gittim!.. O yazıyı aslında Kalecik'e yakın bir yere koysalarmış daha güzel olacaktı!.. Yukarıdaki fotoğrafa bakın, hoş geldiniz diyor, ama ortada Kalecik yok!..
İlçenin girişinde hemen dikkat edilen şey yüksekçe bir tepedir. Bu tepenin üzerinde de bir kale vardır; herhalde küçük olduğundan Kale yerine Kalecik denmiştir, küçük kedilere Kedicik denmesi misali!.. Tuhaf olan şey ise bu kalenin eski fotoğraflarını incelediğimde şunu gördüm ki o zaman dağ çok farklıymış; sanki dağı kalemtıraşla sivriltmişler gibi geldi bana!.. Belki farklı bir açıdan bakıldığında dağ bu kadar sivri görünmemektedir. Fujiyama misali simetrik koni biçimli bu tepe ilçe panoramasının en belirgin yeridir. Buradan bakılınca Kızılırmak vadisi ve nehri de görünür.




İlçenin girişinde diğer dikkat çeken şey ise üzüm ezen kadın heykelidir. Eski uygarlıklarda üzümler müzikler eşliğinde çıplak ayaklarla ezilmekteydiler. Bugün bu yöntem halen dünyanın değişik yerlerinde uygulanmaktadır; kendi adıma şunu söylemeliyim ki umarım benim içtiğim şaraplar bu yöntemle yapılmıyorlardır!!..


Üzüm ezen kadın heykelini geçtikten sonra ilçe merkezi neresidir diye arabayla çok yavaşça ilerlemekteydim ki, merkezi geçmişim! Buradan merkezin ne kadar da küçük olduğu sonucunu çıkarabiliriz!.. Arabayı aşağıda fotoğrafı olan güzel binaya (Adalet Sarayı'na) yakın yere park ettim; kaleye nereden çıkılacağını sordum. İnsanlar bana, "Oraya çıkıp da ne yapacaksın?" şeklinde bakış atmışlardı.
Koyu bulutlar gökyüzünü kaplamışlardı ve zaten yol boyunca da şiddetli yağmur yağmıştı. Fakat oraya kadar gelip de çıkmamak olmazdı. Güzel bir tepe ya da bir dağ gördüysem, zamanım da varsa ve çıkılması mümkünse çıkmak isterim!.. Adalet Sarayı'nın yanından bir kahvehaneyi geçip dar sokakların arasına girdim.




Kayalık patikaları takip edip kaleye çıktım. Başlangıçtaki yol, köy evlerinin arasından geçiyor ve insan ister istemez bir yerden köpek saldıracakmış hissine kapılıyor. Neyse ki benim gördüğüm birkaç köpek de zincirliydi. Zaten zincirli olmasalardı bu yazıyı yazamıyor olacaktım; en azından hastane çıkışı yazabilecektim ancak! Köy köpekleri, özellikle iri çoban köpekleri korkusuzdurlar; elinizde sopa bile olsa yine de üzerinize gelirler. Yapılacak tek şey, cesur köpeğe daha da büyük cesaretle meydan okumaktır, asla geri adım atmadan sertçe bağırmaktır; ama bu da kesin bir işe yarar diyemeyiz. Genel kural şudur: "Köpekten kaçılamaz, çünkü çok hızlıdırlar!"
Kalenin tepesinde büyük bir Atatürk heykeli ve dev bir baz istasyonu vardı. Tarihi bir kalenin içine dev bir baz istasyonu kurmak tam bir ilkelliktir; güzel bir ortamı müthiş çirkinleştirmektir. Aşağıdaki fotoğrafa bakınca ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.
Kalenin bulunduğu yerde epeyce bir rüzgar vardı. Ben rüzgarı pek tercih etmem; sadece yaz aylarında hafifçe esen ılık rüzgarları severim. Bugünkü rüzgar soğuktu; tişörtümün kollarından davetsizce içeri girip beni üşütmeye çalıştı diyebilirim!..
İyice acıkmıştım ve bir şeyler yemek üzere ilçe merkezine geri döndüm. Kaliteli bir yer bulup midemi mutlu etmek istiyordum; kaliteli bir yer bulamadım, orta karar olsun dedim, onu da bulamadım. Kalitesiz yer bile bulamadım çünkü lokantalar iftara kadar kapalıydı; üstelik buranın yönetimi CHP'ye aitti; seçimleri CHP kazanmıştı bu ilçede! Herhalde gündüz Ramazandan dolayı talep olmadığı için lokantalar açılmıyorlardı.
Merkezde dolaşırken şalvarlı bir kadın gördüm; başının üzerindeki tepside dumanı tüten, ilginç, spiral şeklinde yapılmış taptaze pideler gördüm. Kadının boyu kısaydı; aslında bir pide alsaydım, tepsiye de 5 lira bıraksaydım haberi bile olmayacaktı!.. Fırının yerini bulmaktansa Ankara'da yemeye karar verdim.
Kalecik'e gelip de dünyaca ünlü Kalecik siyah üzümlerini fotoğraflamamak olmazdı; pek çok evin bahçesinde asmalar vardı. Bu üzümler inanılmaz sıklıktalar; taneleri birbirlerine çok sıkıca yapışmışlardır. Üzümün kilosu 1 liraydı; oldukça ucuzdu. Cumhuriyet'ten önce Ermeniler burada şarap yaparlarmış...





Anadolu milyonlarca yıl denizin altında kalmıştı. Günümüzden 15 milyon yıl öncesinden itibaren karalar yükselmeye başlamışlardı. Kalecik de bir zamanlar sular altındaydı; toprağı kazsak deniz kabukları bulunabilmektedir; Safranbolu'da yüksek tepelerde deniz kabukları vardı. Bu olayı düşündüğümde kendimi bir an için deniz tabanında yürüyor şeklinde hayal etmiştim. Deniz tabanında yürüyen aç bir turist!.. Bugün sanırım benden başka da bir turist yoktu orada. İlçenin tek turisti olarak Kalecik Belediyesi bana yemek ısmarlamalıydı!.. Kalecik'ten aklımda ne kaldı derseniz, esasen o sıcak spiral pideler kaldı!.. Bir gün yeniden Kalecik'e gidersem bir fırın bulup o ilginç pidelerden mutlaka yiyeceğim!..


Not: Kalecik'le ilgili bazı fotoğraflar Picasa albümümde mevcuttur.

http://picasaweb.google.com/ildanmmi/TurkeyAnkara2#


Mehmet Murat ildan









No comments:

Post a Comment