Saturday, September 12, 2009

Işık Dağı Kampı



Şimdi 2002 yılına ait bir anımın yer aldığı bir yazıyı buraya aktaracağım.
9 Kasım 2002 sabahı saat 9'a doğru 34 kişilik ODTÜ otobüsü Işık dağına doğru yola çıkıyor. Işık dağı geçidinden yürüyüş başlıyor. Hava güneşli ve rüzgârlı. Bir süre sonra bir nirengi noktasına geliyoruz. Öncü ekip taşları üst üste dizmiş ve sağa sapmış. 1 saat içerisinde kamp yerine varıyoruz. Çadırlar kurulmuyor, Teknik Sorumlu (TS) bekleniyor. Üzerinde bulunduğumuz düzlük arazinin DKSK'nın geleneksel futbol alanı olduğunu öğreniyoruz; çadırlar için yer olarak yukarıdaki çeşmenin hemen üzeri belirleniyor. Ekipler süratle kapıları vadi yönüne gelecek şekilde çadırları kurmaya başlıyorlar; o esnada yağmur bulutları bütün göğü kaplamaktadır; çantalar, ayakkabılar poşetleniyor ve ekipler çadırlarına giriyorlar.

Yağmur sabaha kadar ve zaman zaman sağanak olmak üzere yağıyor. Her çadırda neredeyse farklı ocaklar var: Trengia, MSR ve bir de gözümüze ilginç bir Rus yapımı ocak görünüyor; kaynak yapılıyormuşçasına kuvvetli bir ses çıkarıyor; ateşi çok gür, ama yakıt deposu ateşe çok yakın olduğundan ister istemez her an patlayacakmış hissi uyandırıyor insanda.
Tencereyi tutan sapın, hafif olması için delikli yapıldığı, Trengianın sadece markanın ismi olduğu türünden küçük küçük ayrıntılar öğreniyoruz. Yemekler yapılmaya başlanıyor. Çadır başlarından biri ezo gelin çorbayla açılışı yapıyor; salçacıklı bulgur pilavıyla devam ediliyor; pilava sucuk doğrama önerisi de kabul görünce lezzetli bir karışım çıkıyor ortaya. Karşı çadırın tecrübeli elemanları cezvelerinde nefis Türk kahvesi yapıyorlar; bir tek nargileleri eksik!..

Yemek sonrası kısa bir dinlenmenin ardından Fener-Galatasaray maçlarındaki heyecanı aratmayacak bir futbol maçı başlıyor. Topun sürekli olarak arazideki taşlara çarpıp yön değiştirmesi, bazen ardıç ağaççıklarının arasına kaçması oyunu daha zevkli kılıyor; ikili mücadelelerde havada tezekler ve dikenler uçuşuyor! 45 dakikalık eğlence dolu maç bitince herkes çadırlara dönüyor. Hava kararmaya başlıyor. Çadırda mumlar yanıyor; trengiyada çay için sıcak sular fokurduyor; altta ispirtonun mavimsi romantik ışığı görülebiliyor. Genelde mağaracıların ve madencilerin kullandıkları, başa takılan lambalar da zaman zaman yanıyor; bunlara bir de çadır başının yaktığı tütsü eklenince çadırda görsel bir şölen, bir renk cümbüşü oluşuyor. Çadırlar dışarıdan bakıldığında karanlıkta çok güzel görünüyorlar; fener alaylarına benzer bir görüntü bu; gölgeler Hacivat-Karagöz oyunlarını anımsatıyorlar.
Bu arada dışarıda koşullar kötüleşiyor. Fırtınalı sağanak, çadırı farklı yönlerden adeta dövüyor. Çadırda küçük bir çığlık atılıyor. Köşelerden birinde minik bir gölcük oluşmuş! Bilkent Real marketten alınma ucuz çadır bu yağmura yenik düşüyor; dış tente iyi gerdirildiği halde iç tenteye yapışıyor. Çadır ‘hafiften’ ‘Damla çadır mağarasına’ dönüşüyor; Teknik Sorumlu çadır-başlarına çözüm önerilerini aktarıyor; acil durumda, yani çadırın içinde su seviyesi yükselirse buradakiler sağlam çadırlara dağıtılacak.
Karanlık iyice çöktüğünde gece yürüyüşü etkinliği başlıyor; hemen her etkinlikte gruptakiler değiştiği için kaynaşma yaygınlaşıyor; konuşmadıklarımızla konuşuyoruz, tanışmadıklarımızla tanışıyoruz. Açık alanda tam önümüzde yürüyeni zor da olsa seçebiliyoruz; yürürken vıcık vıcık sesler geliyor; ayaklar bazen çamur göllerine giriyor. Ormana girildiğinde görüş iyice azalıyor. Öndeki kişinin beyaz bir elbisesi yoksa çok daha zor seçilebiliyor. Zaman zaman çakan şimşeklerle nerede olduğumuzu 1 saniye içinde hızla anlamaya çalışıyoruz. Gece etkinliği halka halinde toplanıp şiir okuma ve türkülerle sona eriyor. Buradan çıkardığımız sonuç, gecenin genellikle dağcının dostu olmadığı şeklinde; bulutlu havada pusula yoksa gece yön bulmanın güçlüğünü anlayabiliyoruz. Zifiri karanlığın psikolojik etkisi de oluyor; karanlık gerçekten ürpertici; sanki uzaklarda bazı yaratıklar varmış gibi geliyor insana.

Çadırlara dönüyoruz. Teknik Sorumlu yatış zamanı olarak 23.00'ı belirliyor; yatmayanlar da seslerini alçaltıyorlar. Sulu çadırlarda çadır başları kendilerini feda edip sulu kısımda yatıyorlar! Sessizlikte ilginç sesler duyuluyor: Horlayanlar var; gece yarısında sayıklayanlar; sabahın üçünde psikolojik olarak bunalıp tulumundaki fermuarı aceleyle açıp çıkmak isteyenler. Sabah kalkış zamanı 7.00 olarak belirleniyor. Sucuklu, sarelleli, sıcak tengli, üçgen peynirli, kuru dutlu, elmalı bir kahvaltıdan sonra çiseleyen yağmura rağmen Kara Göl'e yürüyüş başlıyor. Kurşunlanmış meşhur tabelanın önünden geçiyoruz. Kurallardan biri ‘Fuhuş yapmak yasaktır!’ Herkes gülüyor!
Kara Göl (ki Türkiye’de ismi böyle olan çok göl var!) gerçekten de kara görünüyor; altı sanki ziftli bir göl burası. Yakındaki bir kanyona yürüyüş yapılıyor. Bir ekip Teknik Sorumluya danıştıktan sonra kampa dönüş yolunda aşağıdan yürüyor. Köylüleri rahatsız etmemek için köylerin içinden geçilmemeye özen gösteriliyor. Tıpkı bizim gibi kayalara basıp yukarı tırmanan bir sincap görüyoruz. Sabah da iri bir tavşan görülmüştü. Bu hayvanlar hayaletler gibi bir görünüp bir yok oluyorlar.

Çadırlar, çöpler özenle toplanıyor; dönüş vakti gelip çatıyor. Dönüşten önce yediğimiz cici bebeli vanilyalı puding iyice enerji veriyor bizlere. Dönüşte aniden yoğun bir sis bastırıyor; görüş mesafesi bir anda düşüyor. İkinci ekip dönüş için kullanılan alternatif yolda bu nedenle duraksıyor. Ormana girilse karanlığa kalınacak; 17 kişiyle hızlı yürünmüyor. Teknik Sorumlu öteki tecrübelilerle görüşüyor; hızlı ve doğru bir karar veriyor; yarım saat içinde kamp yerine geri dönülüp ilk geldiğimiz yoldan otobüsle buluşma noktasına gidiliyor. Dağda doğru ve hızlı karar vermenin önemi kavranıyor. Başka şeyler de kavranıyor: Dağcılık zirvecilik değildir! Dağda önemli olan dayanışma, bağlılık ve ekibin güvenliğidir!.."


Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment