Saturday, January 30, 2010

ADKK Etkinliği -6


Bugün, yani ünlü şair Dante Alighieri'nin doğumu olan 1265 yılından 745 yıl sonraki 31 Ocak Pazar günü, Ankara Dağcılık, Kayak ve Kış Sporları İhtisas Kulübü ADKK ile Çubuk/Karagöl Doğa Yürüyüşü'ne katıldım.


Şimdi bu yürüyüşten edindiğim izlenimleri buraya, yani kişisel bloglarıma aktaracağım. Karagöl'ün bir sonbahar fotoğrafını da nasıl bir yer olduğuna dair hızlı bir fikir vermek için yazımın henüz başlarına koyuyorum.



Bir gün önce, ADKK google grupları sayfasına Müslüm Öndeş bey "Dağcılara Öğütler" başlıklı bir yazı göndermişti. Bu tür özlü sözlerin çoğalmasını dilerim. 18 Maddelik o sözler Türkiye Dağcılık Federasyonu Başkanı A. Mecit Doğru'nun "Dağcılık ve Yüksek İrtifa" kitabından alınmış. 8. Madde benim hoşuma gitmişti ve bu maddeyi buraya aktarayım: "Kendini dağda kimse yardım etmeyecekmiş gibi hazırla ve teşkilatını ona göre yap. Bilmek gerekir ki kalabalık bir güvence değildir ve ona güvenme." Tecrübelere dayanan isabetli bir sözdür bu. İnsan her zaman için önce kendisine güvenmelidir, öncelikle kendi gücünü kendisine dayanak yapmalıdır. Tabii kalabalığa güvenme denirken kalabalıktan kalabalığa da bu durum değişir. Mesela benim yürüyüş yaptığım ADKK grubunda birinin bir şeyi eksik olsa öteki ona hemen yardım eder. Örneğin ben kendi suyumu sırt çantamdan almaya üşenmiştim; Celal Akyaman hemen kendi suyundan bana verdi!.. Elbete bu "Dağcılık özlü sözleri" olayı çok yararlı; dediğim gibi, bu sözlerin devamını Müslüm hocadan bekliyoruz... Ve belki biz de oturup böyle sözler yazmalıyız.

Ankara'da yıllardır yaşayıp da hiç görmediğim bir yerdi Karagöl. Türkiye'de o kadar çok kara göl var ki birinden bahsederken başına yerini de eklemek gerekir. Çubuk ilçesi sınırları içinde yer alan bu göl bir krater gölüdür. Ankara'ya 74 km, Çubuk'a da 29 km uzaklıktadır; Kavak dağı ve Yıldırım dağı eteklerindedir. Bu gölün bazı yerlerinin derinliğinin 90 metreye kadar ulaştığını öğrendiğimde Karagöl yerine "Deringöl" ya da "Dipsizgöl" isminin verilmesi daha orijinal olurdu diye düşündüm. Ayrıca buranın bir piknik alanı olduğunu da duymuştum; bu da özellikle yaz aylarında kirlilik var demektir. Doğrusu burayı benim açımdan ilgi çekici kılan yan özellikle gölün derinliğiydi. Bir de elbette göller ve çevresi doğanın bukalemunluğunun yani renk değişimlerinin en çok görülebildiği yerlerdir. O yüzden bir de sonbaharda buralara gelmek gerekir. Zaten Erol Engin bey sonbaharda buranın güzelliklerinden bahsetti bana.


Bu gölün kenarında olta balıkçılığı yapılmaktadır. Bazen 20 kiloya varan sazanların olduğu söylenir. Gölün kenarındaki ormanlarda kayaların arasından son derece soğuk kaynak suları çıkar; o denli soğukmuş ki Ağustosta bile donduğu söylenir; tabii kendi gözümle görmediğim için doğru mu değil mi bilemem. 15. yüzyılın başlarında Çubuk ovasında bir Ankara savaşı yapılmıştı. Yıldırım Beyazıt'ın orduları buralarda kamp kurmuşlar, bu suları içmişlerdir. Geçmişte bu gölde boğulanlar da olmuş; yüzmenin oldukça tehlikeli olduğu söylenir.

Sabah, 5.50'de yataktan kalktım. Ankara'da dün yağan yağmurdan sonra şehirdeki karlar neredeyse tamamen yok oldular. Malzemeleri, sandviçlerimi akşamdan hazırlamıştım. Malzeme alımında önemli bir aşamayı daha geride bıraktım ve nihayet kendime güzel bir dağcılık çantası aldım. Çanta işlerini epeydir araştırıyordum ve sağdan soldan duyduklarımı kendi kanaatlerimle birleştirerek Alman yapımı olan Deuter aldım ve çanta almayı düşünenlere tavsiye ederim. Bugün her zamankinden daha fazla ağırlık taşımama rağmen omuzlarımda hiçbir acı yok! İşte olay bu!.. Yaşasın Deuter, çantamı sevdim!.. Tam ismi: Deuter Actlite; 40 + 10 litrelik hacmi var; kırmızı rengini aldım. 240'a düşmüştü, 5 taksit yaptılar. Kavaklıdere Bayındır'ın yanındaki Adrenalin mağazasından aldım. Uzun yıllar kullanırım diye düşünüyorum; seyahatlerde de kullanılır. Artık bir tek yağmurluk kaldı; benim yeşilimsi olan yağmurluğum çok bol ve güzel görünmüyor, gerçi rengini herkes beğeniyor; bugün yanıma aldığım lacivert ise oldukça uyduruk, su geçiriyor.

Geçen bir tane Faruk'un favori markalarından Marmot marka yağmurluk gördüm, 650 Avro'ydu; müthiş pahalı; nedense Mahsuni Şerif'in "Yuh Yuh" türküsü aklıma geldi!.. :) Ama şunu söylemeliyim ki, eğer yeterli paranız varsa, malzemenin gerçekten de iyisini almak lazım. Bir İngiliz atasözü var: "Pahalıdan ucuzu yok!" 1 kez alacaksınız ve yıllarca güvenle kullanacaksınız. Hele dağlarda, iyi malzeme hayat kurtarır. Malzeme bizi korurken biz de onu korumalıyız. Müslüm bey kar suyuyla ıslanmış bir ayakkabıyı öyle kurutursanız Gore-Tex özelliği bozulur dedi; o yüzden evde ayakkabıyı iyice bir sulamak gerekir. Ben zaten duşa girerken şapka, bere, tozluk, buff gibi malzemelerimi üşenmeden duşa atıp yıkıyorum!.. Malzemenin temiz kalması güzel bir şey.

Bu arada aklıma geldi, batonlarda Leki marka iyiymiş. Faruk söylemişti bana. Bir de bunu konuşurken aklımıza bir tekerleme gelmişti. Şarkıcı Deniz Seki, Leki marka baton almaya gider ve tezgahtara şöyle der: Leki ver! Tezgahtar da cevap verir: "Leki ne ki Deniz Seki?" Aman ne komik! :) Neyse, Leki Makalu Ultralight Titanyum Antishock Cortec baton 190 lira! Yani bir kez daha "Yuh Yuh!" Baton kesinlikle almayacağım; benimki idare eder.

Evet, asıl konuya dönecek olursam, Yahya Kabak beyle sabah 7.15'te Bilkent köprüsünde buluşup onun arabasıyla CHP binasının parkına gittik; buradan ADKK minibüsüne bindik; duraklardan teker teker dostları aldık; şehir içinde yaklaşık olarak 55 km yol yaptık. Kibar ve beyefendi birisi olan Abidin Demirkaya uzun bir aradan sonra yine aramıza katıldı. Herkes alındıktan sonra Esenboğa Havalimanı yoluna çıktık; saat 8.30 olmuştu; Çubuk I barajı ayrımından sağa sapmadık; ilerideki Çubuk II Barajı yolundan sola saptık. Bu yol berbat bir yol; yol bile değil, asfaltlaması yapılıyor ama yapım hızına bakılırsa 22. yüzyılda asfaltlaması bitecek!.. Yolda Çubuk'ta mola verdik. Molada Müslüm Öndeş bey herkese bazlama ekmek aldı; gerçekten lezzetli ekmeklerdir bunlar. Ben de 4 tane eve aldım.




Bu ekmekler aşağıda görülen sevimli arabalarda satılmaktadırlar.




Molayı bir kahvehanede verdik. Çay ve simit ısmarlandı; ısmarlayanlara teşekkür ederiz. Siyah Ankara simitleri çok tazeydi. Kahvehanede değişik insanlar vardı; televizyon seyrediyormuş gibi görünseler de çaktırmadan bizi dinliyorlardı. İçerisi soğuktu; sadece 1 tane UFO elektrikli sobayla tavandan ısıtılmaya çalışılıyordu. Kahvehane değil Morghaneydi sanki!..



Çubuk'ta yarım saat kadar oyalandık. Oranın turşucuları meşhurmuş. Müslüm bey turşucudan taze tulum peyniri aldı. Böylece oradan ayrılıp yola devam ettik.



Yol boyunca pek kar yoktu ve ben biraz hayal kırıklığı yaşadım. Arabanın önünde oturuyordum. Bu hafta Muharrem Varol bey hastalandığı için gelemedi; bu vesileyle kendisine geçmiş olsun diyorum, nazarımız değdi herhalde diyeceğim ama sevdiğimiz insanlara nazarımız değmez!..


Panaromik açıdan güzel yerlerden geçerek yükselmeye başladık. Artık kar manzaraları başlamıştı ve ben heyecanla öndeki koltuktan manzara resimleri çekiyordum. Fakat şunu da ekleyeyim ki artık öne oturmayacağım! Öndeki kalorifer yeterli ısıtmıyor; önden üçüncü sıradaki koltuğun kaloriferleri çok iyi; gerçi bugün arızalıydı ama her zaman iyi. Ayrıca bugün 2 araba hata yaptı ve az daha bize çarpacaklardı; yani ortada oturmak daha mantıklı ve güvenli bence! :) Öndeki yerimi kim isterse ona veriyorum! :)




Kışlacık isimli köye geldik ve ardından Karagöle, Türklerin Anadolu'yu ilk fethettikleri yörelerden birine vardık. Başka bir trekking grubu da gelmişti. Burada Gülsen Salman hanıma rastladım; bir süre sohbet ettikten sonra karşılıklı güzel geziler dileyip ayrıldık.



Yukarıdaki fotoğrafta Karagöl'e bakan dağ ya da dağcık görülmektedir. Selçuklu Komutanı Çubuk bey bu yöreleri ele geçirince herhalde onun ismi de buralara verilmiş. Etraf karlıydı ve bu güzel bir haberdi; böyle derken, yürümeye başlayınca bunun sulu kar olduğunu gördük!.. Güneş görünce sular karın birazcık altına iner; bu tür kar ayakları müthiş ıslatır; resmen külçe gibi ağırdır; ağaçlardan böyle sulu kar kitlesi kafaya düşse yıldızlar sayılabilir!.. Müslüm bey de daha baştan epeyce ıslanacağız dedi!.. Bunlar eğimli vadilerde çığ da yaratırlar ve altında kalınca kurtulmak çok zordur. Müslüm bey öteki toz karın da inanılmaz ölçüde akışkan olduğunu, insanın kulaklarından bile içeri aktığını, çığ düşerken altında kalınacağı kesinleşirse hemen cenin pozisyonu almak gerektiğini ve mümkünse nefes alabilecek boşluk yaratmak gerektiğini söyledi.

Aşağıdaki fotoğrafta da Yahya Kabak bey daha şimdiden Likya Yolu projelerini düşünürken görülmektedir.



Genellikle tepesine çıkılıp Karagöl'ün izlendiği dağın ya da tepenin sağından, eteklerinden yukarı doğru çıkmaya başladık. Fotoğrafta bu dağ görülmektedir.



Hedefimiz Yıldırımevci Göleti ve yaylasıydı. Müslüm bey zaman zaman ekiptekilerin öne geçip kar izi açmayı tecrübe etmelerini sağlıyordu. Öne geçen önce bir seviniyordu, sonra kar biraz kalınlaşmaya başlayınca arka sıraları, ticari kar yolunu tercih ediyordu! :)





Ayrıca Müslüm bey, "Önde olunca grubun arkadan fotoğrafını çekemiyorum," diyerek bazen en arkaya geçip oradan ekibin fotoğrafını alıyordu. Tabii en ufak bir sağa sola dönüş kavşağına gelindiğinde Müslüm beye dönülüp yön soruluyordu, o öne geçiyordu. Önce yukarı sonra sağa sonra sola derken Yıldırımevci Göletini uzaktan gördük. Üzeri tamamen karla kaplı olduğundan gölet olduğu bile belli değildi. Sanki bir "Kar Çölü" gibi duruyordu.





Yol boyunca bazı küçük derelere de rastladık. Ayrıca halen yenilebilen kuşburnu bitkisi de insanın "mayhoş yiyecek" ihtiyacını karşılıyordu. Böyle meyveler görünce mola verip bunlardan iyice faydalanmak gerek. Ben birkaç tane yedim, çok lezzetliydi. Bu etkinlik boyunca oldukça uzun süreler en önde kar yolu açma fırsatını yakaladım. Bu benim en keyif aldığım işlerden biridir ve de yorgunluktan ayaklarımı dahi kaldıramayacak aşamaya kadar iz açmayı severim!.. Kar oldukça derindi, yer yer 40-50 santim bile oluyordu. Ama Zigana'daki kadar değildi. Müslüm bey geçen hafta oradaymış; -26 derecede çadırda kalmışlar. Çadır -6 derece daha sıcak olsa bile çadırın içi gece uyurken -20 falandır!.. Karda yürümek için de ayakları bazen 80 cm yukarı kaldırıyorlarmış ve en berbatı da fena bir rüzgar varmış. Rüzgar gerçekten de dağcının en büyük düşmanlarından biridir. Aslında dağcının en büyük düşmanı kendisidir! Matematikçi ve Ressam olan Hasan Tahsin Çetin beyin dediği gibi "Oturalım evimizde rahat rahat, ne işimiz var dağlarda!" :)


Yıldırımevci göletine yaklaştıkça bir araba ya da kamyon sesleri duyduk. Sonradan gördük ki bunlar, 4x4'lük arazi araçlarıyla off-road'çularmış. Çok sayıda cip yokuş yukarı ticari orman yolunda ilerliyorlardı ki zorlu bir yerde bazıları takılıp kaldı. Herhalde arabası iyi olanlar burada gururlanıyor ve hava atıyorlardı; sonra da arkadaşlarını battıkları yerden kurtarmak için seferber oluyorlardı. Off-road "yol dışı" demektir; ama onlar ticari yolda ilerliyorlardı, yani esasen "On-road"çuydular!.. On-road'çuları uzaktan seyrederken kar yağışı başlamıştı bile.


Birkaç gün önce Ankara'ya 20 cm kadar kar yağmıştı ve ADKK Dağcılık Kaptanı Müslüm Öndeş bey birkaç kez "Yaw eğer 2-3 gün önce burada olsaydık, ortam ne güzel olurdu, enfes kar yağışı vardı," demişti. Hava ilk başlarda açıktı, sonra süratle değişti ve lapa lapa kar yağmaya başladı. Müslüm beyin dilekleri ilahi bir hızda ve çok etkili bir şekilde gerçekleşti. Uzun zamandır böylesine güzelce lapa lapa yağan bir kar görmemiştim. Rüzgar olmadığı için pamuk taneleri halinde yere yavaşça, sanki paraşüt açmışlar gibi düşüyorlardı. Bir yerlerden Noel baba ve onun geyikli kızağını da görseydik tablo tamamlanacaktı; her zaman özlenen "Karlı bir Yıl başı gecesi" atmosferi vardı; ben çaktırmadan Jingle Bells müziğini ıslıkla çalıyordum: Jingle Bells, Jingle Bells, Jingle All the Way, oh, What Fun is to Ride, In a One Horse Open Sleig...


Yer yer küçük dereler geçtik.



ADKK'nın yürüyüşlerinde genellikle atraksiyonlar, hava değişimleri yürüyüşün ikinci etaplarında, ana yemek molasından sonra olur; bugün de öyle oldu. Ana yemek molasına kadar hava açıktı; gemi sakince yol alıyordu ve kaptanın seyir defterine yazılabilecek çok fazla bir şey yoktu; yemekten sonra Kaptanın Seyir defteri açıldı!.. Yemek molasına gelince, ben bugün tavuk sandviç yapmıştım ve kesin olarak ikna oldum ki tavuk dağda gitmiyor!.. Lezzetli bir şey bulmam lazım. Deneyeceğim, yanılacağım ve sonunda doğruyu bulacağım!..


Zaman zaman kısa molalar verdik. Bu molalarda dağcılık bilgileri veriliyordu.



Bu kısa molalardan birinde Olcay Özbey herkese Eti fıstıklı çubuk çikolatalardan dağıttı ve çok iyi geldi. Yürüyüş başında güneş gözlüğü yerine kayak gözlüğü aldım diye yakınıyordu ama öyle bir kar yağışı başladı ki buğulanmayan kayak gözlükleri bu duruma ilaç gibi oldu.




Ana yemek molasında herkes kendisine uygun bir yer bulup hızla yemeklerini yemeye başladılar. Ben ipekli ince eldivenimi çantadan almaya üşendiğim için elim üşüdü; çantayı indir, yağmurluğunu çıkar, oo uzun iş!.. Bu iç eldiven kesin gerekiyor çünkü asıl eldivenimi çıkarıp her fotoğraf çektiğimde yağan karlardan elim ıslandı, eldiveni giymek çok zorlaştı. Ayrıca Yahya Kabak beyin ve Faruk'un kullandığı hortumlu su içme olayı aklıma iyice yattı. Seruma benzer bir torba var ve de onu çantaya koyuyorsunuz; hortumla o suyu rahatça içiyorsunuz. Ondan bir ara kesinlikle alacağım; çanta açmakla uğraşmak zor iş; hortumdan su em gitsin, pratik ve zekice bir çözüm. Sadece arada sırada o hortumun içini temizlemek gerekir.



Aşağıdaki fotoğrafta da Celal Akyaman bey görülmektedir. Kendisi marangozluk yapıyor; güzel 1 mesleği var, 37 yaşında emekli olmuş ama halen de mesleğine devam ediyor. Askeri pançosu ve oturacak koltuğu da vardı. Ben ADKK'nın 6 etkinliğine katılınca herhalde trekking olaylarında en eskilerdenim diye düşünmeye başlamışken, Celal beyin 7-8 yıllık ADKK tarihi olduğunu öğrendim!.. Köklü bir kulüp olduğu için buraya gelenlerin çok uzun yıllara dayanan geçmişleri olabiliyor.



Ekip kar yağışı altında, zaman zaman Hasan Tahsin beyin dolduruşlarıyla türkü söyleyerek ilerledi. Hasan Tahsin Çetin beyle Jale-Şule Bora kardeşlerin keyifli çekişmeleri de yürüyüşe renk katıyordu.



Aşağıda, yoğun kar yağışı altında yerde yatan kişi Müslüm Öndeş beydir. Yerden, sıfır noktasından grubu fotoğraflamaktadır. "Hizmette sınır yok" sloganıyla bu soğukta Atatürk gibi kara uzanıp, fotoğraf çekmiştir, fakat sonrasında orası rahat gelmiş olmalı ki yatmaya devam etmiştir! :)




Erol Engin beyin performası da bu hafta yüksekti. Ne zaman arkamı dönsem yakın plandaydı!.. Lowe Alpin kırmızı montu da su geçirmediğinden rahatça yürümekteydi. Ben de markalara sürekli baktığımdan hepsi zihnime yapıştılar adeta. Müslüm beyin tozluklarının Salewa, Asuman Özaltay'ın çantasının United Colours of Benetton ve de Yahya beyin çantasının da North Face olduğunu hatırlıyorum.




Aşağıdaki fotoğrafta da Olcay bey lider rehberlik yaparken görülmektedir.



Müslüm bey ise sık sık grubu fotoğraflamaktaydı. Bu fotoğraflama durmaları kritiktir, çünkü yeniden yola çıkacağımız zaman Müslüm beyin nereden yola devam edeceğini kestiremeyip bazen en arkada kalabilmektedir insan. Ben ve Olcay bey yola çıkış anında Müslüm beyi en çok kontrol eden 2 kişiyiz; Faruk da buna dikkat eder. Buna dikkat edince anında kaptanın gittiği yöne yönelip arkada kalmaktan kurtuluyoruz! :)




Aşağıdaki fotoğraf ise Karagöl'ün karla kaplı yüzeyini gösteriyor. Akşama doğru sis de başlamıştı; ama kalıcı olmuyor, bir belirip bir kayboluyordu. Saat 16.00 gibi gölün çevresinde bir tur attık.



Bu turu atarken bir kar fırını gördük. Rüzgarda ateş yakmak için kullanılırlar bunlar.



Ne kadar kar yağdı derseniz, Celal beyin aşağıdaki fotoğrafı buna iyi bir yanıttır. Piknik masasının üzerine bakılırsa boyutlar açığa çıkar!.. O kar da masanın üzerinde büyük bir doğum günü pastası gibi durmaktadır. Şubat ayına yaklaşıldığında ki yarın zaten 1 şubat, doğanın içinde yürürken insan yavaş yavaş baharın kokusunu da duymaya başlar. Kışın saltanatı çok fazla sürmeyecektir. Yenilgi kaçınılmazdır! Ama yazın da saltanatı uzun sürmez; doğada hiçbir güreşçi mutlak galibiyet elde etmez, bir o yener, bir öteki!.. Bir dönüşüm vardır, iktidara kazık gibi çakılmak yoktur doğada! Kış, bir dönem iktidarı eline alır sonra paşa paşa yerini yaza bırakır. Yaz da aynısını yapar; hiçbirinde üstünlük yoktur.




Saat 16 gibi minibüse geldiğimizde kaptan Ahmet bey yine çayı demlemişti; bu kez yanında bazlama ekmek ve tulum peyniri de vardı. Kutsal ateş de yanıyordu!.. Bu görüntülerin basına sızması istenmiyordu, yoksa herkes ADKK gibi sıkı ve sağlam bir grup da mı "Et-mangal-sucuk" işlerine döndü diyecekti ve karizma çizilecekti! :) Ama Kaptanın Seyir Defteri'ne tulum peynirli bazlama yendiği kayda geçirildi! :) Burada Hasan Tahsin bey bazlamayı ateşte pişirdi ve dumanda fazlaca bıraktı; ekmeği herkese verdi, "Yahu ne güzel yiyin," dedi ama islenmiş ekmeği kimse yemedi! :) Ben kendi ekmeğimden bir parça çaktırmadan kuşlar için yere attım.



Gölün esrarengiz manzarası netleşmeye ve sis dağılmaya başladı. Sanki bir dağ karşımızda yoktan varoluyordu.




Bu arada Abidin Demirkaya bey ateşi ve bazlama ekmekleri görünce iyice mutlu oldu. Bugünkü performansı da oldukça iyidi. Yine her zamanki gibi pantolonunun ıslandığından, o kadar paraya rağmen kuru olmadığından bahsetti! :)



Ben bir süre ateşin yanından uzaklaşıp 10 dakika kadar çevrede dolaşıp manzaraları seyrettim; çeşme etrafında donmuş sulara baktım. Karların süslediği ağaçların görkemini, rüzgarların parlattığı tüylerle uçuşan kargaların güzelliklerini izledim.



Gökyüzü iyice açtı; bulut denen panjurlardan kurtulduk; tıpkı yürüyüşe başlarkenki gökyüzü koşullarına döndük. Çeşitli kereler Yahya beyin meşhur sloganı "İyi ki gelmişiz yaw" söylendi. Dönüş yolunda daha ben hiçbir şey istemeden Jale Şule Bora kardeşler tuzlu yer fıstığını torba halinde öne gönderdiler ve onlara bu güzel çerezler için teşekkür ederim. Abidin beyin verdiği Amasya elmasını ve dilimlenmiş sulu portakalı da anmadan geçemeyeceğim.


Aşağıdaki fotoğrafı da Karagöl'ün bir başka mevsimde çekilmiş halini göstermek için veriyorum. Durgun göllerde sonsuz düzgünlükte yansımalar olur ve insan hangisi gerçektir diye bir an düşünür; belki de gerçek olan o yansımadır, gerçek, yukarı yansımıştır; yukarıdaki hayaldir!..



Yazımı yine güzel, neşeli bir müzikle bitireyim: Dubliners ve Andre Rieu, İrlanda Dansı, güzel bir keman.




Tahsin Çetin hocam "Yaw memleketin güzel şarkıları varken niye yabancı şarkı koydun?" demesin diye bir de Türkçe güzel bir parça koyuyorum:) İşte Yaşar ve Yıldız Usmanova düeti, Seni severdim:


Mehmet Murat ildan

Thursday, January 28, 2010

ODTÜ'den Kar Manzaraları


Epey bir süredir Türkiye'nin pek çok yerinde kar yağışı vardı, Ankara'nın yüksek semtlerine de bir ara kar yağmıştı; bazen Dikmen, Çankaya gibi semtlerden gelen arabaların üzerlerinde kar görebiliyorduk. Ancak ilk kez bugün, yani Mohandas Karamchand Gandi'nin ya da sevgili Gandiji Bapu'nun ölümünden 62 yıl sonraki 28 ocak Perşembe günü Ankara'nın tamamında kar yağışı vardı. Uzaklardan Elmadağ da tamamen karla kaplı görünüyordu.
Kar manzaralarının en güzel görüldüğü yerlerden biri de ODTÜ'dür. Memlekette darbe senaryoları pazarda bulunan sebze meyveler veyahut turşular gibi çoğalmışken ben ODTÜ'ye gidip biraz fotoğraf çektim! Bu yazımda bu fotoğrafları yorumlayacağım.
Hep sonlarda verdiğim müzik olayını bu kez başta vereyim. Türkiye'de popüler ve sevilen bir şarkı bu. Bu aralar ne zaman arabada radyoyu açıp kanal arasam mutlaka bu şarkıya rastlıyorum ve neredeyse son bir haftadır her gün, sisli havada eve giderken bu şarkı bana eşlik ediyor: Yaşar Feat - Yulduz Usmanova'dan bir düet: Seni Severdim

Evet, en üstte verdiğim fotoğraf Yalıncak köyüne doğru uzanan ince uzun yolun başlangıcıdır. Bu yolda oldukça hızlı bir tempoyla yarım saat yürürseniz Yalıncak Arkeolojik alanına gidersiniz. Bu yol benim hoşuma giden bir yoldur. Sürekli yokuş olduğu için de kondisyonu artırır. İkinci fotoğraf ise Mimarlık bölümünün havuzuna ait. Ortadaki kayanın tepesinde duran karların üzerine bazen serçeler konuyorlar ve karlar da minik çığlar halinde havuza dökülüyorlar. Bu tür havalarda bakkaldan çakkaldan birkaç somun ekmek alıp kuşlara dağıtmak çok güzel olur, çünkü kuşlar en çok bu havalarda yiyeceksizlikten ölmektedirler. Biz biraz kuruyan ekmekleri her gün düzenli olarak bahçemize mutlaka atıyoruz; serçeler, güvercinler ve de saksağanların yaptıkları cümbüşü görmek insanı mutlu ediyor.
Mimarlık havuzundan yukarı doğru yüründüğünde ODTÜ kütüphanesi görünür. Şimdilerde çok sessizdir. Okul tatil olduğu için kütüphanenin en iyi, en huzurlu zamanıdır. Sessiz sakince oturup okunabilir, kitaplar gün boyunca karıştırılabilir; pencereden de harika kar manzaraları seyredilebilir!..
Kütüphane kapısının karşısında eli kitaplı kadın heykeli vardır ki, sanattan epeyce yoksun bu ülkede bir heykel gördüğümüzde şaşırmamız doğaldır. Keşke ülkemizin her yeri heykellerle donatılmış olsa. Bu heykele müstehcendir diye bir saldırı da olmuştu; kanaatimce insanlar ne kadar sapık olurlarsa heykel gibi tamamen masum sanat eserlerini de o kadar müstehcen bulurlar!..
Rektörlüğe doğru ilerlerken ODTÜ'nün Kayak Merkezine ulaşmış oldum!.. Buraya ben "Kayak Merkezi" ya da ODTÜ'nün Ilgazı diyorum çünkü kar yağınca naylon torbalarla kayılan yer burasıdır. Bugün burada sadece küçük sevimli bir çocuk kayıyordu. Beni yanına çağırdı, herhalde fotoğrafımı çek diyecekti derken "Abi beni hızla iter misin?" dedi. Böylece ufaklığa birkaç kez gaz verdim, sonra baktım bunun sonu yok, çaktırmadan "bye bye" diyip kaçtım!..

Havalar soğuyunca köpekler ve başka canlılar da insanların yaşadıkları yerlere daha fazla sokuluyorlar. Bu fotoğraftaki siyah köpek de açtı, maalesef yanımda yiyecek yoktu; Çatı'dan alıp gelsem, o zamana kadar gitmiş olacaktı. Bakışlarında yiyecek dilendiği rahatça görülebiliyordu.




İstatistik bölümünün önündeki büstler de üç silahşorlar gibi dizilmişlerdi sanki. Ben büst olayını pek sevmiyorum; yapılacaksa tam bir heykel olmalı bu. Sanki onlara kafa veriyoruz, ama vücutsuz bırakıyoruz. Kafa, vücutsuz ne işe yarar ki? Ya da vücut, kafasız ne işe yarar?

Çatı Kafeteryanın hemen yakınına bir kardan adam yapılmış ama pek başarılı olmamış! Korkuluk gibi bir şey olmuş!.. Bu sene ben ODTÜ'de pek başarılı kardan adam göremedim, en iyisi ben bir tane kendim özenerek yapayım!.. Aşağıdaki kardan adamı yapanı yine de emeği için kutlamak gerek; emek verilen her şeyin bir değeri vardır.


Elektrik Elektronik bölümünün önündeki büstün de akibeti değişik olmuş; adam sanki takke giymiş, dindar olmuş!.. Bu büstlerin isimlerini hep unutuyorum; Michale Faraday mı, Andre Marie Ampere mi? Her kimse, bilmem ne cemaatinin bir üyesi gibi olmuş başındaki beyaz küllahla!.. Cüppeli Faraday Hoca gibi bir şey olmuş.



Yine Elektrik Elektronik bölümü civarlarından bir mekan var aşağıdaki fotoğrafta. Sanki okula nükleer bir bomba atılmış da kimsecikler kalmamış gibi sessizdi. Böyle ortamları ben çok severim. Hele kar da varsa yürümeye doyulmaz. Ama odun gibi yürümek değil de sağda soldaki bütün ayrıntıların farkında olarak, küçük detayları, bu soğukta bile ayakta kalmış böcekleri kaçırmadan, bir Zen dikkatiyle yürümek güzeldir.


Daha yukarılara doğru çıkıldıkça kardaki ayak izleri de azalır. Aşağıdaki çam ağacı Çevre Mühendisliği'ne yakındır; adeta bir deniz feneri gibi durur ve sanki gelip geçenlere bir yol gösterir.



Bugün okulun her yerinde benim ayak izlerim vardı. Stadyuma gitmeyi de ihmal etmedim. Yanımda kırmızı şarap olsa ve de bir kamp matı, oturup manzaraya karşı yudumlamak güzel olurdu. Stadyumun meşhur "Devrim" yazısı silinmiş! Beyaz Devrim Kızıl Devrim'i silmişti!..



ODTÜ'de ara yolların çoğu karla kaplı bir halde. Fakat bazı arabalar var ki tanktan hiçbir farkları yok; onlara binilip savaşa gidilebilir. Kıyı Liman Mühendisliği önünde gördüğüm aşağı resimdeki canavar araba da böyle bir şeydi; kar falan ona vız geliyordu. Bu kadar büyük araba nasıl alıyorlar hayret ediyorum!.. Yanından geçtiği arabayla kıyaslama yaparsanız boyutlar ortaya çıkar.


Bazı araçlar iyice karla kaplanmışlardı. Dün akşam saat 22.00 gibi başlamıştı kar yağışı. Kısa sürdü ama etkili oldu. Kar yağışının en harika yanlarından biri de kar küremektir. Benim bazen frenim tutmaz, bizim garajın önünü bitirip komşununkini de açarım!.. Aşağıdaki arabayı MM binasının parkında görmüştüm; böyle bir arabanın sadece ön camı silinmiş halde yolda sürüldüğünü de gördüm bugün!..


Aşağıdaki fotoğrafta ise İktisat Bölümü görünmektedir. Kantini açık olsaydı kaşarlı bir tostla birlikte ayran içecektim!.. Buranın kantinini bir kadın kocasıyla ve akrabalarıyla birlikte işletir ve iyi insanlardır.


Bölüme doğru giderken benim eski bisikletimin (Mavi Peugeot)aynısını görünce hemen durup fotoğraf çektim. Bazen karda Yalıncak'a çıkan o dik yokuştan aşağıya bisikletle inenler olur. Çok sakat bir şeydir bu ama çok da keyiflidir!..
Kar, şehrin bütün kirlerini örter; karlı şehirler her zaman tertemiz görünürler...
Şimdi radyoyu açıp kanal tarayacağım ve eminim yine o şarkı çalacak...
Seni Severdim, Ve Sana Rağmen Yine Severdim...


Yazımı güzel bir Japon atasözüyle bitireyim: Ichi nichi, ichi zen. Her gün bir iyilik yap! Kuşlara ekmek verelim, yemek artıkları da olur; şarap hariç her şey verilebilir!..
Mehmet Murat ildan

Saturday, January 16, 2010

ADKK Etkinliği -5


Bugün, yani Gaius Julius Sezar'ın ölümünden 2066 yıl sonraki 17 Ocak Pazar gününde Ankara Dağcılık Kayak ve Kış Sporları İhtisas Kulübü ADKK grubuyla Batı Karadeniz bölgesinde yer alan Küçükhacat Günübirlik Doğa Yürüyüşü'ne katıldım.

Ilgaz Dağları, Batı Karadeniz'in en yüksek dağlarıdır, 50 kilometrelik bir uzunluğu vardır; küçük ve büyük olmak üzere 2 zirvesi bulunur. Büyüğü 2587, küçüğü de 2546 metredir.



Yol bir hayli uzun olduğundan aracın Armada'dan kalkış saati 7.15 civarındaydı. Bu kez her zamankinden daha erken uyanmak gerekiyordu ve ben de alarmımı sabah 5.30'a ayarladım. Alarm sesiyle uyandım; aslında Horoz şeklinde öten güzel bir saatim de vardı ama çatıda bir yerlerde kayıp!.. Böyle erken kalkacağım zamanlar ben sabah gürültü olmasın diye odamın panjurunu da örtmem; götüreceğim malzemeleri de alt kattaki mutfağa yığarım.





Malzeme işlerinde epeyce bir mesafe aldım; az zamanda hızlı alım yaptım, Kapitalizm'in büyük ve yağlı ekmeğine ek miktarda bolca yağ sürdüm!.. Bendeki Adidas Gore-Tex'i ODTÜ arazisi çerezlik yürüyüşlerimde kullanmaya karar verdim ve de Cumartesi günü K2 mağazasından La Sportiva marka orta sertlikte vibram tabanlı su geçirmez bir trekking botu aldım. Marka işlerini iyi bilen Faruk'dan da La Sportiva'nın iyi bir marka olduğunu daha önceden öğrenmiştim. Benim aldığım ayakkabının tam ismi şöyle: La Sportiva Trango Hike GTX XCR. 325 liraydı. Kartla tek çekime 290 liraya indi. Ben pek iyi pazarlıkçı değilimdir; daha doğrusu pek uğraşmak istemem. Özel indirme stratejileriyle bazen insan bir malı yarı fiyatına dahi alabilir! Ben alıveriş yaparken yanımda böyle birinin olması lazım aslında! :)


La Sportiva'nın Val Di Fiemne GTX botu da vardı, Asolo Sasslong'dan da daha iyiydi sanırım; darbelere karşı ya da kesici çakıl ve taşlardan korunmak için çarşak bandı vs. her şeyi vardı, çok rahattı, 400 liraydı, fakat ağırdı. Ama ayağa giyip yürüyünce resmen Hitler tankları gibi bir şey; ayı falan saldırsa ayakkabıyı ayıya göstermek gerekirdi bence; büyük ihtimalle ayı ayakkabıdan ürküp kaçardı!.. Benim yeni aldığım ayakkabı ayaklarımı kuru tuttu, memnun kaldım; ayakkabı da benden memnun kalmıştır, çünkü dikkatli ve özenli kullandım. High Mountain su geçirmez (daha doğrusu suya dayanıklı; 10 000 mm su sütunlu) pantolonum da su geçirmedi!.. Bir şey daha öğrendim ki yurt dışındaki pek çok güzel dağcılık/trekking modelleri Türkiye'ye gelmiyor, sanırım talep yetersiz olduğundan gelmiyor. Bu arada aşağıdaki fotoğrafta ADKK Dağcılık Kaptanı Müslüm Öndeş görülmektedir.



Artık uzun bir süre malzeme almayacağım; gerçi halen iyi bir dağcılık çantasına ve iyi, karizmatik, titanyum bir yağmurluğa ihtiyacım var. Faydalı olabilir diye şunu son bir kez ekleyeyim: La Sportiva, Boreal ve Asolo, bunlar dağ/trekking olaylarında en güvenilir ayakkabı markaları. Bir de Erol Engin bey kendi Salewa ayakkabısını tavsiye etti; uzun saatler süren kar yürüyüşünden sonra bile içi kupkuruymuş. Yolda herkes bir şekilde malzeme işlerini konuştu. Malzeme işinin, arayışın sonu gelmez; mesela Müslüm Öndeş bey çok iyi denen markaların bile bazen palavra özellikleri olduğundan bahsetti; yani windstopper der, thinsulate minsulate der ama bakarsınız dağda içeri rüzgar alıyor!.. En doğrusu deneyip görmektir, gerçi deneme-yanılma işi de pahalıya mal olmaktadır!..



Bir sağlam yol da malzemeyi Müslüm beyle almaktır ki sanırım bugün ADKK'dan bir grup Çağdaş Sanat Merkezi'nde buluşup Adrenalin mağazasına gidecekler ve su geçiren ayakkabıların hesabını soracaklar, geçirmeyeni alma umuduyla yeniden paralar bayılacaklar!.. Aslında bütün ayakkabılar, en iyileri bile bir süre sonra su geçirirler; 5 saat geçirmese bile, 7. saatte geçirmeye başlar. Fakat "Arayış" doğru bir felsefedir; insan, her alanda gerçek manada doğru ve uygun olanı buluncaya dek aramalıdır, bulduğunda ise ona ahtapot kollarıyla yapışmalıdır!..


Bugünün ve öncesinin öyküsüne dönecek olursam, akşam bir süre Haiti Depremi ile ilgili haberleri izledim; tabii Türk kanallarından değil, CNN International'dan, çünkü bizim medyamız maalesef böylesine büyük bir insanlık trajedisine uyduruk dizilerden dolayı kapsamlı bir şekilde zaman ayırmadı. Her yer cesetlerle dolu, yağmalar, salgınlar, orası tam bir cehennem. Oradaki insanlara yardım için Türkiye'de ilan edilen güvenilir bir tane banka hesabı dahi yok!.. Oraya giden yardım ekiplerinin ülke bayraklarıyla gitmeleri, koca koca yazılar yazmaları da bence doğru değil. İyilik yapıyorsanız, sessizce, gizlice yapacaksınız. Bir tane ekibin elbiselerinin üzerinde kocaman Mexicana Marine yazıyordu. Bence oradaki yardım ekiplerinin üzerinde hiçbir şey yazmamalı. ABD, trampetler ve trompetler çalarak oraya büyük bir yardım gemisi gönderiyor ve, "Bakın, ey Dünya, biz Amerikalılar ne kadar iyi insanlarız," diyor. Ölüler üzerinden reklam gibi geliyor bu bana!.. İsa'nın meşhur sözünü unutuyorlar: "Sağ elin bile, sol elinin yaptığı iyiliği bilmeyecek!" Yine de ABD'nin geniş çaplı yardımını pratik gerçeklik bağlamında takdir etmek gerek.


Yatma vakti gelmişti ve milyarlarca insan gibi ben de Haiti'deki korkunç gerçeklere gözümü yumup, sırtımı dönüp uyudum, rüyalar alemine daldım. Sabah üzeri, henüz dün yapılmış ev yapımı taze ayva reçelli ve Yörsan yarım-yağlı beyaz peynirli kahvaltımı yaptım, bir de rafadan yumurta yedim; tuzlu ve limonlu pet sularını da aldım. Çantama, bu kez hepsi poşetlenmiş yedek eldiven, yedek çorap ve yedek bere de almıştım. Bize gerekmese bile bazen ekipteki birisinin ihtiyacı olabilir diye de yedek almak faydalı olur ya da birden bere dereye düşer, dere bereye sıçrar, her şey olur.


Faruk'la 7.01'de Bilkent köprüsü altında buluşmak üzere evden çıktım. Yahya Kabak bey bu hafta Kartalkaya'ya kayağa gitti; ancak sonradan öğrendik ki pek fazla kar yokmuş ve Yahya bey de ailesiyle birlikte kayaktan mangal işlerine geçiş yapmış!.. Etkinlik boyunca Yahya beyin "İyi ki geldik yaw!" sözü epeyce tekrarlandı ve kulak çınlatması yapıldı.


Etkinliğe 14 kişi katıldı. Nazım Ata Ilgaz'dan katılacaktı ama zamanlama sorunu çıkmış. Daha önceden tanımadıklarım da vardı: Asuman Özaltay, Emine Kumkaya ve Süleyha Özdemir. İsimler ve soyadlar konusunda hafızam pek iyi değildir, hatalar olabilir; telafi her daim mümkündür.

Gideceğimiz yer Küçükhacat tepesiydi (Küçükhacet). Bu "hacet" sözcüğü acayip bir şey. "Buna hacet yok" derken "Buna gerek yok" anlamı var. Tanrı'dan istenilen bir dilek anlamına da geliyor ve de bir de o meşhur tuvalet anlamı var. Benim pek sevdiğim bir sözcük değildir açıkçası. İslam'da Tuvalet adabı denilen maddeler arasında bu sözcük sıkça geçer.

Çankırı taraflarına yıllardır gitmemiştim ve bu taraftaki coğrafyayı hatırlamak, buralarda ne olup bitmiş, ne tür orman katliamları olmuş görmek istiyordum. Bir arkadaşımla Karadeniz bölgesi turu yapmayı planlamıştık ama o uzun süreliğine yurt dışına gidince proje buzdolabına taze saklanmak üzere kondu. Yol boyunca çok sayıda otobüs gördük; Tekel işçileri Ankara'daki eylem için dalga dalga başkente akıyorlardı, her yerde polis arabaları vardı, sanki düşman güçleri şehre hücum edeceklerdi!.. Yollar nasıldı derseniz, "Duble rezaletti" derim!.. İlk molayı Hacı Ali tesislerinde verdik. Mangal-sucukçu gezi otobüsleri hafta sonu Ilgaz'a akın akın gidiyor ve burada mola veriyorlardı. Trekking piyasasının sosyetik aktörleri oldukça çoğalmıştı; ben kalabalık grupları pek sevmiyorum; 13-14'lük ekipler iyi oluyor.




Tesislerden sonraki ilk hedef 1875 rakımdaki Ilgaz Dağı Karayolları istasyonuydu. Buranın 5 kilometre yakınına kadar ortalıkta kar falan görünmüyordu; tam, "Acaba kar var mı?" derken karın o muhteşem beyazlığı kendisini "Ben buradayım, Murat!" diyerek gösterdi. Ben de, "E ben de buradayım!" dedim!..



Bakım istasyonunda inip yürüyüşümüze başladık. Hedefimiz öncelikle "Yavru Hacetti." Küçükhacat'tan önceki yükseklikti burası. Yanılmıyorsam buraya Geyik Dağı da deniliyor. Geyik Dağı'nın düzlüğü için Küçükhacat'ın balkonu da derlermiş. Değişik yürüyüş ekipleri buraları değişik bir biçimde adlandırabilmektedirler. Bizden önce başka bir ekip de bu yoldan yürüyüşe başlamış, kar yolu açmışlardı; bu durum işimizi ilk etap için kolaylaştırdı. Ticari kar yolunun ince ticari hattında ilerledik. Hava sisliydi. Yolda bir aileye rastladık. Anayoldan içeri birkaç kilometre girmişler ve şimdi de geri dönüyorlardı. Karlı ağaçların Walt Disney tarzı rüyamsı görüntüleri insanın gözlerini esir alıyordu. Sanki bütün ağaçlar kardan bir kürk giymişler, bir Kar Balo'sunda bir araya gelmişlerdi. Ankaralılar bu bakımdan şanslılar; özel araçla 2.5 saat ötede karlar ülkesi bütün güzellikleriyle yer almaktadır.




Yoldaki ilk kısa molada ekiptekiler tespih gibi dizildiler; burada "İncelme" denilen şeyi yani terlememek için katman çıkarma işlemini yaptılar. Orman içinde ilerlemeye devam ettik; inişler ve çıkışlar yaptık. Müslüm bey zaman zaman "Yorulan var mı?" diye bağırıyor, "Evet," yanıtı aldıktan sonra o meşhur cevabını veriyordu: "İyi, ben de yoruldum, yola devam!" diyordu!.. :) Yavru Hacat'a doğru tırmanışa geçtikçe rüzgar artmaya, ısı ve tempo düşmeye başladı. Bizden önce oralara gelen başka bir ekibi yukarıda görüp el salladık, selamladık. Onlar "Yavru Hacat"la yetinecek ve geri dönecek gibi görünüyorlardı ve hatta kesin öyleydi. Biz yola devam ettik; hedefimiz zirveydi. Bir ekip görüp de bir seslenme duyarsak sessiz olup dinlememiz gerekiyordu çünkü belki bizden yardım istiyorlar ya da kendi iç haberleşmelerini yapıyorlardı.




Artık "Karlar ve Gerçek Kurtlar İmparatorluğu"ndaydık. Her yer alabildiğine beyaz, alabildiğine temizdi. Kar, insanda müthiş bir temizlik hissi uyandırıyordu. Ayakkabılarımız, tozluklarımız pırıl pırıl olmuşlardı. Karla kaplı ağaçlar, rüzgar denen görünmez heykeltıraşla ustaca şekillendirilmişlerdi. Olağanüstü bir görsellik vardı ve insan bu görselliğe dalıp gidiyordu, işte o anlar şehre dair hiçbir şey hatırlanmıyordu.




Fotoğraf çekenler, ava giden avlanır misali aniden fotoğraflanıyorlardı!.. Aşağıda, Müslüm bey fotoğraf çekerken, bir başka makinenin merceklerine yakalanmış bir halde görülmektedir.




Yavru Hacat'ı Küçükhacat'a bağlayan boğaza doğru ilerliyorduk. Amacımız saat 12 gibi buraya varmaktı ki yoğun kar ve yavaş tempodan dolayı hedeften en az 1 saat sapmıştık. Ana yemek molasını ağaçlık, kuytu bir yerde verdik. Zirve çıkışı öncesi yemek takviyesi yapıyorduk. Kar kalınlığı ne kadardı derseniz Olcay Özbey buna yanıt verebilir. Aşağıdaki fotoğrafta Olcay beyin sol bacağına bakarsanız kar kalınlığını görebilirsiniz. Elbette kar kalınlığı yer yer değişiyordu.




Ana yemek molasında hızlıca bir şeyler atıştırmaya başladık. Hasan Tahsin Çetin bey bir cam kavanoz çıkardı. Ben önce bunu sarelle gibi bir şey sandım ve de peşinen "yemem!" dedim; meğerse o Tahin-Pekmez'miş. Gerçekten harika bir şeydi. Hasan Tahsin bey 20 kadar kaşık da getirmiş; herkese teker teker kaşıkları dağıttı, ben sadece 2 kaşık yiyebildim; başkalarının hakkını yeme durumu olmasaydı rahatlıkla 10-15 kaşık yerdim; çok lezzetliydi; memleketin harika yiyeceklerinden biridir bu. Çıkış öncesi enerji verdi.


Sis artmaktaydı. Görüş mesafesi bazen 100 metre bazen 20 metre oluyordu. Çıkışa geçtik. 2100 metre civarlarında ekipte önde 10 kişi arkada 4 kişi şeklinde bir yapı oluştu. Herkeste belirli bir yorulma olmuştu ama arka tarafta daha fazla yorulanlar olmuştu. Müslüm bey en önde iz açıyordu. Numune'de anestezi uzmanı olan Süheyla Özdemir hanımın dizinde de bir problem vardı sanırım. Müslüm bey zaman zaman durup geriye gidip onlarla konuştu. Bence mevcut durumdan dolayı zirve yapmadan dönmeye karar vermişti, ama nereden dönüleceğine karar verecekti sadece!.. 2250. metreye geldiğimizde poyraz iyice artmıştı. Sağda solda tavşanlar dikkatli gözlere uzaktan kendilerini gösteriyorlardı. Yaşam, farkındalık içinde olanlara her türlü ayrıntıyı altın tepsilerde sunar.


Termometre eksi 4 kadardı. 300 metre kalmıştı zirveye. Orada sıcaklığın -7 olduğu tahmin ediliyordu; rüzgarla birlikte -10 demektir bu. Müslüm bey ekiptekilere "Burada bir karar verelim," dedi. Ben zirveye çıkmayı istiyordum. Galiba en çok da Erol Engin bey istiyordu; daha önce 150 metre kala geri dönmüştü ve bu kez "kesin çıkacağım, kararlıyım" diyordu. Arkada kalan arkadaşlar, "Siz gidin, biz izleri takip edip yavaşça geri döneriz ya da buralarda bekleriz," dediler. Müslüm bey burada yine "İyi bir profesyonel" olduğunu gösterdi ve "Olmaz!" dedi, "Geri dönüş kararı" aldı. "Beraber yola çıktık, bereber döneriz" güzel ve doğru bir felsefedir. O kardaki izlere güvenmek de olmaz. Tipi başlar, 10 dakikada o izler silinir; sis yoğunlaşır, yön duygusu tamamen kaybedilir. Zaten Müslüm bey bizim izlerimizle başka ekip izleri karışmasın diye de batonlarıyla her iki yana çizgi çekiyordu. Ben 2250. metrede durup baktım etrafa; sis yoğunluğu 20 metreye kadar düşüyordu; zirveye çıksak bir şey değişmeyecekti; bulunduğumuz yerle zirve arasında manzara bakımından ya da panoramik görüntü açısından pek bir fark olmayacaktı, dönmek daha doğruydu. Yanılmıyorsam 2002 yılında bu dağda 8 kişilik bir ekipten bir dağcı kız siste kaybolup uçurumdan düşerek hayatını kaybetmişti. Yani özellikle kışın 2500'lük bir dağ ciddi bir dağdır, şakaya gelmez. Ama temposu aynı, güçleri paralel, tecrübe birikimi birbirlerine oldukça yakın ve çok küçük bir ekip olur, çadır da dahil herkesin yeterli donanımı olur, o zaman basar gidersiniz 2500'lük ya da 4500'lük zirveye, eğer illa ki gerekiyorsa tabii!.. :)



Dönüşte Yavruhacat tepesi yakınında bayraklı bir fotoğraf çekildi. Hasan Tahsin bey altımız donuyor diyip yavaş fotoğraf çekiminin hızlanmasını istedi!..





İnişe geçtik; inişte kar kalınlığından dolayı özgürce sağa sola koşma fırsatı doğdu. Büyük bir kayanın önünde hatıra fotoğrafları çekildi.





Ormana daldık, rüzgar kesildi, manzaralar güzelleşti. Bir ara Asuman Özaltay "Ayağım burkuldu, Müslüm hocam," dedi. Müslüm bey de çantasını indirince Asuman hanım "Yok canım, şaka yapıyordum," dedi. Müslüm bey "Yok, yok, senin ayağın burkulmuş!" dedi. Böylece bir eğitim tatbikatı başlamış oldu. Çantadan balık ağına benzer bir şey çıktı; balık ağı açılınca bunun bir tür taşıma filesi ya da hamak olduğunu gördük. Batonlardan tutamak yapıldı ve Asuman Özaltay zaman zaman eleman değiştirilerek 4 kişi tarafından aşağı doğru taşındı. Bu işin ne kadar zor olduğu görüldü!.. Buradan şu sonuca vardık ki, herkes dikkatli yürümek zorundaydı, çünkü birinin başına bir şey gelse aslında herkesin başına bir şey gelmişle aynı şeydi bu!.. Yalnızca kendimize karşı değil herkes herkese karşı da sorumluydu. Ya 90 kiloluk biri sakatlanırsa, taşınabilir mi diye sorular soruluyordu ki Müslüm bey de "Merak etmeyin, böyle bir şey olsa, 200 kiloluk insanı da taşırsınız!" dedi. Bu tabii "Possunt quia posse videntur," felsefesiyle ilgilidir yani "Yapabilirler, çünkü yapabileceklerini düşünüyorlar." Bir işi yapmanın ön koşulu, o işi yapabileceğine inanmaktır öncelikle. Yapamam dediğiniz anda zaten yapmanız imkansızlaşır. Yürüyüş güzel, eğlenceli ve faydalı bir eğitim çalışmasına dönüştü.


Bir de Scito te İpsum'dan bahsedeyim. "Kendini bil, kendini tanı" demektir bu. Her insanın bir de böyle bir sorumluluğu olması iyidir. İnsan kendi sınırlarını ve gücünü bilirse pek çok şey de kolaylaşır. Mesela "Ben Everest'e çıkacağım" demek için insanın önce kendi limitlerini ve yeteneklerini, donanımlarını çok iyi bilmesi gerekir.


Aşağıda, Asuman Özaltay taşıma/kurtarma tatbikatı için beklemektedir. Bu taşınma rahatlığı olayından sonra ekipte sık sık "Ayağım burkuldu, taşınmak istiyorum" şeklinde talepler oldu!.. :)





Müslüm bey zirve çıkışına alternatif olarak doğaçlama bir şekilde orman içi kar eğitimi vermeye başlamıştı. Herkes belirli aralıklarla ekibin önüne geçip rotayı 5 dakikalığına belirlemeye çalışıyordu. Engin beyin seçtiği rotadaki dik bir iniş parkurunda 5-6 kişi eğlenceli bir şekilde düştüler. Kadir Karaküçük de 70 derecelik dik bir yokuşa vurup kendi ekolünü yarattı, iyi bir yüklenme oldu.

Bir ara Faruk ağaçkakanların delik deşik ettiği bir ağacın önünde ağaçkakan taklidi yaparken kameralara yakalandı!..





İnsanlar çocuklaştı; zaman zaman "ölçülü çocuklaşmalar" büyük keyif verir ve mutlaka yapılmalıdır; bunlar insana geçmişteki, küçüklüğümüzdeki yitip gitmiş, yalnızca anılara dönüşmüş güzellikleri anımsatır. Kar topu oynandı.




Aşağıdaki fotoğrafta Faruk'un bana fırlattığı kar topunu havada flaşlı bir şekilde yakaladığım an görülmektedir. Ben de, kendisine ayakkabı fırlatılan George Bush misali çok seri davranıp kar topunun kafama gelmesini önledim! :)





Orman içi bütün yürüyüşlerimizde gördüğümüz manzaraları burada da gördük. Ağaçlar devrilmişlerdi. Bunların kökleri pek derinde değildi ve zemin de yumuşayınca 20 metrelik ağaçlar devrilip kürdan gibi kırılabilmektedirler. Yaşam, ağaçlar gibi hareket edemeyen sabit canlılar için çok daha trajiktir.





Dönüşte yavaş yavaş hava kararmaya başladı. Yine bir ODTÜ'lü olan Olcay bey'in yeni aldığı kafa lambası kararmaya başlayan havada görsel bir güzellik yarattı. Zaten sıkça, "Hava kararsa da şu lambayı denesem," diyordu. Yuvarlak bir ışık, karların üzerinde ilerlemekteydi. Sanki Tanrı katından aşağıya, biz insanların ülkesine bir projektör tutulmuştu.




Dönüşte yine yaprak dökümleri yaşandı; eğer zirveye çıkmış olsaydık, epeyce bir kişi yorulacaklardı ve Ankara'ya dönüşümüz akşam 21.40 yerine en az 22.40'ı bulabilecekti!.. Dönüşte küçük çaplı kopmalar oldu; ben bir süre arkada kalıp sonra öne geçip ilerledim. Ağaçların arasında gizlenmiş 2 siluet gördüm! Müslüm bey ve bir kişi daha gizlenmişlerdi! Ama bizden kaçmaz tabii! :) İleride bir ateş gördük. Kaptan Ahmet bey semaveri yakmıştı. Buraya ilk gelenlerden Faruk'la Asuman hanım aşağıda görülmektedirler.





Kafa lambaları yine zengin ve sanatsal bir görsellik oluşturdular.




Çaylar pişti ve ikram edildi. Hasan Tahsin bey etkinlik sonrası soğuma, gevşetme hareketleri yaptırdı, fakat o kadar hızlı yaptırdı ki yeniden ısındık! :)





Minibüse geri döndük. Bulunduğumuz yerdeki bir levhanın da fotoğrafını aşağıya aktarıyorum. Levhanın alt direği fotoğrafta çıkmadığı için sanki levha havada asılı durmaktadır ve dahi uçmaktadır!.. Belki de altta direk yoktu! :)





Dönüş yolunda Hacı Ali tesislerinde 2.5 liraya çorba ve çay içtik. Biz Ankara'ya dönerken Tekel işçileri de memleketlerine geri dönüyorlardı; tesis işçilerle doluydu.




Gerek yürüyüş boyunca gerekse de minibüste çok şey konuşuldu. Olcay beyin evde çaldığı baterilerden, komşuları rahatsız olmasınlar diye ses yalıtımı projelerinden, Faruk çocuklarının Saksafon meraklarına, Piyano öğretmenlerinin aldıkları yüksek paralara, Çankırı'nın otlu peynirine, Kazan Dairesi gibi ısıtan minibüs kaloriferine, Olcay beyin buğulanan kayak gözlüklerinin buğulanma gizemine, Ülkü hanımın Merrel marka su geçiren Gore-Tex ayakkabısına, Jale-Şule kardeşlerin yaptıkları yarı kakaolu güzel keklerin tadına, Asuman Özaltay'ın verdiği Kıymalı poğaçalara kadar pek çok ayrıntı konuşuldu. Ekip oldukça konuşkan bir ekipti ve ben bunu olumlu buluyorum! :) Eve geldim, bizimkiler Anka Mall'de kredi kartları da dahil bütün kartlarını sağlam bir hırsıza çaldırmışlar; birkaç saat bu kartların iptalleri için uğraşıp güzel bir etkinlik sonrasının verdiği yumuşak yorgunlukla gece yarısı uykuya daldım.


Yol boyunca, öndeki yeri kapmış olan Muharrem Varol beye takıldık. Ben bazen espiri bağlamında Muharrem beyin koltuğunu arkadan sallıyordum ki belki "Yahu burası çok sallanıyor, ben arkaya geçeyim," desin!.. :) Sağolsun, dönüşte ben arkaya oturuyorum Murat, sen öne geç teklifinde bulundu ki tabii ki kabul etmedim. Öne ilk kim oturmuşsa orası onun yeridir, hak önceliğine saygı gösteririm! :) Esasen orası rehberin yeridir, o da ayrı! :) O koltuk için şerefiye ya da hava parası alınması da söz konusu oldu!..

Bu kez de yazımı 2 farklı müzikle sonlandırayım. Birincisi şu aralar Türkiye'de epeyce popüler ve sevilen bir şarkı: Ferhat Göçer; Götür Beni Gittiğin Yere:


Aşkındır beni yaşatan, beni hayata bağlayan...

Sensiz ben nefes alamam, buralarda hiç duramam...


http://www.dailymotion.com/video/xbbi15_ferhat-gocer-gotur-beni-gittigin-ye_music


İkinci müzik Türkiye'de değil ama benim zihnimde her zaman çok popüler:) Elvis Presley, Baby I Don't Care. Bu şarkının sözleri de hoştur: Sinemaya gitmezsin, dans etmezsin şunu yapmazsın bunu yapmazsın vs. çok modası geçmişsin, ama farketmez, Baby I Don't Care I love You, şeklinde bir müthiş şarkıdır! Elvis Presley Küçükhacat tepesinde kışın eksi 20 derecede bir konser verseydi şahsen tek bir saniye tereddüt etmeden giderdim:)


http://www.dailymotion.com/video/xe5tj_baby-i-dont-care-music


"Yaw arkadaş, iyi ki gelmişiz yaw!" :)

Mehmet Murat ildan