Saturday, January 30, 2010

ADKK Etkinliği -6


Bugün, yani ünlü şair Dante Alighieri'nin doğumu olan 1265 yılından 745 yıl sonraki 31 Ocak Pazar günü, Ankara Dağcılık, Kayak ve Kış Sporları İhtisas Kulübü ADKK ile Çubuk/Karagöl Doğa Yürüyüşü'ne katıldım.


Şimdi bu yürüyüşten edindiğim izlenimleri buraya, yani kişisel bloglarıma aktaracağım. Karagöl'ün bir sonbahar fotoğrafını da nasıl bir yer olduğuna dair hızlı bir fikir vermek için yazımın henüz başlarına koyuyorum.



Bir gün önce, ADKK google grupları sayfasına Müslüm Öndeş bey "Dağcılara Öğütler" başlıklı bir yazı göndermişti. Bu tür özlü sözlerin çoğalmasını dilerim. 18 Maddelik o sözler Türkiye Dağcılık Federasyonu Başkanı A. Mecit Doğru'nun "Dağcılık ve Yüksek İrtifa" kitabından alınmış. 8. Madde benim hoşuma gitmişti ve bu maddeyi buraya aktarayım: "Kendini dağda kimse yardım etmeyecekmiş gibi hazırla ve teşkilatını ona göre yap. Bilmek gerekir ki kalabalık bir güvence değildir ve ona güvenme." Tecrübelere dayanan isabetli bir sözdür bu. İnsan her zaman için önce kendisine güvenmelidir, öncelikle kendi gücünü kendisine dayanak yapmalıdır. Tabii kalabalığa güvenme denirken kalabalıktan kalabalığa da bu durum değişir. Mesela benim yürüyüş yaptığım ADKK grubunda birinin bir şeyi eksik olsa öteki ona hemen yardım eder. Örneğin ben kendi suyumu sırt çantamdan almaya üşenmiştim; Celal Akyaman hemen kendi suyundan bana verdi!.. Elbete bu "Dağcılık özlü sözleri" olayı çok yararlı; dediğim gibi, bu sözlerin devamını Müslüm hocadan bekliyoruz... Ve belki biz de oturup böyle sözler yazmalıyız.

Ankara'da yıllardır yaşayıp da hiç görmediğim bir yerdi Karagöl. Türkiye'de o kadar çok kara göl var ki birinden bahsederken başına yerini de eklemek gerekir. Çubuk ilçesi sınırları içinde yer alan bu göl bir krater gölüdür. Ankara'ya 74 km, Çubuk'a da 29 km uzaklıktadır; Kavak dağı ve Yıldırım dağı eteklerindedir. Bu gölün bazı yerlerinin derinliğinin 90 metreye kadar ulaştığını öğrendiğimde Karagöl yerine "Deringöl" ya da "Dipsizgöl" isminin verilmesi daha orijinal olurdu diye düşündüm. Ayrıca buranın bir piknik alanı olduğunu da duymuştum; bu da özellikle yaz aylarında kirlilik var demektir. Doğrusu burayı benim açımdan ilgi çekici kılan yan özellikle gölün derinliğiydi. Bir de elbette göller ve çevresi doğanın bukalemunluğunun yani renk değişimlerinin en çok görülebildiği yerlerdir. O yüzden bir de sonbaharda buralara gelmek gerekir. Zaten Erol Engin bey sonbaharda buranın güzelliklerinden bahsetti bana.


Bu gölün kenarında olta balıkçılığı yapılmaktadır. Bazen 20 kiloya varan sazanların olduğu söylenir. Gölün kenarındaki ormanlarda kayaların arasından son derece soğuk kaynak suları çıkar; o denli soğukmuş ki Ağustosta bile donduğu söylenir; tabii kendi gözümle görmediğim için doğru mu değil mi bilemem. 15. yüzyılın başlarında Çubuk ovasında bir Ankara savaşı yapılmıştı. Yıldırım Beyazıt'ın orduları buralarda kamp kurmuşlar, bu suları içmişlerdir. Geçmişte bu gölde boğulanlar da olmuş; yüzmenin oldukça tehlikeli olduğu söylenir.

Sabah, 5.50'de yataktan kalktım. Ankara'da dün yağan yağmurdan sonra şehirdeki karlar neredeyse tamamen yok oldular. Malzemeleri, sandviçlerimi akşamdan hazırlamıştım. Malzeme alımında önemli bir aşamayı daha geride bıraktım ve nihayet kendime güzel bir dağcılık çantası aldım. Çanta işlerini epeydir araştırıyordum ve sağdan soldan duyduklarımı kendi kanaatlerimle birleştirerek Alman yapımı olan Deuter aldım ve çanta almayı düşünenlere tavsiye ederim. Bugün her zamankinden daha fazla ağırlık taşımama rağmen omuzlarımda hiçbir acı yok! İşte olay bu!.. Yaşasın Deuter, çantamı sevdim!.. Tam ismi: Deuter Actlite; 40 + 10 litrelik hacmi var; kırmızı rengini aldım. 240'a düşmüştü, 5 taksit yaptılar. Kavaklıdere Bayındır'ın yanındaki Adrenalin mağazasından aldım. Uzun yıllar kullanırım diye düşünüyorum; seyahatlerde de kullanılır. Artık bir tek yağmurluk kaldı; benim yeşilimsi olan yağmurluğum çok bol ve güzel görünmüyor, gerçi rengini herkes beğeniyor; bugün yanıma aldığım lacivert ise oldukça uyduruk, su geçiriyor.

Geçen bir tane Faruk'un favori markalarından Marmot marka yağmurluk gördüm, 650 Avro'ydu; müthiş pahalı; nedense Mahsuni Şerif'in "Yuh Yuh" türküsü aklıma geldi!.. :) Ama şunu söylemeliyim ki, eğer yeterli paranız varsa, malzemenin gerçekten de iyisini almak lazım. Bir İngiliz atasözü var: "Pahalıdan ucuzu yok!" 1 kez alacaksınız ve yıllarca güvenle kullanacaksınız. Hele dağlarda, iyi malzeme hayat kurtarır. Malzeme bizi korurken biz de onu korumalıyız. Müslüm bey kar suyuyla ıslanmış bir ayakkabıyı öyle kurutursanız Gore-Tex özelliği bozulur dedi; o yüzden evde ayakkabıyı iyice bir sulamak gerekir. Ben zaten duşa girerken şapka, bere, tozluk, buff gibi malzemelerimi üşenmeden duşa atıp yıkıyorum!.. Malzemenin temiz kalması güzel bir şey.

Bu arada aklıma geldi, batonlarda Leki marka iyiymiş. Faruk söylemişti bana. Bir de bunu konuşurken aklımıza bir tekerleme gelmişti. Şarkıcı Deniz Seki, Leki marka baton almaya gider ve tezgahtara şöyle der: Leki ver! Tezgahtar da cevap verir: "Leki ne ki Deniz Seki?" Aman ne komik! :) Neyse, Leki Makalu Ultralight Titanyum Antishock Cortec baton 190 lira! Yani bir kez daha "Yuh Yuh!" Baton kesinlikle almayacağım; benimki idare eder.

Evet, asıl konuya dönecek olursam, Yahya Kabak beyle sabah 7.15'te Bilkent köprüsünde buluşup onun arabasıyla CHP binasının parkına gittik; buradan ADKK minibüsüne bindik; duraklardan teker teker dostları aldık; şehir içinde yaklaşık olarak 55 km yol yaptık. Kibar ve beyefendi birisi olan Abidin Demirkaya uzun bir aradan sonra yine aramıza katıldı. Herkes alındıktan sonra Esenboğa Havalimanı yoluna çıktık; saat 8.30 olmuştu; Çubuk I barajı ayrımından sağa sapmadık; ilerideki Çubuk II Barajı yolundan sola saptık. Bu yol berbat bir yol; yol bile değil, asfaltlaması yapılıyor ama yapım hızına bakılırsa 22. yüzyılda asfaltlaması bitecek!.. Yolda Çubuk'ta mola verdik. Molada Müslüm Öndeş bey herkese bazlama ekmek aldı; gerçekten lezzetli ekmeklerdir bunlar. Ben de 4 tane eve aldım.




Bu ekmekler aşağıda görülen sevimli arabalarda satılmaktadırlar.




Molayı bir kahvehanede verdik. Çay ve simit ısmarlandı; ısmarlayanlara teşekkür ederiz. Siyah Ankara simitleri çok tazeydi. Kahvehanede değişik insanlar vardı; televizyon seyrediyormuş gibi görünseler de çaktırmadan bizi dinliyorlardı. İçerisi soğuktu; sadece 1 tane UFO elektrikli sobayla tavandan ısıtılmaya çalışılıyordu. Kahvehane değil Morghaneydi sanki!..



Çubuk'ta yarım saat kadar oyalandık. Oranın turşucuları meşhurmuş. Müslüm bey turşucudan taze tulum peyniri aldı. Böylece oradan ayrılıp yola devam ettik.



Yol boyunca pek kar yoktu ve ben biraz hayal kırıklığı yaşadım. Arabanın önünde oturuyordum. Bu hafta Muharrem Varol bey hastalandığı için gelemedi; bu vesileyle kendisine geçmiş olsun diyorum, nazarımız değdi herhalde diyeceğim ama sevdiğimiz insanlara nazarımız değmez!..


Panaromik açıdan güzel yerlerden geçerek yükselmeye başladık. Artık kar manzaraları başlamıştı ve ben heyecanla öndeki koltuktan manzara resimleri çekiyordum. Fakat şunu da ekleyeyim ki artık öne oturmayacağım! Öndeki kalorifer yeterli ısıtmıyor; önden üçüncü sıradaki koltuğun kaloriferleri çok iyi; gerçi bugün arızalıydı ama her zaman iyi. Ayrıca bugün 2 araba hata yaptı ve az daha bize çarpacaklardı; yani ortada oturmak daha mantıklı ve güvenli bence! :) Öndeki yerimi kim isterse ona veriyorum! :)




Kışlacık isimli köye geldik ve ardından Karagöle, Türklerin Anadolu'yu ilk fethettikleri yörelerden birine vardık. Başka bir trekking grubu da gelmişti. Burada Gülsen Salman hanıma rastladım; bir süre sohbet ettikten sonra karşılıklı güzel geziler dileyip ayrıldık.



Yukarıdaki fotoğrafta Karagöl'e bakan dağ ya da dağcık görülmektedir. Selçuklu Komutanı Çubuk bey bu yöreleri ele geçirince herhalde onun ismi de buralara verilmiş. Etraf karlıydı ve bu güzel bir haberdi; böyle derken, yürümeye başlayınca bunun sulu kar olduğunu gördük!.. Güneş görünce sular karın birazcık altına iner; bu tür kar ayakları müthiş ıslatır; resmen külçe gibi ağırdır; ağaçlardan böyle sulu kar kitlesi kafaya düşse yıldızlar sayılabilir!.. Müslüm bey de daha baştan epeyce ıslanacağız dedi!.. Bunlar eğimli vadilerde çığ da yaratırlar ve altında kalınca kurtulmak çok zordur. Müslüm bey öteki toz karın da inanılmaz ölçüde akışkan olduğunu, insanın kulaklarından bile içeri aktığını, çığ düşerken altında kalınacağı kesinleşirse hemen cenin pozisyonu almak gerektiğini ve mümkünse nefes alabilecek boşluk yaratmak gerektiğini söyledi.

Aşağıdaki fotoğrafta da Yahya Kabak bey daha şimdiden Likya Yolu projelerini düşünürken görülmektedir.



Genellikle tepesine çıkılıp Karagöl'ün izlendiği dağın ya da tepenin sağından, eteklerinden yukarı doğru çıkmaya başladık. Fotoğrafta bu dağ görülmektedir.



Hedefimiz Yıldırımevci Göleti ve yaylasıydı. Müslüm bey zaman zaman ekiptekilerin öne geçip kar izi açmayı tecrübe etmelerini sağlıyordu. Öne geçen önce bir seviniyordu, sonra kar biraz kalınlaşmaya başlayınca arka sıraları, ticari kar yolunu tercih ediyordu! :)





Ayrıca Müslüm bey, "Önde olunca grubun arkadan fotoğrafını çekemiyorum," diyerek bazen en arkaya geçip oradan ekibin fotoğrafını alıyordu. Tabii en ufak bir sağa sola dönüş kavşağına gelindiğinde Müslüm beye dönülüp yön soruluyordu, o öne geçiyordu. Önce yukarı sonra sağa sonra sola derken Yıldırımevci Göletini uzaktan gördük. Üzeri tamamen karla kaplı olduğundan gölet olduğu bile belli değildi. Sanki bir "Kar Çölü" gibi duruyordu.





Yol boyunca bazı küçük derelere de rastladık. Ayrıca halen yenilebilen kuşburnu bitkisi de insanın "mayhoş yiyecek" ihtiyacını karşılıyordu. Böyle meyveler görünce mola verip bunlardan iyice faydalanmak gerek. Ben birkaç tane yedim, çok lezzetliydi. Bu etkinlik boyunca oldukça uzun süreler en önde kar yolu açma fırsatını yakaladım. Bu benim en keyif aldığım işlerden biridir ve de yorgunluktan ayaklarımı dahi kaldıramayacak aşamaya kadar iz açmayı severim!.. Kar oldukça derindi, yer yer 40-50 santim bile oluyordu. Ama Zigana'daki kadar değildi. Müslüm bey geçen hafta oradaymış; -26 derecede çadırda kalmışlar. Çadır -6 derece daha sıcak olsa bile çadırın içi gece uyurken -20 falandır!.. Karda yürümek için de ayakları bazen 80 cm yukarı kaldırıyorlarmış ve en berbatı da fena bir rüzgar varmış. Rüzgar gerçekten de dağcının en büyük düşmanlarından biridir. Aslında dağcının en büyük düşmanı kendisidir! Matematikçi ve Ressam olan Hasan Tahsin Çetin beyin dediği gibi "Oturalım evimizde rahat rahat, ne işimiz var dağlarda!" :)


Yıldırımevci göletine yaklaştıkça bir araba ya da kamyon sesleri duyduk. Sonradan gördük ki bunlar, 4x4'lük arazi araçlarıyla off-road'çularmış. Çok sayıda cip yokuş yukarı ticari orman yolunda ilerliyorlardı ki zorlu bir yerde bazıları takılıp kaldı. Herhalde arabası iyi olanlar burada gururlanıyor ve hava atıyorlardı; sonra da arkadaşlarını battıkları yerden kurtarmak için seferber oluyorlardı. Off-road "yol dışı" demektir; ama onlar ticari yolda ilerliyorlardı, yani esasen "On-road"çuydular!.. On-road'çuları uzaktan seyrederken kar yağışı başlamıştı bile.


Birkaç gün önce Ankara'ya 20 cm kadar kar yağmıştı ve ADKK Dağcılık Kaptanı Müslüm Öndeş bey birkaç kez "Yaw eğer 2-3 gün önce burada olsaydık, ortam ne güzel olurdu, enfes kar yağışı vardı," demişti. Hava ilk başlarda açıktı, sonra süratle değişti ve lapa lapa kar yağmaya başladı. Müslüm beyin dilekleri ilahi bir hızda ve çok etkili bir şekilde gerçekleşti. Uzun zamandır böylesine güzelce lapa lapa yağan bir kar görmemiştim. Rüzgar olmadığı için pamuk taneleri halinde yere yavaşça, sanki paraşüt açmışlar gibi düşüyorlardı. Bir yerlerden Noel baba ve onun geyikli kızağını da görseydik tablo tamamlanacaktı; her zaman özlenen "Karlı bir Yıl başı gecesi" atmosferi vardı; ben çaktırmadan Jingle Bells müziğini ıslıkla çalıyordum: Jingle Bells, Jingle Bells, Jingle All the Way, oh, What Fun is to Ride, In a One Horse Open Sleig...


Yer yer küçük dereler geçtik.



ADKK'nın yürüyüşlerinde genellikle atraksiyonlar, hava değişimleri yürüyüşün ikinci etaplarında, ana yemek molasından sonra olur; bugün de öyle oldu. Ana yemek molasına kadar hava açıktı; gemi sakince yol alıyordu ve kaptanın seyir defterine yazılabilecek çok fazla bir şey yoktu; yemekten sonra Kaptanın Seyir defteri açıldı!.. Yemek molasına gelince, ben bugün tavuk sandviç yapmıştım ve kesin olarak ikna oldum ki tavuk dağda gitmiyor!.. Lezzetli bir şey bulmam lazım. Deneyeceğim, yanılacağım ve sonunda doğruyu bulacağım!..


Zaman zaman kısa molalar verdik. Bu molalarda dağcılık bilgileri veriliyordu.



Bu kısa molalardan birinde Olcay Özbey herkese Eti fıstıklı çubuk çikolatalardan dağıttı ve çok iyi geldi. Yürüyüş başında güneş gözlüğü yerine kayak gözlüğü aldım diye yakınıyordu ama öyle bir kar yağışı başladı ki buğulanmayan kayak gözlükleri bu duruma ilaç gibi oldu.




Ana yemek molasında herkes kendisine uygun bir yer bulup hızla yemeklerini yemeye başladılar. Ben ipekli ince eldivenimi çantadan almaya üşendiğim için elim üşüdü; çantayı indir, yağmurluğunu çıkar, oo uzun iş!.. Bu iç eldiven kesin gerekiyor çünkü asıl eldivenimi çıkarıp her fotoğraf çektiğimde yağan karlardan elim ıslandı, eldiveni giymek çok zorlaştı. Ayrıca Yahya Kabak beyin ve Faruk'un kullandığı hortumlu su içme olayı aklıma iyice yattı. Seruma benzer bir torba var ve de onu çantaya koyuyorsunuz; hortumla o suyu rahatça içiyorsunuz. Ondan bir ara kesinlikle alacağım; çanta açmakla uğraşmak zor iş; hortumdan su em gitsin, pratik ve zekice bir çözüm. Sadece arada sırada o hortumun içini temizlemek gerekir.



Aşağıdaki fotoğrafta da Celal Akyaman bey görülmektedir. Kendisi marangozluk yapıyor; güzel 1 mesleği var, 37 yaşında emekli olmuş ama halen de mesleğine devam ediyor. Askeri pançosu ve oturacak koltuğu da vardı. Ben ADKK'nın 6 etkinliğine katılınca herhalde trekking olaylarında en eskilerdenim diye düşünmeye başlamışken, Celal beyin 7-8 yıllık ADKK tarihi olduğunu öğrendim!.. Köklü bir kulüp olduğu için buraya gelenlerin çok uzun yıllara dayanan geçmişleri olabiliyor.



Ekip kar yağışı altında, zaman zaman Hasan Tahsin beyin dolduruşlarıyla türkü söyleyerek ilerledi. Hasan Tahsin Çetin beyle Jale-Şule Bora kardeşlerin keyifli çekişmeleri de yürüyüşe renk katıyordu.



Aşağıda, yoğun kar yağışı altında yerde yatan kişi Müslüm Öndeş beydir. Yerden, sıfır noktasından grubu fotoğraflamaktadır. "Hizmette sınır yok" sloganıyla bu soğukta Atatürk gibi kara uzanıp, fotoğraf çekmiştir, fakat sonrasında orası rahat gelmiş olmalı ki yatmaya devam etmiştir! :)




Erol Engin beyin performası da bu hafta yüksekti. Ne zaman arkamı dönsem yakın plandaydı!.. Lowe Alpin kırmızı montu da su geçirmediğinden rahatça yürümekteydi. Ben de markalara sürekli baktığımdan hepsi zihnime yapıştılar adeta. Müslüm beyin tozluklarının Salewa, Asuman Özaltay'ın çantasının United Colours of Benetton ve de Yahya beyin çantasının da North Face olduğunu hatırlıyorum.




Aşağıdaki fotoğrafta da Olcay bey lider rehberlik yaparken görülmektedir.



Müslüm bey ise sık sık grubu fotoğraflamaktaydı. Bu fotoğraflama durmaları kritiktir, çünkü yeniden yola çıkacağımız zaman Müslüm beyin nereden yola devam edeceğini kestiremeyip bazen en arkada kalabilmektedir insan. Ben ve Olcay bey yola çıkış anında Müslüm beyi en çok kontrol eden 2 kişiyiz; Faruk da buna dikkat eder. Buna dikkat edince anında kaptanın gittiği yöne yönelip arkada kalmaktan kurtuluyoruz! :)




Aşağıdaki fotoğraf ise Karagöl'ün karla kaplı yüzeyini gösteriyor. Akşama doğru sis de başlamıştı; ama kalıcı olmuyor, bir belirip bir kayboluyordu. Saat 16.00 gibi gölün çevresinde bir tur attık.



Bu turu atarken bir kar fırını gördük. Rüzgarda ateş yakmak için kullanılırlar bunlar.



Ne kadar kar yağdı derseniz, Celal beyin aşağıdaki fotoğrafı buna iyi bir yanıttır. Piknik masasının üzerine bakılırsa boyutlar açığa çıkar!.. O kar da masanın üzerinde büyük bir doğum günü pastası gibi durmaktadır. Şubat ayına yaklaşıldığında ki yarın zaten 1 şubat, doğanın içinde yürürken insan yavaş yavaş baharın kokusunu da duymaya başlar. Kışın saltanatı çok fazla sürmeyecektir. Yenilgi kaçınılmazdır! Ama yazın da saltanatı uzun sürmez; doğada hiçbir güreşçi mutlak galibiyet elde etmez, bir o yener, bir öteki!.. Bir dönüşüm vardır, iktidara kazık gibi çakılmak yoktur doğada! Kış, bir dönem iktidarı eline alır sonra paşa paşa yerini yaza bırakır. Yaz da aynısını yapar; hiçbirinde üstünlük yoktur.




Saat 16 gibi minibüse geldiğimizde kaptan Ahmet bey yine çayı demlemişti; bu kez yanında bazlama ekmek ve tulum peyniri de vardı. Kutsal ateş de yanıyordu!.. Bu görüntülerin basına sızması istenmiyordu, yoksa herkes ADKK gibi sıkı ve sağlam bir grup da mı "Et-mangal-sucuk" işlerine döndü diyecekti ve karizma çizilecekti! :) Ama Kaptanın Seyir Defteri'ne tulum peynirli bazlama yendiği kayda geçirildi! :) Burada Hasan Tahsin bey bazlamayı ateşte pişirdi ve dumanda fazlaca bıraktı; ekmeği herkese verdi, "Yahu ne güzel yiyin," dedi ama islenmiş ekmeği kimse yemedi! :) Ben kendi ekmeğimden bir parça çaktırmadan kuşlar için yere attım.



Gölün esrarengiz manzarası netleşmeye ve sis dağılmaya başladı. Sanki bir dağ karşımızda yoktan varoluyordu.




Bu arada Abidin Demirkaya bey ateşi ve bazlama ekmekleri görünce iyice mutlu oldu. Bugünkü performansı da oldukça iyidi. Yine her zamanki gibi pantolonunun ıslandığından, o kadar paraya rağmen kuru olmadığından bahsetti! :)



Ben bir süre ateşin yanından uzaklaşıp 10 dakika kadar çevrede dolaşıp manzaraları seyrettim; çeşme etrafında donmuş sulara baktım. Karların süslediği ağaçların görkemini, rüzgarların parlattığı tüylerle uçuşan kargaların güzelliklerini izledim.



Gökyüzü iyice açtı; bulut denen panjurlardan kurtulduk; tıpkı yürüyüşe başlarkenki gökyüzü koşullarına döndük. Çeşitli kereler Yahya beyin meşhur sloganı "İyi ki gelmişiz yaw" söylendi. Dönüş yolunda daha ben hiçbir şey istemeden Jale Şule Bora kardeşler tuzlu yer fıstığını torba halinde öne gönderdiler ve onlara bu güzel çerezler için teşekkür ederim. Abidin beyin verdiği Amasya elmasını ve dilimlenmiş sulu portakalı da anmadan geçemeyeceğim.


Aşağıdaki fotoğrafı da Karagöl'ün bir başka mevsimde çekilmiş halini göstermek için veriyorum. Durgun göllerde sonsuz düzgünlükte yansımalar olur ve insan hangisi gerçektir diye bir an düşünür; belki de gerçek olan o yansımadır, gerçek, yukarı yansımıştır; yukarıdaki hayaldir!..



Yazımı yine güzel, neşeli bir müzikle bitireyim: Dubliners ve Andre Rieu, İrlanda Dansı, güzel bir keman.




Tahsin Çetin hocam "Yaw memleketin güzel şarkıları varken niye yabancı şarkı koydun?" demesin diye bir de Türkçe güzel bir parça koyuyorum:) İşte Yaşar ve Yıldız Usmanova düeti, Seni severdim:


Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment