Saturday, January 16, 2010

ADKK Etkinliği -5


Bugün, yani Gaius Julius Sezar'ın ölümünden 2066 yıl sonraki 17 Ocak Pazar gününde Ankara Dağcılık Kayak ve Kış Sporları İhtisas Kulübü ADKK grubuyla Batı Karadeniz bölgesinde yer alan Küçükhacat Günübirlik Doğa Yürüyüşü'ne katıldım.

Ilgaz Dağları, Batı Karadeniz'in en yüksek dağlarıdır, 50 kilometrelik bir uzunluğu vardır; küçük ve büyük olmak üzere 2 zirvesi bulunur. Büyüğü 2587, küçüğü de 2546 metredir.



Yol bir hayli uzun olduğundan aracın Armada'dan kalkış saati 7.15 civarındaydı. Bu kez her zamankinden daha erken uyanmak gerekiyordu ve ben de alarmımı sabah 5.30'a ayarladım. Alarm sesiyle uyandım; aslında Horoz şeklinde öten güzel bir saatim de vardı ama çatıda bir yerlerde kayıp!.. Böyle erken kalkacağım zamanlar ben sabah gürültü olmasın diye odamın panjurunu da örtmem; götüreceğim malzemeleri de alt kattaki mutfağa yığarım.





Malzeme işlerinde epeyce bir mesafe aldım; az zamanda hızlı alım yaptım, Kapitalizm'in büyük ve yağlı ekmeğine ek miktarda bolca yağ sürdüm!.. Bendeki Adidas Gore-Tex'i ODTÜ arazisi çerezlik yürüyüşlerimde kullanmaya karar verdim ve de Cumartesi günü K2 mağazasından La Sportiva marka orta sertlikte vibram tabanlı su geçirmez bir trekking botu aldım. Marka işlerini iyi bilen Faruk'dan da La Sportiva'nın iyi bir marka olduğunu daha önceden öğrenmiştim. Benim aldığım ayakkabının tam ismi şöyle: La Sportiva Trango Hike GTX XCR. 325 liraydı. Kartla tek çekime 290 liraya indi. Ben pek iyi pazarlıkçı değilimdir; daha doğrusu pek uğraşmak istemem. Özel indirme stratejileriyle bazen insan bir malı yarı fiyatına dahi alabilir! Ben alıveriş yaparken yanımda böyle birinin olması lazım aslında! :)


La Sportiva'nın Val Di Fiemne GTX botu da vardı, Asolo Sasslong'dan da daha iyiydi sanırım; darbelere karşı ya da kesici çakıl ve taşlardan korunmak için çarşak bandı vs. her şeyi vardı, çok rahattı, 400 liraydı, fakat ağırdı. Ama ayağa giyip yürüyünce resmen Hitler tankları gibi bir şey; ayı falan saldırsa ayakkabıyı ayıya göstermek gerekirdi bence; büyük ihtimalle ayı ayakkabıdan ürküp kaçardı!.. Benim yeni aldığım ayakkabı ayaklarımı kuru tuttu, memnun kaldım; ayakkabı da benden memnun kalmıştır, çünkü dikkatli ve özenli kullandım. High Mountain su geçirmez (daha doğrusu suya dayanıklı; 10 000 mm su sütunlu) pantolonum da su geçirmedi!.. Bir şey daha öğrendim ki yurt dışındaki pek çok güzel dağcılık/trekking modelleri Türkiye'ye gelmiyor, sanırım talep yetersiz olduğundan gelmiyor. Bu arada aşağıdaki fotoğrafta ADKK Dağcılık Kaptanı Müslüm Öndeş görülmektedir.



Artık uzun bir süre malzeme almayacağım; gerçi halen iyi bir dağcılık çantasına ve iyi, karizmatik, titanyum bir yağmurluğa ihtiyacım var. Faydalı olabilir diye şunu son bir kez ekleyeyim: La Sportiva, Boreal ve Asolo, bunlar dağ/trekking olaylarında en güvenilir ayakkabı markaları. Bir de Erol Engin bey kendi Salewa ayakkabısını tavsiye etti; uzun saatler süren kar yürüyüşünden sonra bile içi kupkuruymuş. Yolda herkes bir şekilde malzeme işlerini konuştu. Malzeme işinin, arayışın sonu gelmez; mesela Müslüm Öndeş bey çok iyi denen markaların bile bazen palavra özellikleri olduğundan bahsetti; yani windstopper der, thinsulate minsulate der ama bakarsınız dağda içeri rüzgar alıyor!.. En doğrusu deneyip görmektir, gerçi deneme-yanılma işi de pahalıya mal olmaktadır!..



Bir sağlam yol da malzemeyi Müslüm beyle almaktır ki sanırım bugün ADKK'dan bir grup Çağdaş Sanat Merkezi'nde buluşup Adrenalin mağazasına gidecekler ve su geçiren ayakkabıların hesabını soracaklar, geçirmeyeni alma umuduyla yeniden paralar bayılacaklar!.. Aslında bütün ayakkabılar, en iyileri bile bir süre sonra su geçirirler; 5 saat geçirmese bile, 7. saatte geçirmeye başlar. Fakat "Arayış" doğru bir felsefedir; insan, her alanda gerçek manada doğru ve uygun olanı buluncaya dek aramalıdır, bulduğunda ise ona ahtapot kollarıyla yapışmalıdır!..


Bugünün ve öncesinin öyküsüne dönecek olursam, akşam bir süre Haiti Depremi ile ilgili haberleri izledim; tabii Türk kanallarından değil, CNN International'dan, çünkü bizim medyamız maalesef böylesine büyük bir insanlık trajedisine uyduruk dizilerden dolayı kapsamlı bir şekilde zaman ayırmadı. Her yer cesetlerle dolu, yağmalar, salgınlar, orası tam bir cehennem. Oradaki insanlara yardım için Türkiye'de ilan edilen güvenilir bir tane banka hesabı dahi yok!.. Oraya giden yardım ekiplerinin ülke bayraklarıyla gitmeleri, koca koca yazılar yazmaları da bence doğru değil. İyilik yapıyorsanız, sessizce, gizlice yapacaksınız. Bir tane ekibin elbiselerinin üzerinde kocaman Mexicana Marine yazıyordu. Bence oradaki yardım ekiplerinin üzerinde hiçbir şey yazmamalı. ABD, trampetler ve trompetler çalarak oraya büyük bir yardım gemisi gönderiyor ve, "Bakın, ey Dünya, biz Amerikalılar ne kadar iyi insanlarız," diyor. Ölüler üzerinden reklam gibi geliyor bu bana!.. İsa'nın meşhur sözünü unutuyorlar: "Sağ elin bile, sol elinin yaptığı iyiliği bilmeyecek!" Yine de ABD'nin geniş çaplı yardımını pratik gerçeklik bağlamında takdir etmek gerek.


Yatma vakti gelmişti ve milyarlarca insan gibi ben de Haiti'deki korkunç gerçeklere gözümü yumup, sırtımı dönüp uyudum, rüyalar alemine daldım. Sabah üzeri, henüz dün yapılmış ev yapımı taze ayva reçelli ve Yörsan yarım-yağlı beyaz peynirli kahvaltımı yaptım, bir de rafadan yumurta yedim; tuzlu ve limonlu pet sularını da aldım. Çantama, bu kez hepsi poşetlenmiş yedek eldiven, yedek çorap ve yedek bere de almıştım. Bize gerekmese bile bazen ekipteki birisinin ihtiyacı olabilir diye de yedek almak faydalı olur ya da birden bere dereye düşer, dere bereye sıçrar, her şey olur.


Faruk'la 7.01'de Bilkent köprüsü altında buluşmak üzere evden çıktım. Yahya Kabak bey bu hafta Kartalkaya'ya kayağa gitti; ancak sonradan öğrendik ki pek fazla kar yokmuş ve Yahya bey de ailesiyle birlikte kayaktan mangal işlerine geçiş yapmış!.. Etkinlik boyunca Yahya beyin "İyi ki geldik yaw!" sözü epeyce tekrarlandı ve kulak çınlatması yapıldı.


Etkinliğe 14 kişi katıldı. Nazım Ata Ilgaz'dan katılacaktı ama zamanlama sorunu çıkmış. Daha önceden tanımadıklarım da vardı: Asuman Özaltay, Emine Kumkaya ve Süleyha Özdemir. İsimler ve soyadlar konusunda hafızam pek iyi değildir, hatalar olabilir; telafi her daim mümkündür.

Gideceğimiz yer Küçükhacat tepesiydi (Küçükhacet). Bu "hacet" sözcüğü acayip bir şey. "Buna hacet yok" derken "Buna gerek yok" anlamı var. Tanrı'dan istenilen bir dilek anlamına da geliyor ve de bir de o meşhur tuvalet anlamı var. Benim pek sevdiğim bir sözcük değildir açıkçası. İslam'da Tuvalet adabı denilen maddeler arasında bu sözcük sıkça geçer.

Çankırı taraflarına yıllardır gitmemiştim ve bu taraftaki coğrafyayı hatırlamak, buralarda ne olup bitmiş, ne tür orman katliamları olmuş görmek istiyordum. Bir arkadaşımla Karadeniz bölgesi turu yapmayı planlamıştık ama o uzun süreliğine yurt dışına gidince proje buzdolabına taze saklanmak üzere kondu. Yol boyunca çok sayıda otobüs gördük; Tekel işçileri Ankara'daki eylem için dalga dalga başkente akıyorlardı, her yerde polis arabaları vardı, sanki düşman güçleri şehre hücum edeceklerdi!.. Yollar nasıldı derseniz, "Duble rezaletti" derim!.. İlk molayı Hacı Ali tesislerinde verdik. Mangal-sucukçu gezi otobüsleri hafta sonu Ilgaz'a akın akın gidiyor ve burada mola veriyorlardı. Trekking piyasasının sosyetik aktörleri oldukça çoğalmıştı; ben kalabalık grupları pek sevmiyorum; 13-14'lük ekipler iyi oluyor.




Tesislerden sonraki ilk hedef 1875 rakımdaki Ilgaz Dağı Karayolları istasyonuydu. Buranın 5 kilometre yakınına kadar ortalıkta kar falan görünmüyordu; tam, "Acaba kar var mı?" derken karın o muhteşem beyazlığı kendisini "Ben buradayım, Murat!" diyerek gösterdi. Ben de, "E ben de buradayım!" dedim!..



Bakım istasyonunda inip yürüyüşümüze başladık. Hedefimiz öncelikle "Yavru Hacetti." Küçükhacat'tan önceki yükseklikti burası. Yanılmıyorsam buraya Geyik Dağı da deniliyor. Geyik Dağı'nın düzlüğü için Küçükhacat'ın balkonu da derlermiş. Değişik yürüyüş ekipleri buraları değişik bir biçimde adlandırabilmektedirler. Bizden önce başka bir ekip de bu yoldan yürüyüşe başlamış, kar yolu açmışlardı; bu durum işimizi ilk etap için kolaylaştırdı. Ticari kar yolunun ince ticari hattında ilerledik. Hava sisliydi. Yolda bir aileye rastladık. Anayoldan içeri birkaç kilometre girmişler ve şimdi de geri dönüyorlardı. Karlı ağaçların Walt Disney tarzı rüyamsı görüntüleri insanın gözlerini esir alıyordu. Sanki bütün ağaçlar kardan bir kürk giymişler, bir Kar Balo'sunda bir araya gelmişlerdi. Ankaralılar bu bakımdan şanslılar; özel araçla 2.5 saat ötede karlar ülkesi bütün güzellikleriyle yer almaktadır.




Yoldaki ilk kısa molada ekiptekiler tespih gibi dizildiler; burada "İncelme" denilen şeyi yani terlememek için katman çıkarma işlemini yaptılar. Orman içinde ilerlemeye devam ettik; inişler ve çıkışlar yaptık. Müslüm bey zaman zaman "Yorulan var mı?" diye bağırıyor, "Evet," yanıtı aldıktan sonra o meşhur cevabını veriyordu: "İyi, ben de yoruldum, yola devam!" diyordu!.. :) Yavru Hacat'a doğru tırmanışa geçtikçe rüzgar artmaya, ısı ve tempo düşmeye başladı. Bizden önce oralara gelen başka bir ekibi yukarıda görüp el salladık, selamladık. Onlar "Yavru Hacat"la yetinecek ve geri dönecek gibi görünüyorlardı ve hatta kesin öyleydi. Biz yola devam ettik; hedefimiz zirveydi. Bir ekip görüp de bir seslenme duyarsak sessiz olup dinlememiz gerekiyordu çünkü belki bizden yardım istiyorlar ya da kendi iç haberleşmelerini yapıyorlardı.




Artık "Karlar ve Gerçek Kurtlar İmparatorluğu"ndaydık. Her yer alabildiğine beyaz, alabildiğine temizdi. Kar, insanda müthiş bir temizlik hissi uyandırıyordu. Ayakkabılarımız, tozluklarımız pırıl pırıl olmuşlardı. Karla kaplı ağaçlar, rüzgar denen görünmez heykeltıraşla ustaca şekillendirilmişlerdi. Olağanüstü bir görsellik vardı ve insan bu görselliğe dalıp gidiyordu, işte o anlar şehre dair hiçbir şey hatırlanmıyordu.




Fotoğraf çekenler, ava giden avlanır misali aniden fotoğraflanıyorlardı!.. Aşağıda, Müslüm bey fotoğraf çekerken, bir başka makinenin merceklerine yakalanmış bir halde görülmektedir.




Yavru Hacat'ı Küçükhacat'a bağlayan boğaza doğru ilerliyorduk. Amacımız saat 12 gibi buraya varmaktı ki yoğun kar ve yavaş tempodan dolayı hedeften en az 1 saat sapmıştık. Ana yemek molasını ağaçlık, kuytu bir yerde verdik. Zirve çıkışı öncesi yemek takviyesi yapıyorduk. Kar kalınlığı ne kadardı derseniz Olcay Özbey buna yanıt verebilir. Aşağıdaki fotoğrafta Olcay beyin sol bacağına bakarsanız kar kalınlığını görebilirsiniz. Elbette kar kalınlığı yer yer değişiyordu.




Ana yemek molasında hızlıca bir şeyler atıştırmaya başladık. Hasan Tahsin Çetin bey bir cam kavanoz çıkardı. Ben önce bunu sarelle gibi bir şey sandım ve de peşinen "yemem!" dedim; meğerse o Tahin-Pekmez'miş. Gerçekten harika bir şeydi. Hasan Tahsin bey 20 kadar kaşık da getirmiş; herkese teker teker kaşıkları dağıttı, ben sadece 2 kaşık yiyebildim; başkalarının hakkını yeme durumu olmasaydı rahatlıkla 10-15 kaşık yerdim; çok lezzetliydi; memleketin harika yiyeceklerinden biridir bu. Çıkış öncesi enerji verdi.


Sis artmaktaydı. Görüş mesafesi bazen 100 metre bazen 20 metre oluyordu. Çıkışa geçtik. 2100 metre civarlarında ekipte önde 10 kişi arkada 4 kişi şeklinde bir yapı oluştu. Herkeste belirli bir yorulma olmuştu ama arka tarafta daha fazla yorulanlar olmuştu. Müslüm bey en önde iz açıyordu. Numune'de anestezi uzmanı olan Süheyla Özdemir hanımın dizinde de bir problem vardı sanırım. Müslüm bey zaman zaman durup geriye gidip onlarla konuştu. Bence mevcut durumdan dolayı zirve yapmadan dönmeye karar vermişti, ama nereden dönüleceğine karar verecekti sadece!.. 2250. metreye geldiğimizde poyraz iyice artmıştı. Sağda solda tavşanlar dikkatli gözlere uzaktan kendilerini gösteriyorlardı. Yaşam, farkındalık içinde olanlara her türlü ayrıntıyı altın tepsilerde sunar.


Termometre eksi 4 kadardı. 300 metre kalmıştı zirveye. Orada sıcaklığın -7 olduğu tahmin ediliyordu; rüzgarla birlikte -10 demektir bu. Müslüm bey ekiptekilere "Burada bir karar verelim," dedi. Ben zirveye çıkmayı istiyordum. Galiba en çok da Erol Engin bey istiyordu; daha önce 150 metre kala geri dönmüştü ve bu kez "kesin çıkacağım, kararlıyım" diyordu. Arkada kalan arkadaşlar, "Siz gidin, biz izleri takip edip yavaşça geri döneriz ya da buralarda bekleriz," dediler. Müslüm bey burada yine "İyi bir profesyonel" olduğunu gösterdi ve "Olmaz!" dedi, "Geri dönüş kararı" aldı. "Beraber yola çıktık, bereber döneriz" güzel ve doğru bir felsefedir. O kardaki izlere güvenmek de olmaz. Tipi başlar, 10 dakikada o izler silinir; sis yoğunlaşır, yön duygusu tamamen kaybedilir. Zaten Müslüm bey bizim izlerimizle başka ekip izleri karışmasın diye de batonlarıyla her iki yana çizgi çekiyordu. Ben 2250. metrede durup baktım etrafa; sis yoğunluğu 20 metreye kadar düşüyordu; zirveye çıksak bir şey değişmeyecekti; bulunduğumuz yerle zirve arasında manzara bakımından ya da panoramik görüntü açısından pek bir fark olmayacaktı, dönmek daha doğruydu. Yanılmıyorsam 2002 yılında bu dağda 8 kişilik bir ekipten bir dağcı kız siste kaybolup uçurumdan düşerek hayatını kaybetmişti. Yani özellikle kışın 2500'lük bir dağ ciddi bir dağdır, şakaya gelmez. Ama temposu aynı, güçleri paralel, tecrübe birikimi birbirlerine oldukça yakın ve çok küçük bir ekip olur, çadır da dahil herkesin yeterli donanımı olur, o zaman basar gidersiniz 2500'lük ya da 4500'lük zirveye, eğer illa ki gerekiyorsa tabii!.. :)



Dönüşte Yavruhacat tepesi yakınında bayraklı bir fotoğraf çekildi. Hasan Tahsin bey altımız donuyor diyip yavaş fotoğraf çekiminin hızlanmasını istedi!..





İnişe geçtik; inişte kar kalınlığından dolayı özgürce sağa sola koşma fırsatı doğdu. Büyük bir kayanın önünde hatıra fotoğrafları çekildi.





Ormana daldık, rüzgar kesildi, manzaralar güzelleşti. Bir ara Asuman Özaltay "Ayağım burkuldu, Müslüm hocam," dedi. Müslüm bey de çantasını indirince Asuman hanım "Yok canım, şaka yapıyordum," dedi. Müslüm bey "Yok, yok, senin ayağın burkulmuş!" dedi. Böylece bir eğitim tatbikatı başlamış oldu. Çantadan balık ağına benzer bir şey çıktı; balık ağı açılınca bunun bir tür taşıma filesi ya da hamak olduğunu gördük. Batonlardan tutamak yapıldı ve Asuman Özaltay zaman zaman eleman değiştirilerek 4 kişi tarafından aşağı doğru taşındı. Bu işin ne kadar zor olduğu görüldü!.. Buradan şu sonuca vardık ki, herkes dikkatli yürümek zorundaydı, çünkü birinin başına bir şey gelse aslında herkesin başına bir şey gelmişle aynı şeydi bu!.. Yalnızca kendimize karşı değil herkes herkese karşı da sorumluydu. Ya 90 kiloluk biri sakatlanırsa, taşınabilir mi diye sorular soruluyordu ki Müslüm bey de "Merak etmeyin, böyle bir şey olsa, 200 kiloluk insanı da taşırsınız!" dedi. Bu tabii "Possunt quia posse videntur," felsefesiyle ilgilidir yani "Yapabilirler, çünkü yapabileceklerini düşünüyorlar." Bir işi yapmanın ön koşulu, o işi yapabileceğine inanmaktır öncelikle. Yapamam dediğiniz anda zaten yapmanız imkansızlaşır. Yürüyüş güzel, eğlenceli ve faydalı bir eğitim çalışmasına dönüştü.


Bir de Scito te İpsum'dan bahsedeyim. "Kendini bil, kendini tanı" demektir bu. Her insanın bir de böyle bir sorumluluğu olması iyidir. İnsan kendi sınırlarını ve gücünü bilirse pek çok şey de kolaylaşır. Mesela "Ben Everest'e çıkacağım" demek için insanın önce kendi limitlerini ve yeteneklerini, donanımlarını çok iyi bilmesi gerekir.


Aşağıda, Asuman Özaltay taşıma/kurtarma tatbikatı için beklemektedir. Bu taşınma rahatlığı olayından sonra ekipte sık sık "Ayağım burkuldu, taşınmak istiyorum" şeklinde talepler oldu!.. :)





Müslüm bey zirve çıkışına alternatif olarak doğaçlama bir şekilde orman içi kar eğitimi vermeye başlamıştı. Herkes belirli aralıklarla ekibin önüne geçip rotayı 5 dakikalığına belirlemeye çalışıyordu. Engin beyin seçtiği rotadaki dik bir iniş parkurunda 5-6 kişi eğlenceli bir şekilde düştüler. Kadir Karaküçük de 70 derecelik dik bir yokuşa vurup kendi ekolünü yarattı, iyi bir yüklenme oldu.

Bir ara Faruk ağaçkakanların delik deşik ettiği bir ağacın önünde ağaçkakan taklidi yaparken kameralara yakalandı!..





İnsanlar çocuklaştı; zaman zaman "ölçülü çocuklaşmalar" büyük keyif verir ve mutlaka yapılmalıdır; bunlar insana geçmişteki, küçüklüğümüzdeki yitip gitmiş, yalnızca anılara dönüşmüş güzellikleri anımsatır. Kar topu oynandı.




Aşağıdaki fotoğrafta Faruk'un bana fırlattığı kar topunu havada flaşlı bir şekilde yakaladığım an görülmektedir. Ben de, kendisine ayakkabı fırlatılan George Bush misali çok seri davranıp kar topunun kafama gelmesini önledim! :)





Orman içi bütün yürüyüşlerimizde gördüğümüz manzaraları burada da gördük. Ağaçlar devrilmişlerdi. Bunların kökleri pek derinde değildi ve zemin de yumuşayınca 20 metrelik ağaçlar devrilip kürdan gibi kırılabilmektedirler. Yaşam, ağaçlar gibi hareket edemeyen sabit canlılar için çok daha trajiktir.





Dönüşte yavaş yavaş hava kararmaya başladı. Yine bir ODTÜ'lü olan Olcay bey'in yeni aldığı kafa lambası kararmaya başlayan havada görsel bir güzellik yarattı. Zaten sıkça, "Hava kararsa da şu lambayı denesem," diyordu. Yuvarlak bir ışık, karların üzerinde ilerlemekteydi. Sanki Tanrı katından aşağıya, biz insanların ülkesine bir projektör tutulmuştu.




Dönüşte yine yaprak dökümleri yaşandı; eğer zirveye çıkmış olsaydık, epeyce bir kişi yorulacaklardı ve Ankara'ya dönüşümüz akşam 21.40 yerine en az 22.40'ı bulabilecekti!.. Dönüşte küçük çaplı kopmalar oldu; ben bir süre arkada kalıp sonra öne geçip ilerledim. Ağaçların arasında gizlenmiş 2 siluet gördüm! Müslüm bey ve bir kişi daha gizlenmişlerdi! Ama bizden kaçmaz tabii! :) İleride bir ateş gördük. Kaptan Ahmet bey semaveri yakmıştı. Buraya ilk gelenlerden Faruk'la Asuman hanım aşağıda görülmektedirler.





Kafa lambaları yine zengin ve sanatsal bir görsellik oluşturdular.




Çaylar pişti ve ikram edildi. Hasan Tahsin bey etkinlik sonrası soğuma, gevşetme hareketleri yaptırdı, fakat o kadar hızlı yaptırdı ki yeniden ısındık! :)





Minibüse geri döndük. Bulunduğumuz yerdeki bir levhanın da fotoğrafını aşağıya aktarıyorum. Levhanın alt direği fotoğrafta çıkmadığı için sanki levha havada asılı durmaktadır ve dahi uçmaktadır!.. Belki de altta direk yoktu! :)





Dönüş yolunda Hacı Ali tesislerinde 2.5 liraya çorba ve çay içtik. Biz Ankara'ya dönerken Tekel işçileri de memleketlerine geri dönüyorlardı; tesis işçilerle doluydu.




Gerek yürüyüş boyunca gerekse de minibüste çok şey konuşuldu. Olcay beyin evde çaldığı baterilerden, komşuları rahatsız olmasınlar diye ses yalıtımı projelerinden, Faruk çocuklarının Saksafon meraklarına, Piyano öğretmenlerinin aldıkları yüksek paralara, Çankırı'nın otlu peynirine, Kazan Dairesi gibi ısıtan minibüs kaloriferine, Olcay beyin buğulanan kayak gözlüklerinin buğulanma gizemine, Ülkü hanımın Merrel marka su geçiren Gore-Tex ayakkabısına, Jale-Şule kardeşlerin yaptıkları yarı kakaolu güzel keklerin tadına, Asuman Özaltay'ın verdiği Kıymalı poğaçalara kadar pek çok ayrıntı konuşuldu. Ekip oldukça konuşkan bir ekipti ve ben bunu olumlu buluyorum! :) Eve geldim, bizimkiler Anka Mall'de kredi kartları da dahil bütün kartlarını sağlam bir hırsıza çaldırmışlar; birkaç saat bu kartların iptalleri için uğraşıp güzel bir etkinlik sonrasının verdiği yumuşak yorgunlukla gece yarısı uykuya daldım.


Yol boyunca, öndeki yeri kapmış olan Muharrem Varol beye takıldık. Ben bazen espiri bağlamında Muharrem beyin koltuğunu arkadan sallıyordum ki belki "Yahu burası çok sallanıyor, ben arkaya geçeyim," desin!.. :) Sağolsun, dönüşte ben arkaya oturuyorum Murat, sen öne geç teklifinde bulundu ki tabii ki kabul etmedim. Öne ilk kim oturmuşsa orası onun yeridir, hak önceliğine saygı gösteririm! :) Esasen orası rehberin yeridir, o da ayrı! :) O koltuk için şerefiye ya da hava parası alınması da söz konusu oldu!..

Bu kez de yazımı 2 farklı müzikle sonlandırayım. Birincisi şu aralar Türkiye'de epeyce popüler ve sevilen bir şarkı: Ferhat Göçer; Götür Beni Gittiğin Yere:


Aşkındır beni yaşatan, beni hayata bağlayan...

Sensiz ben nefes alamam, buralarda hiç duramam...


http://www.dailymotion.com/video/xbbi15_ferhat-gocer-gotur-beni-gittigin-ye_music


İkinci müzik Türkiye'de değil ama benim zihnimde her zaman çok popüler:) Elvis Presley, Baby I Don't Care. Bu şarkının sözleri de hoştur: Sinemaya gitmezsin, dans etmezsin şunu yapmazsın bunu yapmazsın vs. çok modası geçmişsin, ama farketmez, Baby I Don't Care I love You, şeklinde bir müthiş şarkıdır! Elvis Presley Küçükhacat tepesinde kışın eksi 20 derecede bir konser verseydi şahsen tek bir saniye tereddüt etmeden giderdim:)


http://www.dailymotion.com/video/xe5tj_baby-i-dont-care-music


"Yaw arkadaş, iyi ki gelmişiz yaw!" :)

Mehmet Murat ildan

1 comment: