Sunday, January 10, 2010

ADKK Etkinliği -4



Bugün, yani 21. Yüzyılın ilk 10. yılının 10 Ocak Pazar günü ADKK grubuyla Muratfakılar Doğa Yürüyüşü'ne katıldım. Şimdi biraz bu etkinlik ve öncesinden bahsedeceğim.


Etkinlik öncesinde, Kızılay Ülkealan Pasajı'nda yer alan K2 mağazasında mini bir ADKK grubu bir araya geldi. Profesör Ülkü Gürler hanım, mimar Erol Engin bey ve ben dağcılık/trekking malzemelerine baktık; mağazanın sahibi iyi birisine benziyordu; bütün sorularımızı üşenmeden yanıtladı. Ben ve Erol bey 5 liraya ipekli balaklava tarzı iç eldiven aldık; ben 10 liraya belirli bölgeleri tamponla destekli Donnay marka bir trekking çorabı aldım ve de üçümüz de 15 liraya Viola marka % 100 peva olan panço aldık; duş kabin perdelerindeki malzemeyle aynı galiba!.. Ben panço hiç sevmem ama çantada her zaman panço bulundurmakta yarar var. Dağda, bir saat içinde bile pek çok mevsim ardı ardına yaşanabilir, dağda 4 mevsim değil 40 mevsim vardır!.. Ülkü hanım Marmot marka eldiven, bir sarı balaklava ve bir de Jack Wolfskin marka polar aldı. Galiba toplam 200 lira kadar para bayıldı!.. Hafta içi ben bir kez daha bu mağazaya gidip su geçirmez ince eşofman altına bakacağım; 99 liraya gelecekmiş; tam olarak söylemek gerekirse High Mountain (Dintex) pantolon gelecekmiş, indirim yapar büyük ihtimalle. Bendeki su geçirmez uyduruk ince eşofman altını yıllar önce kazmalı düşüş için almış ve hiç kullanmamıştım; bel kısmı inanılmaz sıkıyor ve sanırım kan dolaşımını da bu yüzden biraz engelliyor.


Bu mağazada K2 dağının ve başka baba dağların lafı geçti; Erol Engin bey son derece samimi bir şekilde "Zamanım yok, zamanım olsa!" diyince hoş bir espri ortaya çıktı. Yani zaman olsa K2 sorun değil gibi bir şey algılandı! :) K2, 8611 metrelik dünyanın en yüksek 2. dağı. Everest'ten çok daha zor bir dağdır; düz kaya duvarı gibi bir şeydir; o dağdaki ölüm oranının 1/3 olduğu söylenir. Yani 3 kişiden biri, çoğu kez de zirveye ulaşamadan ya düşerek ya da donarak ölür!! Ama, ah bir zamanımız olsa, K2'yi de halledeceğiz! :)


Yapılan konuşmalardan şunu da hatırlıyorum. Ben Ülkü hanıma, "Herhalde yarınki yürüyüş 'light' bir yürüyüş olacak," dedim ve o da bana "Müslüm hocanın hiçbir yürüyüşü light olmaz," dedi ve haklı da çıktı. "Fast-Running - Heavy Trekking" tarzı bir şey oldu!..


Cumartesi akşamı erkenden yatmayı planlıyordum ama saat yine sabah 1'i buldu. Biraz haber izledim; Norveç'te Türk ailenin başına gelenlere baktım, ambulansla yapılan bant kayıtlarını dikkatle okudum ve hiç şaşırmadım. Uzun yıllar yurtdışında kaldıktan sonra şu kanaate vardım ki ben Avrupa'yı sevdim ama Avrupalıların soğukluklarını, ırkçılıklarını, samimiyetten yoksunluklarını, bazı ahlaki değerlerini vs. gibi şeylerini sevemedim.
Ölen kadına canım sıkılmış bir şekilde yattım; küt diye uyumuşum, 6.01'de alarm çalmak üzereyken pat diye uyandım!.. Rafadan yumurtalı, ballı, az tereyağlı, ayva reçelli, kızarmış ekmekli bir kahvaltı yapıp her zamanki gibi Bilkent köprüsünün altına, Faruk Türkçüoğlu ve Yahya Kabak'la buluşmak üzere gittim.


ADKK minibüsüne Armada'nın önünden bindik. Etkinliğe bu kez 16 kişi katıldı. Ben önceki yürüyüşlerden 13 kişiyi tanıyordum; 3 kişiyi ise tanımıyordum: Hakkı Kubilay Yüce, Kadir Karaküçük ve Mürsel Yaman. Ötekiler için kadrolu elemanlar ya da genel olarak düzenli gelenler, müdavimler diyebiliriz!..


Yolculuk her zamanki gibi Kızılcahamam Mevlana lokantasında yemek/ihtiyaç molası ile devam etti. İçeride çok güzel bir soba yanmaktaydı. Bu sobanın üzerindeki huninin içinde ise ilginç bir yakıt vardı!




Ben ilk kez böyle bir şey gördüm, fındık kabukları çok güzel yanmaktaymışlar. Sobanın ateşi harlıydı; insan, sobanın önüne bir kedi gibi kıvrılıp uzanmak istiyordu. Soğuk havada sıcak, gerçek bir cennettir!.. İnsan, nostaljik bağlamda sobaları özlüyor. Fakat gece dönüşte Kızılcahamam'dan geçerken korkunç bir hava kirliliği de vardı. Buralarda Jeo enerjiyi mutlaka kullanmalılar, böyle bir kirlilikte yaşanmaz; tam bir geri kalmışlık olayıdır bu!.. Sorun varsa mutlaka çözülmelidir; sorunla birlikte yaşanılmaz; belirli değerleri ve stardartları olan insanlar buna katlanmamalılar ve sorunu bir şekilde çözmeliler.



Burada, dostlarımız Muharrem Varol beyle Abidin Demirkaya'ya rastladık, sevindik; onlar bu hafta başka bir gruplaydılar. Uzaklardan gülen bir yüz gördüm. Bu da Albay Semin beydi. 40 yıllık dostmuş gibi bizi içtenlikle karşıladı. Bu hafta Kara Kuvvetleri trekking olayından dolayı bizle gelemediğini söyledi. İçten selamlarla ve başka bir etkinlikte görüşmek üzere oradan ayrıldık.






İstikamet Muratfakılar köyü ve çevresindeki yaylaydı. Kızılcahamam'ın içinden geçtik; Ankara Bolu yönünde devam ettik; Kızılcaören'i, Akyar barajını, "Akyarma 1550 rakım" diye bir levhayı, Yenecik'i geçtik. Aktaş II yazan bir köprüden sola girdik ve ilerledik. Donmuş bir gölün kenarından geçtik; ben dönüşte bu gölü fotoğraflamak istiyordum ve dahi üzerinde yürümeyi arzuluyordum, ama kısmet olmadı. Yavaş yavaş karlar artmaya başlamıştı ve bu sevindirici bir olaydı. Muratfakılar köy evleri yakınlarında minibüsümüz çamurumsu bir yerde patinaj yapmaya başladı. Oradan inerek yürüyüşe başladık.






Muratfakılar köyü Bolu ilinin Gerede ilçesine bağlıdır. Az sayıda ve hepsi "tahtadan yapılma yayla evleri" vardı burada. Fakı, fakihten geliyor; fıkıh bilgini demektir. Fıkıh da hem bir işi iyice anlamak hem de İslam hukukundaki kurallar bütününü belirtir. Muratfakı ya da Fıkıhçı Murat, Osmanlı Devleti'ni kuran Osman beyin hocası Şeyh Edebali'nin öğrencilerinden biriymiş. Herhalde onun soyundan gelenlerden biri bu köyü kurmuş.

Çeşmelerin önlerinden, derelerin yanlarından, bir ara otobanın yakınlarından geçtik. Halen yenilebilecek kuşburnu bulabilmek mümkündü. Benim, "Ormanların Havaalanları" dediğim açıklıklardan geçtik.


Aşağıdaki resimde Faruk görülmektedir. Bu arada ekipteki Meral Kılıç hanımın da 1980'li yıllarda ODTÜ Elektronikten mezun olduğunu öğrendim. Bu güzel bölümden tanıdıklarım daha da artmış oldu.




Aşağıda ise Müslüm bey "İstikbal Dağlardadır" sözünü söylerken görülmektedir.





Önemli bir mesafeyi "Orman İçi Ticari Toprak Yol"da katettik. Müslüm Öndeş bey dönüşte asfalt bir yoldan geçerken "Ticari Yol" işte böyle olur demişti. Ben de benim Ticari Yol'dan neyi kastettiğimi açıklama fırsatını şimdi bulmuş oldum. Ticari Yol diyince ben insan yapımı her tür yolu kastediyorum; yani orman içi toprak yolları, asfaltı, otobanı ve hatta orman içi patikaları bile. Bir de "Tanrı'nın Yolları" vardır! :) Ormana sapınca tamamen doğal olan, ardıçların, yerlere düşmüş dalların, devrilmiş ağaçların, Vietnamsı sıklıktaki çalılık yerlerin, kayalıksı, taşlı alanların hepsi böyle yollardır. "Tanrı'nın Yolları" esasen yol değildir, çünkü tamamen doğal yerlerdir. Ben, "Yol olmayan" yerleri seviyorum. Öteki yerlere de insan yapımı olduklarından Ticari Yol diyorum! :)

Etkinlikte çok küçük şelalemsi yerlerden geçtik. Yahya Kabak bey bu şelaleciklerden birinin önünde görülmektedir. Şelale çok küçük olduğundan "şelalecik" sözcüğü de yeterli olmuyor, belki "şelalecikcik" sözcüğü gördüğümüz şelale boyutunun küçüklüğünü daha iyi yansıtır!..





Güzel bir açıklıkta ana yemek molasını verdik. Ben, Cuma günü Meclis'ten paket yaptırdığım ekmek arası ızgara köfteleri yedim ama pek de beğenmedim. Eskiden TBMM'nin ızgara köfteleri çok güzel olurdu. Mevcut iktidarın memlekette el atıp da bozamadığı tek şey Meclis ızgara köfteleri kalmıştı ve şimdi onlar da bozuldular! :) Faruk güzel bir karanfil çayı yapmıştı, bana da ikram etti ve doğrusu karanfilin o harika kokusu insanın içine ferahlık veriyor. Jale Bora hanım gün kurusu kayısı ikram etti, çok tazeydi. Yapay kurutulmuş turuncu renkli kayısılar benim artık hoşuma gitmiyor.


Bu molada herkes torbalarla birbirilerine bir şeyler ikram ettiler. Faruk'un "çemeni çıkarılmış pastırma" önerisini hafıza kaydıma aldım ve bir dahaki sefere uygulamaya koymaya karar verdim. Ton balıklı sandviç olmadı, ağır kaçtı; salam zaten zararlı, bu hafta getirdiğim maydanozlu kuru köfte de çok kuru oldu, resmen boğazıma takıldı; sos koysaydım ekmeği çamur haline getirecekti; yeni hedefim, "ekmek arası pastırmalı sandviç" ya da Ülkü hanımın tavsiye ettiği zeytinli peynirli vejetaryen bir sandviç modeli!.. Yanlış yapa yapa sonunda doğruyu bulacağım sanırım! :) Lezzetle sağlığı bir araya getirmeye çalışıyorum, yoksa dağda her şey yenebilir. Bizler, şimdilik fani de olsak, ideali, ideal olanı aramaya, doğru olana yaklaşmaya devam etmeliyiz! :)


Bu mola yerinde küçücük bir mezarlık da vardı; sanırım birisi bir kuşu ya da başka bir hayvanı gömmüş ve etrafını da taşlarla çevirmişti. İnce bir düşünce diye düşündüm.


Yemek sonrası 2. etap, yani zorlu ve zorlayıcı olan etap başladı. İlk etap için ben, "Faruk hocam, ticari yolda ilerliyoruz, bana yazı malzemesi çıkmaz buradan" dedim ve der demez de ilahi yanıt geldi! :) Toplamda 21 KM'yi bulan, önemli bölümü karda inişli çıkışlı yürüyüş şeklinde geçen 7 saatlik sıkı bir performans yürüyüşü ortaya çıktı. Yer yer buzul şelalelerine, buzul sarkıtlarına rastladık. Ben, ikinci sıramdaki yerimde ilerlerken Müslüm beyin anlattıklarını dinliyordum. Önde yürümenin bir avantajı da daha fazla dinlenme zamanı bırakmasıdır insana. Ama çukurlara ilk düşme ya da ilk kayma tehlikesini de en önde giden kişi yaşar genellikle. Çok sayıda şey konuşuldu. Müslüm bey birkaç gün önce Ilgaz'daymış; çocukların yarışma işleri varmış. O yorgunlukla bu kez buraya gelmiş. Omuzundan da kas yırtılmasından dolayı fizik tedavisi görmekte.




Yol boyunca pek çok kurt ve domuz izleri gördük. Eğer toprak yolda sanki savaş çıkmış gibi bir dağınıklık görürseniz bu durum domuzların işiymiş. Müslüm bey domuzların dişleriyle bitki kökleri aradıklarını, kurtlarla savaştıklarını, o vahşi dünyayı anlattı. Elbette yine ayı izlerine rastladık. Yer yer çok özel doğa manzaraları oluştu; bir ara güneş açtı, uzaklardaki tepelere vurdu, altınımsı pırıltılar, sarımsı ışıltılar yarattı. Güneş, batıyordu; dünyamızın bu sıcak sevgilisi dünyanın bu bölümünü geçici olarak terk ediyordu; herhalde ayrılık sevgiyi ve özlemi arttırır, gerçek değeri ortaya çıkarır, ayrıldığımızın kıymetini anlamamızı sağlar felsefesini pratiğe uyguluyordu!..


Yavaş yavaş yorulmalar başlamıştı, sıcak sular tükenmeye yüz tutmuştu. Hava kararmaya başladığından Müslüm bey "Pergelleri açın," yani adımları büyütün dedi. Etkinlik boyunca zaten hızımız oldukça fazlaydı; ilk başlarda saatte 3.5 kilometre hızındaydı. Nazım Ata'nın ayakkabısı spor ayakkabı olduğundan ayağı ıslandı; bu ıslaklığını birkaç kez topluluğa şiir okuyarak ya da okutarak unutmaya çalıştı. Müslüm beyin asker postalları da ona sorun çıkarıyorlardı; çoraplar sürekli aşağı toplanıyorlardı; ayak da postalın içinde çok fazla hareket ediyormuş. Askerlerin, Özel Kuvvetler'dekilerin de dahil olmak üzere malzemelerinin iyi olmadıklarını öğrendim.


Benim ayakkabım Gore-Tex'ti ama Adidas marka olduğundan, yani iyi bir trekking markası olmadığından dolayı belirli derecede bir ıslanma oldu. Rotamız, sırttan ilerleyince uzadı; bu 1-2 saatlik uzama ekibin performansını etkiledi; doğal olarak yaprak dökümleri ve bitkinlik başladı!


Gemide isyan belirtileri vardı; nitekim Erol Engin bey iyice yorulduğunu, yarınki mimarlık projesini bu halde nasıl bitireceğini söylüyordu. O, rotanın genel istek üzerine uzatıldığını düşünüyordu ki esasen rota, ticari yola dönmeyip biraz daha doğal arazide gitmemizden, sırtta ilerlememizden uzadı sanırım. Nazım Ata bey de isyan hazırlığı içindeydi! :) Faruk bu "Geçici moral kaybının" çaresi olarak olumlu düşüncenin önemini vurguladı. Doğrusu hepimiz yorulmuştuk, ama olumlu düşünce ve moral yüksekliği pek çok şeyi çözebilmektedir ya da en azından sorunu daha da artırmamaktadır. İnsanın bir fiziksel sınırları olur ve bir de psikolojik sınırları. İnsan fiziksel olarak bir tükenme yaşasa dahi işte o zaman psikolojik sınırlar meselesi devreye girer. Fiziksel çökme ve bitkinlik başladığında morali ne kadar yüksek tutarsanız, fiziksel çökmenin etkisi de o denli azalır. İnsan, akşam hasta olacağını hissetse bile yine de moralini yüksek tutmaya çalışmalıdır yoksa akşam hastalanmayı bizzat kendisi garantiler.

Hasan Tahsin Çetin bey yol boyunca mangallardan bahsetti; sanırım iyice acıkmıştı; yine hep neşeliydi; çıkışlarda sesi biraz azalıyordu fakat çabucak toparlıyordu; bağırarak daha fazla oksijen kazanacağımızı, ciğerlerimizin açılacağını söylüyordu! :) Şarkı ve türkü söylüyor, söylenmesini talep ediyordu. Yahya beyin oğlunun başarılarından bahsedildi; Yahya bey mütevazi davranarak "Oğlumun başarılarının sırrı benden değil hanımdandır," dedi ve de bayanlarla ilgili şu felsefesini söyledi: "İtaat et ve rahat et!" :)





Hava kararmıştı, yarı karanlıkta ilerlemekteydik. Ay ışığı vardı, ama uzaklarda onun önünü tiyatro perdeleri gibi bulutlar kapatmıştı ve ışık etkisizdi. Ekipte 3-4 kişide kafa lambası vardı. Etkinliklere her zaman kafa lambası getirmek gerekir.






En önde Müslüm bey kafa lambasıyla gitmekte, bir de en arkada Mürsel bey yine kafa lambasıyla yol almaktaydı. Böylece "öncü-artçı" bağlantısı arka ve öndeki bu iki ışıklı noktayla sağlanmış oldu. Uzaklarda bir ateş gördük; herkes canlandı. Müslüm bey etkinlik boyunca sık sık ekiptekileri saydı.





Uzaktan gördüğümüz ateş, kaptan Ahmet bey'in yaktığı bir ateşti bu; akşam 6'ya doğru minibüsü görmüştük. Tam işler bitti derken bu kez bir dere yolumuzu kesti. Herkes taşlardan seke seke karşı kıyıya, ateşin yanına geçti. Aşağıda Ülkü hanım ve Jale Bora dereyi geçerken görülmektedirler. Doğrusu bayanların performansını özellikle kutlamak gerek. Sıkı yürüyüşte onlar da iyice yorulsalar da sağlam bir şekilde yürüdüler.






Dereyi geçtikten sonra paçaları sıvayıp tozlukları çıkarttık. Bir süre ateşin başında ısındık. Ateş her zaman için büyüleyicidir ve onu seyretmek müthiş bir zevktir.





Kaptan Ahmet beyin yaptığı çayları içtik. Galiba yeni bir semaver takımı almıştı. Bu kez suyun kalitesi Hasan Dağı'ndaki gibi kötü değildi, hoş içimi olan bir suydu.




Ben gelirken ve giderken minibüsün en önünde, en manzaralı yerde oturdum ve aşağıdaki fotoğrafı çektim! :) Ufku görünce kendimi özgür hissediyorum. Fotoğrafta görülen ayak izleri Zirve Dağcılık grubu üyelerine aittir. Servisle bir sorun yaşamışlar. Bizim kaptan Ahmet beye gelmişler; o bölgede telefon çekmediğinden "Bizi ana yola götürür müsün?" demişler. Ancak saat 17.00 gibi olduğundan Ahmet bey bizi beklemesi gerektiğini söylemiş. Onlar da en az 3-5 KM karanlıkta yürüyüp minibüse gitmişler. Onları yolda gördük, epey bir moralsizdiler. Bu tip şeyler olabilmektedir. Rehberle sürücü arasındaki koordinasyon da çok önemli. Ayrıca hayatın her aşamasında bir B planı da gerekir. Ahmet bey "B planımız" var dedi; yani kazara biz çok geciksek, telefonla Müslüm beye ulaşılamasa gibi sorunlar için bir B planı bulunmaktadır.




Dönüşte Erol beyin isteği üzerine Mevlana'da durup çorba molası verdik. Oradaki adamlar "En neşeli grubun" biz olduğumuzu söylemişler. Bir ara sofraya harika salatalık turşusu geldi; Hasan Tahsin beyin masasından bize ikram gönderilmiş sanırım! :) Herkes fındık kabuğuyla ısınan sobanın çevresini sardı ve ısınmaya çalıştı. Güzel bir etkinlikti. Doğrusu yorucuydu; ertesi gün projesi olanlar ya da final kağıdı okuyacak olanlar için daha da yorucu diyebilirim; benim sırt çantam iyi olmadığından bütün yük neredeyse "bire bir" olarak omuzuma bindi; halen omuzuma dokununca bir sızlama var ama sabah bir şey kalmaz. Dönüşte arabada Jale-Şule kardeşlerin dağıttıkları tuzlu yer fıstığı çok makbule geçti; kendilerine teşekkür ederim. Yürüyüş sonrası tuz ihtiyacı için çok isabetli bir seçimdi bu. Ben ayakkabılarımı çıkardım; kaptana, "Saygısızlık olmayacaksa ayaklarımı minibüsün önüne biraz uzatmak istiyorum" der demez "Elbette, rahatınıza bakın," dedi.

Rotanın uzamasının getirdiği güzellikler de oldu; gece, kafa lambalı yürüyüşün görselliği ve eğiticiliği pek hoştu. Ayrıca ateşin olduğu yere yakın olan yolda gözlerini göklere dikenler muhteşem bir tabloyla karşılaştılar. Milyarlarca yıldız, sonsuz güzellikte parıldıyorlardı, uydular sıklıkla geçiş yapıyorlardı ve bu enfes görüntü bütün yorgunlukları mecazi anlamda alıp yukarıdaki boşluğa, uzaya götürdü; orada yorgunluklar dağılıp gittiler, evrenin derinliklerinde kayboldular...

Daha önceki bir yazımda belirttiğim bir sözü burada yineleyeyim: Si finis bonus est, totum bonum erit! Değerli üstat Shakespeare'in sözleriyle: "Sonu iyi biten her şey iyidir!" Sonlar önemlidir; başlangıcı bırakın, ortaları bırakın ve sonlara bakın. Sonu iyi bitmişse, her şey iyi demektir! :) Sonlar önemlidir...

Sabah 2.03, artık yatma vakti; Ankara'da rüzgar ve yağmur başladı; bu iyi bir haber; gündüz hava temiz olacak demektir!..

Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment