Cumartesi akşamı erkenden yatmayı planlıyordum ama saat yine sabah 1'i buldu. Biraz haber izledim; Norveç'te Türk ailenin başına gelenlere baktım, ambulansla yapılan bant kayıtlarını dikkatle okudum ve hiç şaşırmadım. Uzun yıllar yurtdışında kaldıktan sonra şu kanaate vardım ki ben Avrupa'yı sevdim ama Avrupalıların soğukluklarını, ırkçılıklarını, samimiyetten yoksunluklarını, bazı ahlaki değerlerini vs. gibi şeylerini sevemedim.
Yolculuk her zamanki gibi Kızılcahamam Mevlana lokantasında yemek/ihtiyaç molası ile devam etti. İçeride çok güzel bir soba yanmaktaydı. Bu sobanın üzerindeki huninin içinde ise ilginç bir yakıt vardı!
Ben ilk kez böyle bir şey gördüm, fındık kabukları çok güzel yanmaktaymışlar. Sobanın ateşi harlıydı; insan, sobanın önüne bir kedi gibi kıvrılıp uzanmak istiyordu. Soğuk havada sıcak, gerçek bir cennettir!.. İnsan, nostaljik bağlamda sobaları özlüyor. Fakat gece dönüşte Kızılcahamam'dan geçerken korkunç bir hava kirliliği de vardı. Buralarda Jeo enerjiyi mutlaka kullanmalılar, böyle bir kirlilikte yaşanmaz; tam bir geri kalmışlık olayıdır bu!.. Sorun varsa mutlaka çözülmelidir; sorunla birlikte yaşanılmaz; belirli değerleri ve stardartları olan insanlar buna katlanmamalılar ve sorunu bir şekilde çözmeliler.
Muratfakılar köyü Bolu ilinin Gerede ilçesine bağlıdır. Az sayıda ve hepsi "tahtadan yapılma yayla evleri" vardı burada. Fakı, fakihten geliyor; fıkıh bilgini demektir. Fıkıh da hem bir işi iyice anlamak hem de İslam hukukundaki kurallar bütününü belirtir. Muratfakı ya da Fıkıhçı Murat, Osmanlı Devleti'ni kuran Osman beyin hocası Şeyh Edebali'nin öğrencilerinden biriymiş. Herhalde onun soyundan gelenlerden biri bu köyü kurmuş.
Aşağıdaki resimde Faruk görülmektedir. Bu arada ekipteki Meral Kılıç hanımın da 1980'li yıllarda ODTÜ Elektronikten mezun olduğunu öğrendim. Bu güzel bölümden tanıdıklarım daha da artmış oldu.
Etkinlikte çok küçük şelalemsi yerlerden geçtik. Yahya Kabak bey bu şelaleciklerden birinin önünde görülmektedir. Şelale çok küçük olduğundan "şelalecik" sözcüğü de yeterli olmuyor, belki "şelalecikcik" sözcüğü gördüğümüz şelale boyutunun küçüklüğünü daha iyi yansıtır!..
Güzel bir açıklıkta ana yemek molasını verdik. Ben, Cuma günü Meclis'ten paket yaptırdığım ekmek arası ızgara köfteleri yedim ama pek de beğenmedim. Eskiden TBMM'nin ızgara köfteleri çok güzel olurdu. Mevcut iktidarın memlekette el atıp da bozamadığı tek şey Meclis ızgara köfteleri kalmıştı ve şimdi onlar da bozuldular! :) Faruk güzel bir karanfil çayı yapmıştı, bana da ikram etti ve doğrusu karanfilin o harika kokusu insanın içine ferahlık veriyor. Jale Bora hanım gün kurusu kayısı ikram etti, çok tazeydi. Yapay kurutulmuş turuncu renkli kayısılar benim artık hoşuma gitmiyor.
Bu molada herkes torbalarla birbirilerine bir şeyler ikram ettiler. Faruk'un "çemeni çıkarılmış pastırma" önerisini hafıza kaydıma aldım ve bir dahaki sefere uygulamaya koymaya karar verdim. Ton balıklı sandviç olmadı, ağır kaçtı; salam zaten zararlı, bu hafta getirdiğim maydanozlu kuru köfte de çok kuru oldu, resmen boğazıma takıldı; sos koysaydım ekmeği çamur haline getirecekti; yeni hedefim, "ekmek arası pastırmalı sandviç" ya da Ülkü hanımın tavsiye ettiği zeytinli peynirli vejetaryen bir sandviç modeli!.. Yanlış yapa yapa sonunda doğruyu bulacağım sanırım! :) Lezzetle sağlığı bir araya getirmeye çalışıyorum, yoksa dağda her şey yenebilir. Bizler, şimdilik fani de olsak, ideali, ideal olanı aramaya, doğru olana yaklaşmaya devam etmeliyiz! :)
Bu mola yerinde küçücük bir mezarlık da vardı; sanırım birisi bir kuşu ya da başka bir hayvanı gömmüş ve etrafını da taşlarla çevirmişti. İnce bir düşünce diye düşündüm.
Yemek sonrası 2. etap, yani zorlu ve zorlayıcı olan etap başladı. İlk etap için ben, "Faruk hocam, ticari yolda ilerliyoruz, bana yazı malzemesi çıkmaz buradan" dedim ve der demez de ilahi yanıt geldi! :) Toplamda 21 KM'yi bulan, önemli bölümü karda inişli çıkışlı yürüyüş şeklinde geçen 7 saatlik sıkı bir performans yürüyüşü ortaya çıktı. Yer yer buzul şelalelerine, buzul sarkıtlarına rastladık. Ben, ikinci sıramdaki yerimde ilerlerken Müslüm beyin anlattıklarını dinliyordum. Önde yürümenin bir avantajı da daha fazla dinlenme zamanı bırakmasıdır insana. Ama çukurlara ilk düşme ya da ilk kayma tehlikesini de en önde giden kişi yaşar genellikle. Çok sayıda şey konuşuldu. Müslüm bey birkaç gün önce Ilgaz'daymış; çocukların yarışma işleri varmış. O yorgunlukla bu kez buraya gelmiş. Omuzundan da kas yırtılmasından dolayı fizik tedavisi görmekte.
Yol boyunca pek çok kurt ve domuz izleri gördük. Eğer toprak yolda sanki savaş çıkmış gibi bir dağınıklık görürseniz bu durum domuzların işiymiş. Müslüm bey domuzların dişleriyle bitki kökleri aradıklarını, kurtlarla savaştıklarını, o vahşi dünyayı anlattı. Elbette yine ayı izlerine rastladık. Yer yer çok özel doğa manzaraları oluştu; bir ara güneş açtı, uzaklardaki tepelere vurdu, altınımsı pırıltılar, sarımsı ışıltılar yarattı. Güneş, batıyordu; dünyamızın bu sıcak sevgilisi dünyanın bu bölümünü geçici olarak terk ediyordu; herhalde ayrılık sevgiyi ve özlemi arttırır, gerçek değeri ortaya çıkarır, ayrıldığımızın kıymetini anlamamızı sağlar felsefesini pratiğe uyguluyordu!..
Yavaş yavaş yorulmalar başlamıştı, sıcak sular tükenmeye yüz tutmuştu. Hava kararmaya başladığından Müslüm bey "Pergelleri açın," yani adımları büyütün dedi. Etkinlik boyunca zaten hızımız oldukça fazlaydı; ilk başlarda saatte 3.5 kilometre hızındaydı. Nazım Ata'nın ayakkabısı spor ayakkabı olduğundan ayağı ıslandı; bu ıslaklığını birkaç kez topluluğa şiir okuyarak ya da okutarak unutmaya çalıştı. Müslüm beyin asker postalları da ona sorun çıkarıyorlardı; çoraplar sürekli aşağı toplanıyorlardı; ayak da postalın içinde çok fazla hareket ediyormuş. Askerlerin, Özel Kuvvetler'dekilerin de dahil olmak üzere malzemelerinin iyi olmadıklarını öğrendim.
Gemide isyan belirtileri vardı; nitekim Erol Engin bey iyice yorulduğunu, yarınki mimarlık projesini bu halde nasıl bitireceğini söylüyordu. O, rotanın genel istek üzerine uzatıldığını düşünüyordu ki esasen rota, ticari yola dönmeyip biraz daha doğal arazide gitmemizden, sırtta ilerlememizden uzadı sanırım. Nazım Ata bey de isyan hazırlığı içindeydi! :) Faruk bu "Geçici moral kaybının" çaresi olarak olumlu düşüncenin önemini vurguladı. Doğrusu hepimiz yorulmuştuk, ama olumlu düşünce ve moral yüksekliği pek çok şeyi çözebilmektedir ya da en azından sorunu daha da artırmamaktadır. İnsanın bir fiziksel sınırları olur ve bir de psikolojik sınırları. İnsan fiziksel olarak bir tükenme yaşasa dahi işte o zaman psikolojik sınırlar meselesi devreye girer. Fiziksel çökme ve bitkinlik başladığında morali ne kadar yüksek tutarsanız, fiziksel çökmenin etkisi de o denli azalır. İnsan, akşam hasta olacağını hissetse bile yine de moralini yüksek tutmaya çalışmalıdır yoksa akşam hastalanmayı bizzat kendisi garantiler.
Hava kararmıştı, yarı karanlıkta ilerlemekteydik. Ay ışığı vardı, ama uzaklarda onun önünü tiyatro perdeleri gibi bulutlar kapatmıştı ve ışık etkisizdi. Ekipte 3-4 kişide kafa lambası vardı. Etkinliklere her zaman kafa lambası getirmek gerekir.
Dereyi geçtikten sonra paçaları sıvayıp tozlukları çıkarttık. Bir süre ateşin başında ısındık. Ateş her zaman için büyüleyicidir ve onu seyretmek müthiş bir zevktir.
Kaptan Ahmet beyin yaptığı çayları içtik. Galiba yeni bir semaver takımı almıştı. Bu kez suyun kalitesi Hasan Dağı'ndaki gibi kötü değildi, hoş içimi olan bir suydu.
Ben gelirken ve giderken minibüsün en önünde, en manzaralı yerde oturdum ve aşağıdaki fotoğrafı çektim! :) Ufku görünce kendimi özgür hissediyorum. Fotoğrafta görülen ayak izleri Zirve Dağcılık grubu üyelerine aittir. Servisle bir sorun yaşamışlar. Bizim kaptan Ahmet beye gelmişler; o bölgede telefon çekmediğinden "Bizi ana yola götürür müsün?" demişler. Ancak saat 17.00 gibi olduğundan Ahmet bey bizi beklemesi gerektiğini söylemiş. Onlar da en az 3-5 KM karanlıkta yürüyüp minibüse gitmişler. Onları yolda gördük, epey bir moralsizdiler. Bu tip şeyler olabilmektedir. Rehberle sürücü arasındaki koordinasyon da çok önemli. Ayrıca hayatın her aşamasında bir B planı da gerekir. Ahmet bey "B planımız" var dedi; yani kazara biz çok geciksek, telefonla Müslüm beye ulaşılamasa gibi sorunlar için bir B planı bulunmaktadır.
Dönüşte Erol beyin isteği üzerine Mevlana'da durup çorba molası verdik. Oradaki adamlar "En neşeli grubun" biz olduğumuzu söylemişler. Bir ara sofraya harika salatalık turşusu geldi; Hasan Tahsin beyin masasından bize ikram gönderilmiş sanırım! :) Herkes fındık kabuğuyla ısınan sobanın çevresini sardı ve ısınmaya çalıştı. Güzel bir etkinlikti. Doğrusu yorucuydu; ertesi gün projesi olanlar ya da final kağıdı okuyacak olanlar için daha da yorucu diyebilirim; benim sırt çantam iyi olmadığından bütün yük neredeyse "bire bir" olarak omuzuma bindi; halen omuzuma dokununca bir sızlama var ama sabah bir şey kalmaz. Dönüşte arabada Jale-Şule kardeşlerin dağıttıkları tuzlu yer fıstığı çok makbule geçti; kendilerine teşekkür ederim. Yürüyüş sonrası tuz ihtiyacı için çok isabetli bir seçimdi bu. Ben ayakkabılarımı çıkardım; kaptana, "Saygısızlık olmayacaksa ayaklarımı minibüsün önüne biraz uzatmak istiyorum" der demez "Elbette, rahatınıza bakın," dedi.
Rotanın uzamasının getirdiği güzellikler de oldu; gece, kafa lambalı yürüyüşün görselliği ve eğiticiliği pek hoştu. Ayrıca ateşin olduğu yere yakın olan yolda gözlerini göklere dikenler muhteşem bir tabloyla karşılaştılar. Milyarlarca yıldız, sonsuz güzellikte parıldıyorlardı, uydular sıklıkla geçiş yapıyorlardı ve bu enfes görüntü bütün yorgunlukları mecazi anlamda alıp yukarıdaki boşluğa, uzaya götürdü; orada yorgunluklar dağılıp gittiler, evrenin derinliklerinde kayboldular...
Daha önceki bir yazımda belirttiğim bir sözü burada yineleyeyim: Si finis bonus est, totum bonum erit! Değerli üstat Shakespeare'in sözleriyle: "Sonu iyi biten her şey iyidir!" Sonlar önemlidir; başlangıcı bırakın, ortaları bırakın ve sonlara bakın. Sonu iyi bitmişse, her şey iyi demektir! :) Sonlar önemlidir...
Sabah 2.03, artık yatma vakti; Ankara'da rüzgar ve yağmur başladı; bu iyi bir haber; gündüz hava temiz olacak demektir!..
Mehmet Murat ildan
No comments:
Post a Comment