Sunday, March 28, 2010

ADKK Etkinliği -10



Bugün 29 Mart 2010 Pazar günü. Ankara Dağcılık Kulübü'yle Kızılcahamam'ın Doğanözü köyüne bir doğa yürüyüşü yaptım. Bu yürüyüşten aklımda kalanları ya da algıladıklarımı algıladığım şekliyle buraya aktaracağım.



Kızılcahamam'daki Mevlana lokantasında klasik çorba içimini yaptık. Bu lokantada torbalar içinde kırmızı pul biber ve turşu da satılmaktadır, galiba Aspergillus Flavus denen aflatoksin de hediye olarak verilmektedir!.. Biz oradayken çok sayıda kamyon şoförü kahvaltı yapmaktaydılar. Kamyoncular belki içine 20 yumurtanın kırıldığı tavaya ekmek bandırarak tavayı silip süpürmekteydiler; tavanın kendisini de yiyecek gibiydiler. Kızılcahamam pazarında kısa süreli bir alışveriş yapıldı. Müslüm hoca akşam yenilmek üzere bol miktarda bazlama ve peynir aldı. Ben minibüste yenilmek üzere Anamur'un kokulu muzlarından bolca aldım; bunlar ithal muzlardan çok daha güzel ve lezzetlidirler. Ülkü hanım birkaç kilo Amasya elması aldı. Bu etkinlikte 2 tane Ülkü olduğundan isimler karıştırılabilir.

Kızılcahamam'dan sonra Güdül yoluna gittik ve yol üzerinde bir yerde, Eskice levhasının yazılı olduğu sapakta durarak yürüyüşe başladık. Etkinlik saat 10'da başladı ve yaklaşık 9 saat sürdü. Hava gerçekten sıcaktı; tek bir katmanla, yani içliklerle yürüyüş yeterliydi. Müslüm hoca tozluk yerine ayaklarını koli bandıyla bantladı, tozluğunu tozluksuz birine vermişti sanırım; bir kene bölgesinde etkinlik yapacağımız için bu bantlama bu yöre için en garanti yoldu aslında. Çünkü ilerleyen zamanlarda Jale'nin tozluğunun içinden bir kene çıktı. Bunların yerdeki otların üzerinden ayakkabıya tutunup sonra da tozluğun altındaki küçük boşluklardan ayağa girmeleri çok da zor değil ve hatta hiç de zor değil. Köylerin sıkça bulunduğu alanlarda hayvancılık yaygındır ve hayvanların olduğu yerler kene bölgeleridirler. Uygun önlem alınıp yürümekte bir sakınca yoktur.



Uzaklardaki bir dağın zirvesi hariç hiçbir yerde kar yoktu; Haziran başlarını andıran kurumsu bir hava ve zemin vardı. Serince bir rüzgar esiyor, vücudun üzerine yumuşakça çarpıp bir parça ferahlama sağlıyordu. Müslüm hoca Viking borusunu öttürmeye başlamıştı bile. Arkadan gelenlerle göz bağlantısı koptuğu anda bu Viking borazanı öttürülüyor ve geriden gelenler için İşitsel bir Deniz Feneri rolünü oynuyordu. Bu tarz sesler bana hep gizemli gelmiştir ve yüzyıllar öncesinde İngiltere'de yapılan av partilerindeki sesleri, borazanları anımsatır. Bu arada aklıma gelmişken şunu da ekleyeyim ki rota üzerinde kaybolduğunu anlayan kişi hemen durmalı, düdük çalmalı ve orada beklemelidir, sağa sola gitmemelidir. Bu sayede bulunması kolaylaşır. İhtiyaç molası verenlerin de bunu en az bir kişiye mutlaka haber vermeleri gerekir.


Yol boyunca Nazım bey nerede kayalık görse "Kaya Eğitimini" hatırlayarak heyecanlanıyordu; birkaç kez de şiir okudu; böyle uzun şiirleri nasıl ezberliyor bilemiyorum. Yürüyüşte oldukça eski ağaçlar gördük; besili ineklerin ya da organik ineklerin yanlarından geçtik, tek başlarına devasa bir şekilde duran büyük çam ağaçlarının gölgeleri altından ilerledik ve Eskice köyüne vardık. Yolda "kene muhabbeti" yapıldı. Varlar mı yoklar mı konuşuldu; kuytu bir yerden geçerken ben, "Ben kene olsaydım buraya, bu ağaçlık tünele gizlenirdim," dedim. Birkaç dakika sonra Şule'nin kolunda bir kene gördüm. Beyaz giymenin avantajıdır bu. Çalılıklardan, sık ağaçlık yerden çengel atmıştı büyük ihtimal. Tırnakla vurarak ileriye fırlattık. Daha önce de Olcay'ın boyun bağından boynuna giderken bir kene görülmüş ve de Olcay çabuk farkına varıp onu yere atmıştı.


Bu kene işlerini ciddiye almakta yarar var; varoluşumuzu tehdit edebilecek her konuda ciddi olmaktan asla zarar görmeyiz. Bu bölgedeki keneler için köylüler, "Bizde anarşik kene yok," derler. Yani Kırım Kongo Kanamalı Ateşi hastalığına yol açan türden olmadıklarını söylerler, bu genel olarak doğrudur, ancak bu bilimsel bir saptamadan ziyade genel pratik bir bilgidir ve o tehlikeli türün orada olmadığının ispatını hiçbir şekilde sağlamaz. En garantisi keneyi vücuda yapıştırtmamaktır, hortumunu cilde indirtmemektir!.. Bu kez yanımızda kene kovucu yoktu. Tozluklar da tam garanti sağlamıyor. Tozluğu koymadan önce pantolonun paçalarını mutlaka çorabın içine koymak gerekir ve ayakkabının bağcıklarını da sıkıca bağlamak lazımdır. Yolda rastladığımız bir teyze böyle yapmıştı. Kesinlikle uzun kollu giymek gerek. Doğada şort değişik riskler içerir ve şort işini plajlarla uygar alanlara bırakmak daha güvenli olur. Eskice köyündeki teyzenin bir elleri ve bir de yüzü açıktı. Geri kalan yerler kapalıydı. Yerde oturmuş el işi yapıyordu. Bu insanlar oldukça konuşkandırlar; şehirlilere göre daha saf ve daha doğaldırlar. Ama "köylü kurnazı" sözü de laf olsun diye ortaya çıkmış bir deyim değildir!..



Eskice civarında sakin mezarlıklar, huzur içinde otlayan inekler, yemyeşil çayırlar gördük. Etrafta pek fazla çiçek yoktu, o yüzden makro çekimler yapamadım. Bir evin önünden geçerken karı kocayla konuştuk. Adam biraz panik atakta gibiydi. Bizi görünce aşırı heyecanlandı ve balkondan kendisini atmaya kalkıştı. Müslüm hoca hızla eve girip amcanın yanına gidip sakinleştirdi, hal hatırını sordu. Karısı ise oldukça sakindi. Eskice'den sonraki durağımız Sazak köyüydü. Bu köyün içler acısı ilkokulunu görünce Abidin hocam üzüldü. Köyün camisi ise oldukça iyi konumdaydı ve bu durum Türkiye'nin geri kalmışlığının matematiksel kesinlikteki bir ispatıdır; bir ülkenin okulları onun dini binalarından daha iyi koşullarda olmak zorundadırlar; doğru bir eğitim aklı geliştirir ve bu eğitimin verildiği binalar da birer "Akıl Geliştirme" yuvalarıdırlar. Önce akıl, sonra cennet, yani olmayan cennet!.. Zaten aklı geliştirdiğiniz zaman cennet de yok olur gider. Bu "taşıma sistemiyle" eğitim verimli bir eğitim değil. Eğitimi yerinde vermek daha sağlıklı olur.


Köy içindeki 3 eşeğin önünden geçtik; birisi "Çekimlik" diye bağırdı; Tahsin hoca "Çekimlik mi Kesimlik mi?" diye yanıt verdi. Memlekette eşek eti satışlarının çoğalmasına bir göndermede bulundu sanıyorum. Bugünkü yürüyüşte "yukarı çıkış," ağırlıklı olarak yer aldı. Çoğu kez yokuş çıktık; yokuş çıkmak dünya döndüğü için zordu, çünkü dünya dönmese yer çekimi de olmayacaktı; gerçi o zaman biz de olmayacaktık!.. Daha önceki bir yürüyüşten tanıdığımız Kubilay da bu etkinlikte vardı ve esasen ADK'da benden eskiydi; geçen yılllardaki etkinliklerden bahsedebiliyordu. Benim ADK'daki 10. etkinliğimdir bu.


Tarlalardan, korkulukların uzaklarından geçtik. Jale-Şule'nin ikram ettiği yıkanmış kaysılardan yedik. Ben bu kez erken acıktım; yanıma ekmekle yağsız ton balığı almıştım. Sabah buzdolabında maydanoz veyahut ot da bulamadığım için yanıma aldığım yiyecekler çok yavandı. Keyifle yiyebileceğim bir sandviç hazırlamayı henüz başaramadım. Fakat Müslüm hoca gibi bir kapta ya da poşette yeşil biber, domates, salatalık gibi sebzeler getirmek gerekir. Özellikle domates doğada enfes bir tat vermektedir. Belki de Kızılcahamam'daki molada bunlar pazar yerinden toplu olarak alınabilir.


Yolumuz boyunca ağaçlarda ökse otları gördük. Bunlar armut, ıhlamur, elma, erik ve kiraz gibi ağaçların üzerinde asalak olarak yaşarlar. Zaman zaman ufka doğru uzanan yeşil çayırları ve bunların bitimindeki harika vadileri gördük. Ben vadileri, özellikle derin vadileri çok severim. Kanyon yürüyüşleri benim her zaman hayalimdeki yürüyüşlerden biridir. Sanki sonsuzdan gelip sonsuza akar gibi görünen derelerden sıkça geçtik. Onlar bizden bilgeydiler, çünkü onlar Aristo'yu da, Erasmus'u da, Konfüçyüs'ü de gördüler, işittiler. Hannibal'in savaşlarını, Galileo'nun teleskoplarını, Gandi'nin eylemlerini gördüler. Doğa bizden bilgeydi, çünkü doğa tecrübeliydi, çünkü doğa bizim bilmediklerimizi bildi, görmediklerimizi gördü, yaşamadıklarımızı yaşadı, bizim 4 ayaklı halimizi de bilirdi o, henüz sudan çıkmadan, henüz evrimleşmeden önceki küçüklüğümüzün de canlı tanığıydı o.


Ağaçlar üzerine yapılmış tahta kulübecikler görüp üzerlerine merdivenlerle çıktık. Bu kulübecikler çok havadar ve pek manzaralıdırlar. ADK ve Türk bayraklarıyla hatıra fotoğrafları çekildi.


İstikametimizi Davutlar köyüne doğru çevirdik. Bu köyün girişindeki Dağ Evi'nin önünden geçtik; büyükçe bir arazi içinde modern bir ev vardı orada. Piyasada sadece keneler değil sevimli uğur böcekleri de bulunuyordu. Zaman zaman çiçek toplaması yapıldı; oldukça dik bir yokuştan epeyce bir tırmandık. Tahsin beyin eşi burada oldukça zorlandı. Yürüdük, yürüdük ve yürüdük. Nihayet uzaktan gördüğümüz köyün göletine vardık. Burada ana yemek molasını verdik. Her yer çöp doluydu. Göletin adı Karacaören göletiydi. Sağda solda piknikçiler vardı. Biz çöplerimizi çöplüğe değil çantamıza attık ve "Şehirden gelen şehre gider," kuralına bağlı kaldık. Kenelere rağmen yere battaniye serip rahatça uyuyanlar gördük. Keneleri zararsız gördüklerinden insanlar herhalde kene yapışsa bile onu koparıp atıyorlardı.


Bu keneleri ben hiç sevemedim! Başka canlıların kanlarıyla besleniyorlar; bir kuş gibi bütün gün meyve ya da yiyecek toplamıyor, kalleşçe bir tuzak kurup avını sömürüyor. Tıpkı örümcekler gibi; örümcekler de bazı dinlerde sevilse de ve dahi kutsansa da bence onlar berbat ve kötü hayvanlar; kurt gibi avıyla karşı karşıya gelip onunla mertçe dövüşmez, sinsice tuzak kurar, yani adi ve düşük karakterli sevimsiz bir yaratıktır. Gerçi kurtlar da tuzak kuruyorlardı ya neyse!.. Ayılar tuzak kurmaz galiba; erkekçe dikilirler avlarının karşısına. Tanrısal Düzen denen şey her canlının birbirini yemesi üzerine kurulu bir Barbarlık Düzenidir, ilkel ve şeytani bir düzendir, ama bu kaos düzeninde bile canlıların bir "Ahlaki sıralaması" ya da "Karakter sıralamaları" yapılabilir. Bu bağlamda mesela kuzular, ceylanlar sıralamada oldukça yukarıdadırlar, ama örümcekler, keneler vs. tabanda yer alırlar!..


Moladan sonraki durağımız Saraycık köyüydü. Bu köy yüksek bir tepenin eteklerindedir; ufku geniş bir yerdir. Buradaki eski bir biçerdöğerin yanından aşağıdaki vadiye süzüldük. Pek çok çeşmeden geçtik ve Doğanözü köyüne vardık. Esnetme hareketleri yapıldı. "Doğanözü Köyü Köy Konağı" yazılı bir binaya girdik. Ahmet bey her zamanki gibi çay demlemişti; soba yakılmıştı; Doğanözü muhtarı İlhan Öztürk hoşgeldine geldi. Müslüm hocanın önceki sene yürüyüşlerden tanıdığı Cafer bey vardı. Köyde çok az hane kalmış. Herhalde 3-5 hane kalmıştı.



Köylülerden biriyle konuştum. Osman abi 75 yaşında. Çok dinç, çok sağlam görünüyorsun Osman abi dediysem de ben şehirde 75 yaşında olup ondan çok daha dinç ve genç görünen kişiler hatırlıyorum. Köy yaşamı zordur ve yıpratır. Köylülerin yaşlarına göre genç göründükleri olayı çoğu kez bir "Köy efsanesidir." Ben 80 yaşında nine sandığım köy kadınlarının 65 yaşında olduklarına pek çok kez tanık oldum. Dediğim gibi zor yaşam insanı diri tutar ama optimum düzeyin üzerindeki zor yaşam da tam tersine onu yıpratır. Osman abi yıllarca Ankara'da çalışıp köyüne, ait olduğunu hissettiği yere dönmüş. İnsan ancak ait olduğunu hissettiği yerde kendisini mutlu hisseder. Babasından kalan tahta evin yanına tek katlı betonarme bir ev yapmış. Evde her şey var. Bu arada yukarıda yazdığımla çelişmiş oldum. Osman abi hep köyde yaşamamış, uzun yıllar şehirde yaşamıştı!.. Ama yine de o söylediğim halen geçerli; yani köyde yaşından epeyce fazla yıpranmış insanlar çoktur.
Evdeki kadınlarla Ülkü, Jale ve Şule bir süre sohbet ettiler ve de Ekim ayında burada turşu yapmak üzere sözleştiler. Ben de "Ekim'e kadar kim ölür kim kalır," diyerek yarının bir yanılsama olduğu şeklindeki felsefemi yineledim. Tabii bu turşu gerçekten güzel ve lezzetliydi. Ekim'de turşu için gidilirse ben de bu etkinliğe katılırım, tabii turşunun yapılması değil yenilmesi aşamasına katılırım!.. Bir ara ineklerden süt sağmak ve buzağıları sevmek için birkaç kişi yok oldular. Ben süt sağmaktan ziyade Real'den Pınar yağsız sütü tercih ediyorum!..


Biz içerideyken şöminenin olduğu yerdeki tülbent, bacaya doğru çekilmeye başladı; sanki bir hayalet bacadan dışarı çıkıyor gibiydi. Sebep yağmurdu; dışarıda sağlam bir sağanak ve rüzgar başladı ve rüzgarla birlikte hava akımları. İçeride Müslüm hoca bazlama peynirleri hazırladı; sobanın üzerinde Tahsin bey onları pişirdi; Olcay bey çayları ikram etti; Cafer bey acılı ve domates soslu enfes bir turşu getirdi; herkes ekmekleri batırıp yedi.
İçeride elektrikler kesikti. Tüp lamba yakıldı. Boş odada loş ama hoş bir ortam yaratıldı. Zen ustalarının dediği gibi bir şey şans mı şansızlık mı bilemeyiz. Elektriklerin olmayışı bir şansızlıktı diyemeyiz, çünkü tüp lamba ve kafa lambaları güzel bir atmosfer yarattı, eski zamanların romantik loşluğu oluştu; tabii bu şanstır da diyemeyiz, çünkü loş karanlıkta çaydanlık döküldü; bu şansızlıktır diyemeyiz çünkü... Evet, meşhur Zen hikayesinin mantığı böyle çalışır ve ben Zen ustalarını sever, saygı duyarım. Hemen yargıya varmadan önce hikayenin sonunu görmek gerekir; sonlar önemlidir ve en önemlisi sonlardır. Bir işin sonu, en sonu nasıl bitmiş, tatlıya mı tuzluya mı bağlanmış, hep buna bakmak gerekir, tablonun sadece küçük bir parçasına bakmak bilimsel bir bakış da değildir. Yargı en sonda verilmelidir, başta ya da ortada değil!.. Zen ustaları bir şey olduğunda yargıda bulunmayın derler. İşte sloganımız: Bir şey şans mı şansızlık mı bilemeyiz, durup bekleyelim, tablonun tamamını görelim!..


Köy evinde yoga yapıldı; ayaklar dinlendirildi. Erol hocam hafta içi işleri olduğundan etkinliklerin 5 saatte tamamlanıp 7 gibi bitmesini arzu ediyordu. Ayrıca bugünkü Fenerbahçe Galatasaray maçını seyredememekten dolayı da bazlamaları buruk bir şekilde yedi. Biraz yorucu ama güzel ve öğretici ve eğitici bir etkinlik daha sona erdi. Ben ODTÜ fitneste 5 dilim yerine 9 dilim ağırlık kaldırdığımdam belimde biraz ağrı vardı. Çabuk geçeceğini sanıyorum. Yürüyüş beli rahatlatır, yürüyüş zihni dinlendirir ve berraklaştırır.
Etkinliğin fotoğrafları şu linkte mevcut:
Yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum; Son Dansı Bana Sakla, Michael Buble:
Mehmet Murat ildan

Saturday, March 13, 2010

ADKK Etkinliği -9


Bugün 14 Mart 2010 Pazar günü. Bundan tam 127 yıl önce ünlü filozof ve ekonomist, eski meslektaşım Karl Marx 14 Mart'ta ölmüştü. Bugün aynı zamanda Tıp Bayramı; Türkiye'de modern tıp eğitimi 14 Mart'ta başlamıştı. Ben bazen içinde bulunduğum günde tarihte neler olmuş diye bakarım; böylece insan gün boyunca farklı bir imgelem boyutunda olabilir. Mesela bugün Albert Einstein'ın doğum günüdür; 131 yıl önce doğmuştu Einstein!.. Evrende hiçbir anlam yoktur; ona bütün anlamları biz yükleriz, bütün anlamları biz yaratırız; evren sadece boş, anlamsız bir kağıttır; onu dolduran, renklendiren, anlamlarla süsleyen, günlere, dakikalara, saniyelere anlam katan ya da anlam çıkaran biziz. Biz hem yazıcı hem silgiyiz!..



Geçmişi biraz hatırladıktan sonra bugün nereye yürüdüğümü belirtmekle yazıma başlayayım: Bugünkü Ankara Dağcılık Kayak ve Kış Sporları İhtisas Kulübü ADKK doğa yürüyüşü Gerede Yakaboy yaylasına yapıldı; 3 haftadır yürüyüşlerden uzak kalmıştım; araba işleri, anneannemin vefatı derken 3 hafta ağır bir şekilde ama hızla geçiverdi. Bugünkü etkinliğe 12 kişi katıldı. Nazım bey ve Erol bey son anda gelemediler; Yahya hocamla Faruk da bu hafta gelemeyenlerdendi.


Gerede, Ankara'ya 130 km uzaklıktadır ve yaylalarıyla ünlüdür. Evliya Çelebi 17. yüzyıl civarlarında Gerede'den geçerken şu güzel cümleyi yazmıştır: "Abuhavası latif yayla yerdir." Abuhava Farsça "iklim" anlamına gelir. Facebook'da Yakaboy köyünün sayfası bile var; herhalde o köyden çıkan, sonra da şehirlere yerleşen insanlar oraya üye olmuşlardır. "Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür" bağlamında bir şeydir bu.


Etkinlik öncesinde yine çoğu kez olduğu gibi biraz malzemelerden bahsedeceğim. Tahmin edileceği üzere yine K2 mağazasına gittim. Ülkealan pasajındaki bu mağazanın sahibi Uğur iyi bir arkadaş. Çoğu kez ben bir şey almak isterim, o bana "Boş yere alma, ona ihtiyacın yok, paran cebinde dursun," der. Kibar, son derece saygılı ve malzeme konusunda bilgili biri. Diğer esnaftan çok farklı; mal satmaya çalışmıyor, ihtiyaca uygun doğru mal vermeye çalışıyor. Ben böyle terbiyeli insanlara fırsat bulunca para kazandırmaya çalışırım. Bugün Marmot marka ince bir iç eldiven aldım. Bu Marmot ürünlerine ikna olmuş durumdayım. Bir de Müslüm hocanın tavsiyesine uygun olarak daha sıcak havalar için High Mountain Nepal pantolon aldım. Uygun bir fiyattan verdi.




Dün herhalde orada 2 saat kadar oturdum. Çok değişik müşteriler geldi. Bazılarıyla yarım saat kadar sohbet ettik. Orası bir mağazadan ziyade oturup sohbet edilebilecek bir ortam. Tabii dükkan çok küçük, ama malzemeler yerinde getirildiği için o küçük mağazadan çok şey almak mümkün. Bir de bana, "Türkiye sınırları içinde beğendiğin herhangi bir doğa aktivite ürününü ben sana bulur getiririm," dedi. Benim malzeme eksiği olarak çok az şeyim kaldı. Bir tane 10 000 mm su sütunlu Marmot Teknik Ceket ısmarladım, üstüme giyip beğenirsem alacağım. Bugünkü yürüyüşte şunu iyice anladım ki pançoyla işler yürümüyor; hareketi kısıtlıyor. Ayrıca Abidin hocamın Viola pançosunda kocaman bir "kuşburnu dikeni deliği" açıldı!.. Dikenlere karşı bu panço denen "banyo perde parçaları" çok savunmasızlar. Yalnız malzeme işinde Olcay'ın dediği konuyu da gözardı etmeyeceğim. Olcay bana yakında Boyner mağazasında büyük indirimler olacağını söyledi. Bir ara kendisi mesela 300 liralık iyi bir marka ürününü 100 liraya almış. Bu doğa aktivite ürünlerinde yavaştan büyük indirimler olabilir.




Belki ilerisi için La Sportiva 4x4 Makalu Mountain ayakkabı da alacağım ve bu malzeme işini tümden sonlandıracağım. La Sportiva İtalyan ayakkabısı ve İtalyanlar bu ayakkabı işinde oldukça iyiler ve ileriler. Ayrıca bu şirket belki de 80 yıldır ayakkabı imal ediyor. Ayakkabıdan bahsederken bir de şu aklıma geldi. Çamurlu yürüyüşler için her zaman çantada bir eski dış fırçası bulundurmak ve de ya bir çeşmede veya dönüşte bir benzinlikte ayakkabıları temizlemek gerekir; Müslüm hocanın metodudur bu!..



Bu hafta hoşuma giden şeylerden biri de keşfettiğim bir organik ürünler mağazasıydı; ne kadar doğrudur bilemem ama organik olduğunu iddia etmekteler, sertifikalar falan varmış. Epeydir aradığım Kaçkar Ekolojik balını buldum. Bal, benim en çok sevdiğim yiyeceklerin başında geliyor; balsız kahvaltı pek yapamam. Cumhuriyet Senatosu üyelerinden rahmetli Sırrı Atalay bey hayatteyken yıllar öncesinde bize Kars'tan hakiki bal getirirdi ve doğrusu enfesti; aradan 1 yıl geçse bile ilk geldiği günkü gibi dururdu. Arıların bir damla bal için 60 000 çiçeğe konduklarını düşününce bala karşı bende "Vay canına harika bir şey bunlar," duygusu uyanıyor!.. Organik yiyeceklere karşı da ilgim artıyor. Her şey organik olmalı! Organik araba olsa ondan da almak lazım!! Ama şunu da unutmamak gerekir ki her organik veya bio ürün mutlaka yararlıdır diyemeyiz; çünkü doğada da doğal olarak bize zararlı şeyler var. Örneğin Deli Bal dedikleri Karadeniz Bölgesi'ndeki dağ gülünden elde edilen balı birkaç kaşık yerseniz sizi zehirleyebilir. Bu organik mağazasında bir de güzel bir zeytin buldum. Balıkesir Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu öğrencileri üretiyorlar bu organik zeytinleri. Meslek okullarının önemini bir kez daha anlamış oldum. Meslek okullarına büyük bir önem vermek ve onları desteklemek zorundayız. Organik konusunda son söz olarak şunu söylemeliyim ki "Organik yiyecek alımını çok da abartmamak gerek; ara sıra zeytin gibi gıdalarda yapılabilir!"


ADKK Yürüyüş etkinliği klasik olarak ya da geleneksel biçimde başladı; yani Kızılcahamam Mevlana lokantasında çorba içildi, tozluklar takıldı. Olcay'dan rakım bilgisi aldığımda 935 rakım gösteriyordu lokantanın olduğu yer. Araçtan indiğimizde yağmur yağıyordu; yağmur doğa yürüyüşlerinde pek de aranan bir şey değildir. Ben istemeyerek de olsa pançomu giydim; henüz teknik ceket almadığım için pançoyla bir süre daha idare edeceğim. Bugün kar çiçekleri çekmek arzusundaydım. Fakat makinem yeni olduğundan ve henüz kullanma kitapçığını da okumadığımdan epey bir bulanık film çektim, özellikle Köy odası filmlerinin çoğu bulanık çıkmış. Makineyi cebe koyarken ayarlar değişiyor ve her seferinde düzeltmek gerekiyordu; unutunca uzak mesafeyi makroyla çekme durumu oluşuyordu ki bu da bulanıklık yaratıyordu. Kısacası her defasında ayarları kontrol etmek gerekir.

Bugün her yerde kar çiçekleri vardı diyebilirim. Zambakgillerden çiğdemler, nergisgillerden kardelenler, süsengillerden kar çiçekleri ve isimlerini hiç bilmediğim daha pek çok çiçekler vardı; üstat Shakespeare olsa Latince adlarına kadar bütün çiçek isimlerini hiç şüphesiz gerçek bir botanikçi zekiliğiyle bilebilirdi. Abidin bey, Tahsin bey ve ben bunları bolca çektik. Bu çiçekleri çoğu kez ayaklarımızla da ezdik ve sanırım bu konuda suçluyuz, ama ezmemek için havada uçmak gerekir ve de şeyh uçmaz müritleri uçurur!..


Geçtiğimiz her yer sulaktı; yer yer bataklık diyebileceğimiz ölçüde çamurluydu. Bu mevsimde buralar hep kar olurdu, ancak kar çok az yerde sadece öbek halinde kalmıştı. Bu sene yağmur bol yağdı. Şu an bile Ankara'da yağmur yağmakta. Başlangıçta dikçe bir tırmanış yaptık. Tek tük çiçekler görmek heyecan vericiydi ancak aniden saklı köşelerde çiçek tarlalarına rastladık; yüzlerce çiçek bir miting alanındaki insanlar gibi bir araya toplanmışlar, sanki bir tartışma yapmaktaydılar. Belki de değişen mevsimleri konuşmakta ve "Bu Mart ayında karın altında olmamız gerekiyordu," diyerek küresel ısınmayı tartışmakta, insanları eleştirmekteydiler. Lupus est homo homini, İnsan insanın kurdudur, sözü eksiktir, çünkü insan öteki canlıların da kurdudur!..


Yosunlu taşları, küçük gölcükleri, "hayır amaçlı" yapılmış çeşmeleri, devrilmiş çamları, kesilmiş kütükleri, kütükleşmiş mantarları, mantarlaşmış kütükleri geçtik. Tahsin beyin meşhur pekmezinden yedik. Bir tabak dolusu kar, bir kayanın üzerine konuldu ve üzerine pekmez döküldü. Herkes ilk kaşığı ağıza götürürken biraz endişeli gibiydi, ancak ilk lokmadan sonra bu karamel tadındaki dondurma hemen kaşıklanıp bitirildi. Yakaboy yaylasındaki tahta evlerde ana yemek molası verdik. Bu evlerin kapıları da açıktı; içlerinde sobalar bile durmaktaydı. Her zamanki gibi yiyecek paylaşımları yapıldı. Abidin hocam üzüm dağıttı, konserve ton balığını sessizce yiyiverdi ve ben de belki bir dahaki sefere ton balığını düşüneceğim; Meral ve yeğeni Ezgi'nin yedikleri sarmadan da epeyce yiyenler oldu; başarılı bir sarmaydı çünkü yaprağı yumuşaktı, "sarış işçiliği" düzgündü. Ülkü hanımı kırmızı biber yerken, Tevfik beyi keçi peyniri götürürken ve Mürsel beyi de tahin helvası yerken ve dağıtırken hatırlıyorum. Olcay ise plastik bir bidondan dönerli koltuk yapmanın keyfini yaşıyordu. Bu sırada dışarıda kar yağıyordu. Sis de zaman zaman gizemli yüzünü bizlere gösteriyordu. Islak bir gündü; damlaların, su moleküllerinin günüydü; doğanın eşsiz imparatorluğunda bugün imparator onlardı, biz onun tebaasıydık.

Yol boyunca gün kurusu kaysı, besni üzümü, normal çekirdeksiz İzmir üzümü, siyah üzüm gibi pek çok tatlımsı şey paylaşıldı. Jale-Şule 1 kilo kadar tuzlu yer fıstığı almışlardı ancak fıstıklar minibüsteydi, dönünce yiyilmek üzere onu da hafızamıza almıştık. Müslüm hoca Antalya'da Maraton koşmuş ve çok iyi bir derece elde etmişti.


Yolun uzatılmasına karar verildi. Fakat sonrasında yorgunluklar başladı. "Öldük, bittik, mahvolduk," türküleri devreye girdi. 7 saat kadar yürümüştük; bu da 20 kilometreden fazla bir mesafeyi katetmişiz demekti. Fotoğraf çekimleri için artçı olarak yürüdüm genelde. Bazen Abidin hocamla bazen yeğen Ezgi'yle ve bazen de üçümüz arkada yürüdük. Abidin hocamın coğrafya bilgileri gayet iyi; meslekten gelen de bir bilgi birikimi var. Nazım hoca olmadığından bu hafta şiir okuyan olmadı, onun kulaklarını çınlattık. Yağmurluklar ve çanta yağmurlukları rengarenkti; arkadan bakıldığında gökkuşağı benzeri bir izlenim oluşuyordu. Müslüm hoca geçtiğimiz yaylalarla ilgili kısa bilgiler veriyordu. Muratfakılar yaylası, Yakaboy yaylası, Tatlar yaylası, Yenşebe, Dağkara, Koçlar yaylası ve son durak olarak Dağkara köyü... bu yayla isimlerini hatırlamak da pek kolay olmuyor; not almak lazım ama kalem kağıtla uğraşmaktansa hafızaya güvenmek daha iyi. Bizim yürüyüşe başladığımız yer Muratfakılar'dı. MehmetMuratfakılar yaylası da vardı belki bir yerlerde!..

Bu yayla isimleri arasında bir tanesi öne çıktı: Dağkara! Biz bu yaylanın köyüne gittik; etkinlik burada sona erdi. Burası Gerede'ye 15 kilometre uzaklıktadır. Rotamız uzamıştı; yolda rastladığımız bir araçtaki köylüden Dağkara köyüne geldiğimizi öğrendik. Amacımız minibüsümüzü bu köye çağırmaktı. Müslüm hoca gerekli ayarlamaları yaptı. Kendisi bir Renault otomobile bindi ve Sefer beyle minibüsü alıp köye getirmek üzere yola çıktı. Minibüsün olduğu yerde telefon çekmiyordu, yoksa onu Dağkara'ya çağırmak daha kolay olurdu. Köyün imamıyla tanıştık. Cemal bey bizi Köy Odası'na götürdü. Kapıyı açtı; hemen sobayı yaktı; 3-5 dakika içerisinde o soba denilen şey bir Güneş'e dönüştü! Bu Güneş ismini laf olsun diye değil sobanın verdiği sıcaklığa en yakın kaynağı temsil ettiği için verdim!.. Ben 2 metre kadar uzakta duruyordum ama yüzüm yanıyordu; yanımdaki bir tabağa mantar koysaydım uzaktan pişecekti! Sobanın içi bile görünüyordu; sacı oldukça inceydi, akkor haline gelmeye başlamıştı, eriyecek gibi duruyordu. Pencereleri, kapıları açtık. Güneş, 150 milyon kilometre ötede değil, resmen odanın içindeydi sanki!..


Hasan Hüseyin Can bey köyün devrik muhtarıydı. Normalde bu odaya bayanlar alınmıyordu ama biz "Tanrı Misafiri" ya da "Turist" kategorisinde değerlendirildik ve köy odası karma odaya dönüştürüldü. Çaylar yapıldı. Bu insanlar böyle sessiz-sakin ve kapalı ortamda yaşadıklarından dışarıdaki insanlara bir anlamda hasrettirler ve onları bulunca bolca konuşmak isterler; bu bir ihtiyaçtır. Yabancılara karşı gösterdikleri ilginin önemli bir kısmı buradan yani "insansızlığı giderme ihtiyacından," gelir. Ben, bendeki çikolataları imama verdim, çocuklarına götürürsün dedim.

Etkinliğin yorgunluğu köy odasının yumuşak divanlarında atıldı; tespihler çekildi, daha doğrusu ben tespih çektim; 33 saydım ama 99'muş; 3'te1'lik bir hata yaptım, sıcaktan olmalıydı; tespih boncuklarını 3'erli de çekmiş olabilirim!.. Herkes sıcaktan deyim yerindeyse "mayıştı." Biraz daha kalınsaydı uykuya dalanlar bile olabilirdi, ama insan ısınınca da işte böyle ısınmalıydı!.. Nihayet Müslüm hocayla kaptan Ahmet bey geldiler; onlar da bir süre eski muhtarla ve birkaç kişiyle daha sohbet ettiler, köy yaşamının hoşluklarından konuşuldu ve pek çok kez ve tek tek teşekkür ederek, el sallayarak oradan ayrıldık; şehirdeki dünyamıza gitmek üzere yola koyulduk. Çiçeklerin hakim olduğu güzel bir ADKK gezisi de sonsuz zamanların içine girip kaybolup gitti...
Yazımı yine bir müzikle bitiriyorum. Bu kez Julio Iglesias'tan İspanyolca bir şarkı, Un Canto a Galicia:
Bir de Mozart K. 378 1. Allegro Moderato; Alman kemancı Anne-Sophie Mutter çalıyor; yetenekli bir sanatçı.
Mehmet Murat ildan

Saturday, March 6, 2010

Sonsuz Zamanlara Dek


Bugün 6 Mart 2010 günü; çok bulutlu, kasvetli bir hava var, serin de bir rüzgar esiyor. Bazen bloglarımı bir "Günlük defteri" gibi kullandığım olur; bu yazı da, belki yarın, belki öteki gün, bir gün ben silinceye ya da e-blogger kalkıncaya kadar burada duracak. Evrene silinmeyecek bir şey yazmak da zaten imkansızdır; o silmeden bizim silmemiz daha şık, daha doğru olur.
Bu yazımda anneannemin vefatı ve buna dair işlemlerden, gözlemlerimden bahsedeceğim. Anneannem dün akşam saat 22.00'da Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde vefat etti.
Başlangıcı olan her şeyin bir de sonu olur; her şey başlar ve her şey biter ve bütün bunlar Evrenin o sonsuz saatiyle göz açıp kapama kısalığında gerçekleşirler. Bilim henüz, başlayıp da bitmeme, ışıktan karanlığa geçmeme olayını başarabilmiş değildir.

Anneannemin doğum tarihi olarak 1921 yılı görünmektedir, ama o zamanlar 3-4 yıllık farklılıklar, yaşı küçük yazmalar sıkça olurmuş. Anneannemin Atatürk'ün Samsun'a çıkışını ve o dönemki olayları hatırlamasından onun 94 yaşın üzerinde olduğunu düşünüyoruz. Son zamanlarda yüzünde, ellerinde ve ayaklarında şişmeler olmuştu. Yıllardır süren romatizma ve kemik erimesi ağrıları türünden ağrıları da vardı; eve getirdiğimiz doktorlar bunun artık yaşlılıktan olduğunu, yaş belirli limitleri aşınca organların yetmezliklerinin de arttığını söylediler. Son zamanlarda nefes almakta zorlanıyor, hafızası gidip gidip geliyordu.

Bazen isimler sayıklıyor, bazense gayet net bir şekilde doğru muhakeme yapabiliyordu. Ancak nefes almakta zorlanma artınca hemen 112 acili aradık. Acil ambulansı 5 dakika içerisinde geldi. 3 görevli kızdan oluşan bir ekip sedyeyi taşımama yardım için benden ricada bulundular. Beraber yukarı eve taşıdık. Kalp için şok makinesi, değişik tıbbi aletler vs. de vardı. Aldığı ilaçlar nedir gibi kısa sorular sordular ve 10 dakikalık bir süre içinde yola koyulduk; anneannemin bakıcısı ve annem de arkadan taksiyle geldiler. Arabaların, sireni çalan ambülans karşısındaki "yoldan çekilme beceriksizlikleri"ne bakıp kendi kendime "Bu nasıl bir tuhaflıktır, nasıl bir duyarsızlıktır," diyordum. Ananeme en yakın hastane Gülhane GATA Askeri hastanesiydi.




Aracı süren görevli kız GATA'ya almazlar dedi, ben önce oraya gidelim dedim. Acil yolu üzerinde 6-7 kadar araç park ettiğinden dolayı ambulans o yoldan geri dönüp ters istikametten acile giriş yaptı. GATA Acil bölümü önünde babam önceden gelmiş bizi bekliyordu. Burası askeri hastanedir, sivilleri alma konusu doktorlara kalmış bir şey sanırım. Babam bir süre yetkililerle görüştü; eski bir Cumhuriyet Senatosu üyesi olarak rica etti; hemen muayeneye aldılar; genel durumu kötü olduğu için doktor hızla yatış onayını verdi ve ben de kayıt işlerine başladım.

Nöbetçi Amirlik, Döner Sermaye Veznesi ve Karantina denilen hasta yatış ofisleri arasında 1.5 saatlik bir mekik dokumadan sonra işlemler bitti. İşlemler uzamıştı çünkü bir yerde telaştan dolayı bilgisayar çıkışı yapılması unutulmuştu. Eğer bir tek birim bilgisayar çıkışı vermezse, sonraki birim onay yapamıyordu ve açığın nerede olduğunu bulmak biraz zaman aldı; hastane içinde birkaç kilometre yürüdüm. Kayıt işlemlerinden hemen sonra tomografisini çektirmek üzere 2. kata çıktık. Bekleyen çok sayıda hasta vardı ancak acil olduğundan kısa bir beklemenin ardından tomografileri çekildi. Bu sıralar güçlükle "Belim ağrıyor," diye sayıklıyordu. Birkaç haftadan beri de Allah, Allah şeklinde sayıkladığını da duymuştum; dini inançları olan birisiydi ananem. Pratik bağlamda ya da uygulama bağlamında değil de alt düzeyde, dua, tespih vs. gibi işleri yapardı; kurban da keserdi.

Tomografi sonrasında anneannemi Yoğun bakım ünitesine bıraktık. Akşam 7 civarları olmuştu. Zaman zaman yaralılar geliyordu. Hüzünlü bir atmosfer vardı. 18 yaşlarında, vücudu belirli derecelerde yanmış, tek bacağı kopmuş bir asker de geçti önümüzden; benim gözüm bu trajik ana takıldı ve o asker ufuktan kayboluncaya dek izledim onu. O gün, gerçeğin korkunçluğuna buzdan bakışlarla bakma günüydü. Herkesin bir hikayesi vardı. Bazen aşiret lideri ya da belediye başkanı gibi duran birilerinin bir yakını geliyor, onlarca kişi geçmiş olsuna geliyorlardı, el öpüyorlardı. Çatışmada yaralandığını düşündüğüm askerler geliyordu, ancak haberlerde herhangi bir çatışmadan bahsedilmiyordu. Ya sansür vardı ya da ben olayı yanlış algılıyordum; birinci ihtimal çok daha yüksekti.


Yoğun bakıma hasta yakınları alınmıyordu, emirler, talimatnameler açıktı, ama rica edilince çok kısa süreliğine hasta görülebiliyordu; kurallar, insanlık adına hastaya risk teşkil etmeyecek şekilde gevşetiliyorlardı ki bu doğru bir şeydi. İhtiyaç duyulabilir diye kısa bir malzeme listesi verdiler bize: Su, peçete havlu, ıslak mendil vs. gibi şeylerdi bunlar. Aynen ananemim durumunda olan birkaç hasta daha oksijen maskesi altındaydılar. Doktorlar kibarlardı; temiz bir hastaneydi. Eğer başka hastanelere yatmış olsa biz üzülecektik, çünkü böyle temiz bir hastanede olmak her şeye rağmen rahatlatıcıydı. Hastane kokusu denen şey yoktu. Öteki devlet hastaneleri ise gerçekten kötü koşullar içindedirler.


Ananem birkaç gün yoğun bakımda koma halinde kaldı ve dün akşam 23.00'dan sonra, sanırım 23.16'da eve bir telefon geldi; ben telefon numarası ve saatin geçliğinden dolayı vefat durumunu daha açmadan anlayabildim; sessizlik oldu, evdekilere vefat haberini ilettim, sonrasında annemin ağlayışları duyuldu. Ben acilen dayımı aradım; onunla konuşurken bir an için ağlamaklı oldum; ben böyle önemli trajik anlarda kişi benim sıklıkla gördüğüm bir yakınımsa biraz ağlamaklı olan, yani gözleri dolan, fakat ağlamaya şiddetle direnen kişilerdenim, çünkü ağlamak benim gözümde halen bir zayıflık belirtisi; çünkü zayıf olma hakkımız ya da lüksümüz bu kaos evreninde pek de yok ve aslında hiç de yok. Fakat işin doğrusu duygulara engel olmamak, onları akışına bırakmaktır elbette.

Bir yanlış anlamadan dolayı gece yarısını bir hayli geçmişken Morg'a, daha doğrusu Adli Tıp isimli birime gittik, fakat kimse olmadığından işlemleri yarına, yani bugüna bıraktık. Bu olayı biraz düşündüm. Böyle önemli bir konuda yanlış anlamamış olmam gerekiyordu. Sabırsız biri olduğumdan bir mesele varsa çabuk ve hemen çözülmesini isterim hep. Galiba bilinçaltımda oraya gece yarısı gidip bu işi yani cenazeyle ilgili ayrıntıları tamamlayıp bitirmek olayı vardı ve bu yüzden arayan doktor "Saat geç oldu, bu saatte birilerini bulmanız zor, bugün yapabileceğiniz bir şey yok" demesine rağmen ben bizimkilere "Morga gidiyoruz," dedim otomatikman!..


Uykusuz bir gece geçti. Sabah erkenden Yoğun bakımdan kişisel eşyalarını aldık; elbiseleri yırtılmak durumunda kalındığından elbiselerini veremediler. Morga gittik; görevli imama anneannemin nüfus cüzdanını verdik; belgeleri doldurduk, soruları yanıtladık. GATA'da ölü yıkama ve kefen hizmeti veriliyormuş. Bütün bu hüzünlü ayrıntıları ilk kez büyük bir bilinç ve büyük bir dikkat içerisinde bir film şeridi gibi izliyordum. Daha önce 1988 yılı civarında dedemin vefatında bu işleri hep babamın tanıdıkları, ahbaplar, dostlar yapmıştı, bu kez biz bizeydik, sadece 4 kişiydik ve her işlemde de bizimkileri bu işlerle yorulmasınlar diye arabada bırakıyordum, bazen dayım bana eşlik ediyordu.

Morga sürekli olarak değişik kişiler geliyordu. Bize yol gösteren hademeye para verdik. Ananem bu tür şeyleri severdi. Ölüm raporunda böbrek yetmezliği yazıyordu. O raporu alıp bağlı bulunduğu belediye götürdük. Buraya 360 lira gibi önemsiz bir rakam yatırılıp mezar yeri alınıyor. Daha önce, yani ölmeden önce Karşıyaka'dan mezarlık almak isteyenler için bu rakam sanırım kişi başına 3000 liranın üzerindeydi. Aile mezarlıkları 15 ooo lira kadar bir rakam. O mezar yeri parasını verdikten sonra ALO 188 cenaze servisini aradık, çünkü belediyede cenaze aracı kalmamıştı. Saat 10.30'da Gülhane Askeri Akademisi GATA'da olmalarını söyledik ve biz tekrar arabayla Morg'a gittik. Ölü yıkanırken bir yakını başında durabilir dediler. Annem bu tip şeylere dayanamadığından onlar yıkadılar. Yıkayan kadına hizmeti için para verdik; elbette onlar para istemiyorlardı ama biz ananemin sağlığındaki yaşam felsefesinde olduğu gibi "hizmeti geçene bir şükran olarak" veriyorduk; vermesek zaten bizim içimiz rahat etmezdi.

Nasıl tuhaf bir meslekti bu ölü yıkama işi; oradayken, Gusülhane denilen yıkama yerinin önünde bunu düşündüm! Sabahtan gelip akşama kadar ölü yıkıyordu bu kadın ve zor bir işti. Dayım ananemi son kez görmek istedi ve kefen açılıp yüzü gösterildi. Biz hastanedeyken bir kadına ananem 94-95 yaşında dediğimde pek de inanmamıştı çünkü yüzünde kırışıklık yoktu. Kendisine iyi bakardı ve Nivea kremini deyim yerindeyse bolca yüzüne sıvardı; bol zeytinyağı yerdi, yüzüne bile sürerdi. Orada, o buz gibi yerde pırıl pırıl yıkanmış, mumyalanmış bir şekilde duruyordu. Saçlarında neredeyse hiç dökülme olmadığından bembeyaz kıvırcık saçlarla sanki canlıymış gibi duruyordu; bu görüntü benim için sürrealist bir andı. Gerçek neydi? Gerçek olmayan neydi? Aslında her şey netti, çok netti...


Napolyon'un meşhur sözü vardır: Ölümle sürgüne tek başına gidilir... Tek başına... Sağlığındayken ve dedem de hayatteyken bazen evlerinde 3-5 kişinin aylarca kaldıkları, 10-15 kişinin gün içinde ziyaretlerine geldikleri, etrafında insanlar olunca çok sevinen, coşan, fıkralar anlatan, komşularını sürekli çağıran, düğünleri hiç kaçırmayan neşeli, canlı biriydi ananem ve şimdi tek başınaydı...


Cenaze aracı geldi. Tabut inanılmaz derecede ağırdı. Adamlara dönüp "Bu nedir ya? Kurşundan mı yapılmış?" dediğimde "Biz de hafif malzemeden yapılsın istiyoruz ama işte böyle ağır yapılmışlar," dedi. Yani tabutu boşken bile gücü kuvveti yerinde 4 kişi zor taşıyabiliyordu; üzerinde Büyükşehir Belediyesi yazısı vardı. Kefenin belirli yerlerinden tutmak için bir şeyler yapılmıştı, oradan kaldırıp tabuta koyduk. Yaşam buydu; o küçük lanet tabutun ta kendisiydi gerçek yaşam ya da hikayenin, bütün hikayelerin sonları, herkesin öyküsünün sonu, sonun başlangıcı... Tabutta bayan olduğunu belirtmek için üzerine bir baş örtüsü bağlandı. İsim ve soyadı yazıldı. Ölüm yılı için önce yanlışlıkla 2075'i bastılar, sonra 2010 yaptılar. Her şey hızla akıp gidiyordu. Sanki berrak bir akarsuya bakıyordum ve her şey önümden akıp gidiyordu; su akarken başım dönmeden akıp giden her şeye, en küçük detaya kadar bakıyordum.


Bu hizmeti yapanlara da para verdikten sonra yola çıktık. Karşıyaka mezarlığına gittik; burası çok büyük bir alan; devasa bir ölçeği var. Yüzlerce insandan oluşan bir kalabalık vardı. Biz sadece 4 kişiydik, başkalarına haber vermedik; ben kalabalıkları, kalabalık, komşulu, akrabalı cenaze törenlerini hiç sevmiyorum; en yakın birkaç kişi hariç başkalarına haber verilmesinden yana da değilim ve öyle de yaptım; her şey sade olmalı; sessiz ve sakince, sadece aile içinde bu işin yapılmasını istiyordum; bazı şeyler yalnızca aile içinde çözülmelidir; aile benim dünyamda bazı konularda bir kaledir ve o kalenin içinde, kimseden destek almadan ne varsa orada, duvarların, surların ardında çözülmelidir. Sonradan bazıları bize kızacaklardır, ama bunun hiçbir önemi yok; bize neden haber vermediniz diyeceklerdir; samimi olanları, ölüm anında büyük bir iyiniyetle gerçekten destek olmak isteyenleri bir tarafa bırakacak olursam, çoğu insan için bu cenaze günleri bir çeşit eğlencedir, bir araya gelip lak lak etme, yiyip içme günüdür; bunları bizzat defalarca gözlemlediğim için biliyorum. Cami avlusunda dolaşırken de kulak misafiri olduğum gruplar ölünün dışında her şeyi konuşuyorlardı!..


Annemle babamı üzülmesinler diye arabada bıraktık; şiddetli bir sağanak yağış vardı; şemsiyeye rağmen ıslanıyorduk; yüksek bir tepeydi, kuşlar zorlukla uçuyorlardı; serince bir rüzgar esiyordu. Öğlen namazına 1 saat vardı. Bekledik ve bekledik ve yine bekledik; hep bekledik, daima bekledik ve bu bekleyişi benim gibi sabırsız biri yaptı; bu süre, dualar, Arapça söylenen, ne söylediklerini hiç anlamadığım şeyler vs. bana çok uzun geldi, sanki asırlar geçti. Böyle trajik anlarda bu boş ve gereksiz ve insan zekasına, insan dehasına tümden aykırı geleneklere karşı içimde hiçbir sempati yok ve ayrıca bir insana bütün hizmet o yaşarken yapılmalıdır; sevgi, o yaşarken ona verilmeli, ilgi, o yaşarken ona gösterilmelidir.


Ben hiçbir dinsel töreni bilmediğimden öylece durdum, gerçeği buzdan bakışlarla inceledim, önümden geçen onlarca farklı yaşama baktım. İnsanlar camide namaz kıldılar ve sonra "Merhumu ya da merhumeyi nasıl bilirdiniz?" kısımlarına geçildi, Fatiha okundu. 1.5 saat içinde bütün bunlar sona ermişti. Herkes telaşla cenazelerini aldı. Hoşuma giden bir şey oldu; bir kişi, "Haydi cemaat, el verin bu tabutu araca atalım," dediler ve 5-6 kişi bize yardım etti. Aynı şey mezarın başında da oldu, yoksa biz 3 kişi çok zor taşırdık. Bu hoş bir davranıştı; onları takdir etttim.


Cami'den mezara gidiş anı da özünde tuhaf bir trajedi taşıyordu. Onlarca cenaze araçları ardı ardına yola koyuldular; yakınları ise aracı gözden kaybetmemek için neredeyse aynı anda harekete geçtiler; trafik bir anda kilitlendi; sanki insanların sevdikleri kişiler bilinmeyen bir yöne, karanlığa doğru ilerliyorlardı ve arkadan gelenler, henüz ışık dünyasında olanlar da onları kaybetmemek için büyük bir çabayla, biraz da umutsuzluğa kapılmış bir şekilde araçlarıyla onların peşlerine takılmaya çalışıyorlardı. Nihayet trafik açıldı. Arabayı bir yere çarpmadan o hengameden zor bela çıktık. Hızla D-17 adasına doğru yola koyulduk. Cenaze aracını gözden kaybetmiştik; bizi telefonla aradılar, D-17 adasını kısa sürede bulduk.


Müthiş yağmur yağıyordu. Yüzlerce kişi beton olarak açılmış mezarlara gömülen yakınlarını ağlayarak, hıçkırarak uğurluyorlardı. İnsanlar sanki çöplermiş gibi bir kuyuya bırakılıyorlardı. Her yer çamurdu; annemim bir ara çamurdan dolayı neredeyse yere yuvarlanmak üzere olduğu, tamamen çamura battığı anı hatırlıyorum; rüzgar, yağmur, çamur, uğuldayan sesler ve yükselen feryatlar; yağmur damlaları insanların yüzlerinde gözyaşlarıyla karışmıştı ve ağlamayanlar da ağlıyormuş gibi duruyorlardı. Kim ağlıyor kim ağlamıyor pek belli değildi. Annem gömülme anını görmemek için arkasını dönmüş ağlıyor, oradaki polis kadına imama ve gömülme işini yapan işçilere hizmetleri için para verebilir miyiz diye soru sorarak dikkatini gömülme anından uzaklaştırmaya çalışıyordu. Biz işçilere yine hizmetleri için para verdik.


Dualar edildi. İmam, gömülme ruhsatını istedi bizden. Bu aynı zamanda ölüm raporudur da. Bir hafta sonra gidip onun fotokopisi alınıp Emekli Sandığı gibi yerlere verilecek. Ananem yükseğe gömülmeyi arzu ederdi ve D 17 adasında bulunan 460 Nolu parsele gömüldü; önünde alabildiğine bir Ankara manzarası vardı. Benim dini inancım sadece bilinmeyen bir Tanrı'ya inanmaktan ibaret olduğu için "Manzaralı mezar" gibi şeyleri önemsemiyorum, ama havadar bir yer olması, yüksekte olmasına nedense olumlu baktım. İleride buraya mezar yaptıracağız ve herhalde Ankara yakınlarındaki bir köyde olan dedemin mezarını da buraya taşıyacağız. Ben yaşarken aile üyelerine mezar yeri alınmasına şiddetle karşıyım ve buna hiçbir zaman izin vermem.

Dedeme ait birkaç küçük arsayı da 3-5 yıl önce ananem sağlıklıyken satmamıza ve ona kendi hakkını vermemize de seviniyorum. Bence bu bir etik davranıştır ve bir ahlaktır. Büyüklere ait bir şeyler varsa onların ölümlerini beklemek yerine onlar hayatta ve sağlıklılarken satmak ve onlara vermek gerekir. Bu bir ahlaktır; ahlak ve vicdan hukuktan da, her şeyden de önemlidir, her şeyden üstündür; çünkü biz geceleri iyi bir ahlak ve sağlam bir vicdanla rahat uyuyabiliriz ancak. Ben mirasa inanmam; bir şey, bir arsa, bir mal mülk varsa öncelikle onu onlar yemelidir, sağken yemelidirler, çünkü onların hakkıdır bu!.. Dede yemez, anane yemez, çocuğa, toruna kalırsa bu adalet olmaz ve vicdanlar asla rahat etmez!.. Adalet, onlar yaşarken onlara haklarını vermek, kendi emeklerinden kendilerinin azami faydalanmasını sağlamaktır.


Gömülenler arasında küçücük bir tabut da hatırlıyorum ki bu bir bebeğe aitti. Yaşlanmak bir anlamda bir nimettir, bir şanstır, çünkü herkes genç doğar ama herkes yaşlanamaz! Hangi yaşa gelmişsek bu bir kazançtır ve her yaşımız için varoluşa şükran duymamız gerekir. Ben, hiçbir insanın mutlu olarak ölmediğini gayet iyi bildiğim için aynı gözlemi ananem için de yaptım. Mutlu ölüm, Holywood filimlerinin ya da benzeri filmlerin bazı insanlarda yarattığı çocukca bir yanılsamadır, koskoca bir aldanmadır!.. Bir insanın mutlu ölebilmesi için ya deli ya da aptal olması gerekir.


Geriye ne kaldı derseniz, yalnızca anılar... İzmir'de dedemlerin İzmir Körfezi'ne bakan harika bir apartman daireleri vardı. Buradaki balkonda oturur, tatlı bir esinti eşliğinde enfes palamut balıkları yerdik; haşlanmış mısır kokusu da anılarım arasındadır; ananem sıkça mısır haşlardı. Ve mükemmel cevizli-üzümlü kakolu kekler yapardı, çok lezzetli ıspanaklı börekleri vardı... ve daha yüzlerce anı, yüzlerce, binlerce ayrıntı, çantalar dolusu fotoğraflar... Sonsuza zamanlara dek uğurlar olsun!..


Her zamanki gibi yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum.

http://videoizle.video75.com/ifOHDuBAF68/sad-violin-/



Mehmet Murat ildan