Sunday, March 28, 2010

ADKK Etkinliği -10



Bugün 29 Mart 2010 Pazar günü. Ankara Dağcılık Kulübü'yle Kızılcahamam'ın Doğanözü köyüne bir doğa yürüyüşü yaptım. Bu yürüyüşten aklımda kalanları ya da algıladıklarımı algıladığım şekliyle buraya aktaracağım.



Kızılcahamam'daki Mevlana lokantasında klasik çorba içimini yaptık. Bu lokantada torbalar içinde kırmızı pul biber ve turşu da satılmaktadır, galiba Aspergillus Flavus denen aflatoksin de hediye olarak verilmektedir!.. Biz oradayken çok sayıda kamyon şoförü kahvaltı yapmaktaydılar. Kamyoncular belki içine 20 yumurtanın kırıldığı tavaya ekmek bandırarak tavayı silip süpürmekteydiler; tavanın kendisini de yiyecek gibiydiler. Kızılcahamam pazarında kısa süreli bir alışveriş yapıldı. Müslüm hoca akşam yenilmek üzere bol miktarda bazlama ve peynir aldı. Ben minibüste yenilmek üzere Anamur'un kokulu muzlarından bolca aldım; bunlar ithal muzlardan çok daha güzel ve lezzetlidirler. Ülkü hanım birkaç kilo Amasya elması aldı. Bu etkinlikte 2 tane Ülkü olduğundan isimler karıştırılabilir.

Kızılcahamam'dan sonra Güdül yoluna gittik ve yol üzerinde bir yerde, Eskice levhasının yazılı olduğu sapakta durarak yürüyüşe başladık. Etkinlik saat 10'da başladı ve yaklaşık 9 saat sürdü. Hava gerçekten sıcaktı; tek bir katmanla, yani içliklerle yürüyüş yeterliydi. Müslüm hoca tozluk yerine ayaklarını koli bandıyla bantladı, tozluğunu tozluksuz birine vermişti sanırım; bir kene bölgesinde etkinlik yapacağımız için bu bantlama bu yöre için en garanti yoldu aslında. Çünkü ilerleyen zamanlarda Jale'nin tozluğunun içinden bir kene çıktı. Bunların yerdeki otların üzerinden ayakkabıya tutunup sonra da tozluğun altındaki küçük boşluklardan ayağa girmeleri çok da zor değil ve hatta hiç de zor değil. Köylerin sıkça bulunduğu alanlarda hayvancılık yaygındır ve hayvanların olduğu yerler kene bölgeleridirler. Uygun önlem alınıp yürümekte bir sakınca yoktur.



Uzaklardaki bir dağın zirvesi hariç hiçbir yerde kar yoktu; Haziran başlarını andıran kurumsu bir hava ve zemin vardı. Serince bir rüzgar esiyor, vücudun üzerine yumuşakça çarpıp bir parça ferahlama sağlıyordu. Müslüm hoca Viking borusunu öttürmeye başlamıştı bile. Arkadan gelenlerle göz bağlantısı koptuğu anda bu Viking borazanı öttürülüyor ve geriden gelenler için İşitsel bir Deniz Feneri rolünü oynuyordu. Bu tarz sesler bana hep gizemli gelmiştir ve yüzyıllar öncesinde İngiltere'de yapılan av partilerindeki sesleri, borazanları anımsatır. Bu arada aklıma gelmişken şunu da ekleyeyim ki rota üzerinde kaybolduğunu anlayan kişi hemen durmalı, düdük çalmalı ve orada beklemelidir, sağa sola gitmemelidir. Bu sayede bulunması kolaylaşır. İhtiyaç molası verenlerin de bunu en az bir kişiye mutlaka haber vermeleri gerekir.


Yol boyunca Nazım bey nerede kayalık görse "Kaya Eğitimini" hatırlayarak heyecanlanıyordu; birkaç kez de şiir okudu; böyle uzun şiirleri nasıl ezberliyor bilemiyorum. Yürüyüşte oldukça eski ağaçlar gördük; besili ineklerin ya da organik ineklerin yanlarından geçtik, tek başlarına devasa bir şekilde duran büyük çam ağaçlarının gölgeleri altından ilerledik ve Eskice köyüne vardık. Yolda "kene muhabbeti" yapıldı. Varlar mı yoklar mı konuşuldu; kuytu bir yerden geçerken ben, "Ben kene olsaydım buraya, bu ağaçlık tünele gizlenirdim," dedim. Birkaç dakika sonra Şule'nin kolunda bir kene gördüm. Beyaz giymenin avantajıdır bu. Çalılıklardan, sık ağaçlık yerden çengel atmıştı büyük ihtimal. Tırnakla vurarak ileriye fırlattık. Daha önce de Olcay'ın boyun bağından boynuna giderken bir kene görülmüş ve de Olcay çabuk farkına varıp onu yere atmıştı.


Bu kene işlerini ciddiye almakta yarar var; varoluşumuzu tehdit edebilecek her konuda ciddi olmaktan asla zarar görmeyiz. Bu bölgedeki keneler için köylüler, "Bizde anarşik kene yok," derler. Yani Kırım Kongo Kanamalı Ateşi hastalığına yol açan türden olmadıklarını söylerler, bu genel olarak doğrudur, ancak bu bilimsel bir saptamadan ziyade genel pratik bir bilgidir ve o tehlikeli türün orada olmadığının ispatını hiçbir şekilde sağlamaz. En garantisi keneyi vücuda yapıştırtmamaktır, hortumunu cilde indirtmemektir!.. Bu kez yanımızda kene kovucu yoktu. Tozluklar da tam garanti sağlamıyor. Tozluğu koymadan önce pantolonun paçalarını mutlaka çorabın içine koymak gerekir ve ayakkabının bağcıklarını da sıkıca bağlamak lazımdır. Yolda rastladığımız bir teyze böyle yapmıştı. Kesinlikle uzun kollu giymek gerek. Doğada şort değişik riskler içerir ve şort işini plajlarla uygar alanlara bırakmak daha güvenli olur. Eskice köyündeki teyzenin bir elleri ve bir de yüzü açıktı. Geri kalan yerler kapalıydı. Yerde oturmuş el işi yapıyordu. Bu insanlar oldukça konuşkandırlar; şehirlilere göre daha saf ve daha doğaldırlar. Ama "köylü kurnazı" sözü de laf olsun diye ortaya çıkmış bir deyim değildir!..



Eskice civarında sakin mezarlıklar, huzur içinde otlayan inekler, yemyeşil çayırlar gördük. Etrafta pek fazla çiçek yoktu, o yüzden makro çekimler yapamadım. Bir evin önünden geçerken karı kocayla konuştuk. Adam biraz panik atakta gibiydi. Bizi görünce aşırı heyecanlandı ve balkondan kendisini atmaya kalkıştı. Müslüm hoca hızla eve girip amcanın yanına gidip sakinleştirdi, hal hatırını sordu. Karısı ise oldukça sakindi. Eskice'den sonraki durağımız Sazak köyüydü. Bu köyün içler acısı ilkokulunu görünce Abidin hocam üzüldü. Köyün camisi ise oldukça iyi konumdaydı ve bu durum Türkiye'nin geri kalmışlığının matematiksel kesinlikteki bir ispatıdır; bir ülkenin okulları onun dini binalarından daha iyi koşullarda olmak zorundadırlar; doğru bir eğitim aklı geliştirir ve bu eğitimin verildiği binalar da birer "Akıl Geliştirme" yuvalarıdırlar. Önce akıl, sonra cennet, yani olmayan cennet!.. Zaten aklı geliştirdiğiniz zaman cennet de yok olur gider. Bu "taşıma sistemiyle" eğitim verimli bir eğitim değil. Eğitimi yerinde vermek daha sağlıklı olur.


Köy içindeki 3 eşeğin önünden geçtik; birisi "Çekimlik" diye bağırdı; Tahsin hoca "Çekimlik mi Kesimlik mi?" diye yanıt verdi. Memlekette eşek eti satışlarının çoğalmasına bir göndermede bulundu sanıyorum. Bugünkü yürüyüşte "yukarı çıkış," ağırlıklı olarak yer aldı. Çoğu kez yokuş çıktık; yokuş çıkmak dünya döndüğü için zordu, çünkü dünya dönmese yer çekimi de olmayacaktı; gerçi o zaman biz de olmayacaktık!.. Daha önceki bir yürüyüşten tanıdığımız Kubilay da bu etkinlikte vardı ve esasen ADK'da benden eskiydi; geçen yılllardaki etkinliklerden bahsedebiliyordu. Benim ADK'daki 10. etkinliğimdir bu.


Tarlalardan, korkulukların uzaklarından geçtik. Jale-Şule'nin ikram ettiği yıkanmış kaysılardan yedik. Ben bu kez erken acıktım; yanıma ekmekle yağsız ton balığı almıştım. Sabah buzdolabında maydanoz veyahut ot da bulamadığım için yanıma aldığım yiyecekler çok yavandı. Keyifle yiyebileceğim bir sandviç hazırlamayı henüz başaramadım. Fakat Müslüm hoca gibi bir kapta ya da poşette yeşil biber, domates, salatalık gibi sebzeler getirmek gerekir. Özellikle domates doğada enfes bir tat vermektedir. Belki de Kızılcahamam'daki molada bunlar pazar yerinden toplu olarak alınabilir.


Yolumuz boyunca ağaçlarda ökse otları gördük. Bunlar armut, ıhlamur, elma, erik ve kiraz gibi ağaçların üzerinde asalak olarak yaşarlar. Zaman zaman ufka doğru uzanan yeşil çayırları ve bunların bitimindeki harika vadileri gördük. Ben vadileri, özellikle derin vadileri çok severim. Kanyon yürüyüşleri benim her zaman hayalimdeki yürüyüşlerden biridir. Sanki sonsuzdan gelip sonsuza akar gibi görünen derelerden sıkça geçtik. Onlar bizden bilgeydiler, çünkü onlar Aristo'yu da, Erasmus'u da, Konfüçyüs'ü de gördüler, işittiler. Hannibal'in savaşlarını, Galileo'nun teleskoplarını, Gandi'nin eylemlerini gördüler. Doğa bizden bilgeydi, çünkü doğa tecrübeliydi, çünkü doğa bizim bilmediklerimizi bildi, görmediklerimizi gördü, yaşamadıklarımızı yaşadı, bizim 4 ayaklı halimizi de bilirdi o, henüz sudan çıkmadan, henüz evrimleşmeden önceki küçüklüğümüzün de canlı tanığıydı o.


Ağaçlar üzerine yapılmış tahta kulübecikler görüp üzerlerine merdivenlerle çıktık. Bu kulübecikler çok havadar ve pek manzaralıdırlar. ADK ve Türk bayraklarıyla hatıra fotoğrafları çekildi.


İstikametimizi Davutlar köyüne doğru çevirdik. Bu köyün girişindeki Dağ Evi'nin önünden geçtik; büyükçe bir arazi içinde modern bir ev vardı orada. Piyasada sadece keneler değil sevimli uğur böcekleri de bulunuyordu. Zaman zaman çiçek toplaması yapıldı; oldukça dik bir yokuştan epeyce bir tırmandık. Tahsin beyin eşi burada oldukça zorlandı. Yürüdük, yürüdük ve yürüdük. Nihayet uzaktan gördüğümüz köyün göletine vardık. Burada ana yemek molasını verdik. Her yer çöp doluydu. Göletin adı Karacaören göletiydi. Sağda solda piknikçiler vardı. Biz çöplerimizi çöplüğe değil çantamıza attık ve "Şehirden gelen şehre gider," kuralına bağlı kaldık. Kenelere rağmen yere battaniye serip rahatça uyuyanlar gördük. Keneleri zararsız gördüklerinden insanlar herhalde kene yapışsa bile onu koparıp atıyorlardı.


Bu keneleri ben hiç sevemedim! Başka canlıların kanlarıyla besleniyorlar; bir kuş gibi bütün gün meyve ya da yiyecek toplamıyor, kalleşçe bir tuzak kurup avını sömürüyor. Tıpkı örümcekler gibi; örümcekler de bazı dinlerde sevilse de ve dahi kutsansa da bence onlar berbat ve kötü hayvanlar; kurt gibi avıyla karşı karşıya gelip onunla mertçe dövüşmez, sinsice tuzak kurar, yani adi ve düşük karakterli sevimsiz bir yaratıktır. Gerçi kurtlar da tuzak kuruyorlardı ya neyse!.. Ayılar tuzak kurmaz galiba; erkekçe dikilirler avlarının karşısına. Tanrısal Düzen denen şey her canlının birbirini yemesi üzerine kurulu bir Barbarlık Düzenidir, ilkel ve şeytani bir düzendir, ama bu kaos düzeninde bile canlıların bir "Ahlaki sıralaması" ya da "Karakter sıralamaları" yapılabilir. Bu bağlamda mesela kuzular, ceylanlar sıralamada oldukça yukarıdadırlar, ama örümcekler, keneler vs. tabanda yer alırlar!..


Moladan sonraki durağımız Saraycık köyüydü. Bu köy yüksek bir tepenin eteklerindedir; ufku geniş bir yerdir. Buradaki eski bir biçerdöğerin yanından aşağıdaki vadiye süzüldük. Pek çok çeşmeden geçtik ve Doğanözü köyüne vardık. Esnetme hareketleri yapıldı. "Doğanözü Köyü Köy Konağı" yazılı bir binaya girdik. Ahmet bey her zamanki gibi çay demlemişti; soba yakılmıştı; Doğanözü muhtarı İlhan Öztürk hoşgeldine geldi. Müslüm hocanın önceki sene yürüyüşlerden tanıdığı Cafer bey vardı. Köyde çok az hane kalmış. Herhalde 3-5 hane kalmıştı.



Köylülerden biriyle konuştum. Osman abi 75 yaşında. Çok dinç, çok sağlam görünüyorsun Osman abi dediysem de ben şehirde 75 yaşında olup ondan çok daha dinç ve genç görünen kişiler hatırlıyorum. Köy yaşamı zordur ve yıpratır. Köylülerin yaşlarına göre genç göründükleri olayı çoğu kez bir "Köy efsanesidir." Ben 80 yaşında nine sandığım köy kadınlarının 65 yaşında olduklarına pek çok kez tanık oldum. Dediğim gibi zor yaşam insanı diri tutar ama optimum düzeyin üzerindeki zor yaşam da tam tersine onu yıpratır. Osman abi yıllarca Ankara'da çalışıp köyüne, ait olduğunu hissettiği yere dönmüş. İnsan ancak ait olduğunu hissettiği yerde kendisini mutlu hisseder. Babasından kalan tahta evin yanına tek katlı betonarme bir ev yapmış. Evde her şey var. Bu arada yukarıda yazdığımla çelişmiş oldum. Osman abi hep köyde yaşamamış, uzun yıllar şehirde yaşamıştı!.. Ama yine de o söylediğim halen geçerli; yani köyde yaşından epeyce fazla yıpranmış insanlar çoktur.
Evdeki kadınlarla Ülkü, Jale ve Şule bir süre sohbet ettiler ve de Ekim ayında burada turşu yapmak üzere sözleştiler. Ben de "Ekim'e kadar kim ölür kim kalır," diyerek yarının bir yanılsama olduğu şeklindeki felsefemi yineledim. Tabii bu turşu gerçekten güzel ve lezzetliydi. Ekim'de turşu için gidilirse ben de bu etkinliğe katılırım, tabii turşunun yapılması değil yenilmesi aşamasına katılırım!.. Bir ara ineklerden süt sağmak ve buzağıları sevmek için birkaç kişi yok oldular. Ben süt sağmaktan ziyade Real'den Pınar yağsız sütü tercih ediyorum!..


Biz içerideyken şöminenin olduğu yerdeki tülbent, bacaya doğru çekilmeye başladı; sanki bir hayalet bacadan dışarı çıkıyor gibiydi. Sebep yağmurdu; dışarıda sağlam bir sağanak ve rüzgar başladı ve rüzgarla birlikte hava akımları. İçeride Müslüm hoca bazlama peynirleri hazırladı; sobanın üzerinde Tahsin bey onları pişirdi; Olcay bey çayları ikram etti; Cafer bey acılı ve domates soslu enfes bir turşu getirdi; herkes ekmekleri batırıp yedi.
İçeride elektrikler kesikti. Tüp lamba yakıldı. Boş odada loş ama hoş bir ortam yaratıldı. Zen ustalarının dediği gibi bir şey şans mı şansızlık mı bilemeyiz. Elektriklerin olmayışı bir şansızlıktı diyemeyiz, çünkü tüp lamba ve kafa lambaları güzel bir atmosfer yarattı, eski zamanların romantik loşluğu oluştu; tabii bu şanstır da diyemeyiz, çünkü loş karanlıkta çaydanlık döküldü; bu şansızlıktır diyemeyiz çünkü... Evet, meşhur Zen hikayesinin mantığı böyle çalışır ve ben Zen ustalarını sever, saygı duyarım. Hemen yargıya varmadan önce hikayenin sonunu görmek gerekir; sonlar önemlidir ve en önemlisi sonlardır. Bir işin sonu, en sonu nasıl bitmiş, tatlıya mı tuzluya mı bağlanmış, hep buna bakmak gerekir, tablonun sadece küçük bir parçasına bakmak bilimsel bir bakış da değildir. Yargı en sonda verilmelidir, başta ya da ortada değil!.. Zen ustaları bir şey olduğunda yargıda bulunmayın derler. İşte sloganımız: Bir şey şans mı şansızlık mı bilemeyiz, durup bekleyelim, tablonun tamamını görelim!..


Köy evinde yoga yapıldı; ayaklar dinlendirildi. Erol hocam hafta içi işleri olduğundan etkinliklerin 5 saatte tamamlanıp 7 gibi bitmesini arzu ediyordu. Ayrıca bugünkü Fenerbahçe Galatasaray maçını seyredememekten dolayı da bazlamaları buruk bir şekilde yedi. Biraz yorucu ama güzel ve öğretici ve eğitici bir etkinlik daha sona erdi. Ben ODTÜ fitneste 5 dilim yerine 9 dilim ağırlık kaldırdığımdam belimde biraz ağrı vardı. Çabuk geçeceğini sanıyorum. Yürüyüş beli rahatlatır, yürüyüş zihni dinlendirir ve berraklaştırır.
Etkinliğin fotoğrafları şu linkte mevcut:
Yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum; Son Dansı Bana Sakla, Michael Buble:
Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment