Saturday, March 6, 2010

Sonsuz Zamanlara Dek


Bugün 6 Mart 2010 günü; çok bulutlu, kasvetli bir hava var, serin de bir rüzgar esiyor. Bazen bloglarımı bir "Günlük defteri" gibi kullandığım olur; bu yazı da, belki yarın, belki öteki gün, bir gün ben silinceye ya da e-blogger kalkıncaya kadar burada duracak. Evrene silinmeyecek bir şey yazmak da zaten imkansızdır; o silmeden bizim silmemiz daha şık, daha doğru olur.
Bu yazımda anneannemin vefatı ve buna dair işlemlerden, gözlemlerimden bahsedeceğim. Anneannem dün akşam saat 22.00'da Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde vefat etti.
Başlangıcı olan her şeyin bir de sonu olur; her şey başlar ve her şey biter ve bütün bunlar Evrenin o sonsuz saatiyle göz açıp kapama kısalığında gerçekleşirler. Bilim henüz, başlayıp da bitmeme, ışıktan karanlığa geçmeme olayını başarabilmiş değildir.

Anneannemin doğum tarihi olarak 1921 yılı görünmektedir, ama o zamanlar 3-4 yıllık farklılıklar, yaşı küçük yazmalar sıkça olurmuş. Anneannemin Atatürk'ün Samsun'a çıkışını ve o dönemki olayları hatırlamasından onun 94 yaşın üzerinde olduğunu düşünüyoruz. Son zamanlarda yüzünde, ellerinde ve ayaklarında şişmeler olmuştu. Yıllardır süren romatizma ve kemik erimesi ağrıları türünden ağrıları da vardı; eve getirdiğimiz doktorlar bunun artık yaşlılıktan olduğunu, yaş belirli limitleri aşınca organların yetmezliklerinin de arttığını söylediler. Son zamanlarda nefes almakta zorlanıyor, hafızası gidip gidip geliyordu.

Bazen isimler sayıklıyor, bazense gayet net bir şekilde doğru muhakeme yapabiliyordu. Ancak nefes almakta zorlanma artınca hemen 112 acili aradık. Acil ambulansı 5 dakika içerisinde geldi. 3 görevli kızdan oluşan bir ekip sedyeyi taşımama yardım için benden ricada bulundular. Beraber yukarı eve taşıdık. Kalp için şok makinesi, değişik tıbbi aletler vs. de vardı. Aldığı ilaçlar nedir gibi kısa sorular sordular ve 10 dakikalık bir süre içinde yola koyulduk; anneannemin bakıcısı ve annem de arkadan taksiyle geldiler. Arabaların, sireni çalan ambülans karşısındaki "yoldan çekilme beceriksizlikleri"ne bakıp kendi kendime "Bu nasıl bir tuhaflıktır, nasıl bir duyarsızlıktır," diyordum. Ananeme en yakın hastane Gülhane GATA Askeri hastanesiydi.




Aracı süren görevli kız GATA'ya almazlar dedi, ben önce oraya gidelim dedim. Acil yolu üzerinde 6-7 kadar araç park ettiğinden dolayı ambulans o yoldan geri dönüp ters istikametten acile giriş yaptı. GATA Acil bölümü önünde babam önceden gelmiş bizi bekliyordu. Burası askeri hastanedir, sivilleri alma konusu doktorlara kalmış bir şey sanırım. Babam bir süre yetkililerle görüştü; eski bir Cumhuriyet Senatosu üyesi olarak rica etti; hemen muayeneye aldılar; genel durumu kötü olduğu için doktor hızla yatış onayını verdi ve ben de kayıt işlerine başladım.

Nöbetçi Amirlik, Döner Sermaye Veznesi ve Karantina denilen hasta yatış ofisleri arasında 1.5 saatlik bir mekik dokumadan sonra işlemler bitti. İşlemler uzamıştı çünkü bir yerde telaştan dolayı bilgisayar çıkışı yapılması unutulmuştu. Eğer bir tek birim bilgisayar çıkışı vermezse, sonraki birim onay yapamıyordu ve açığın nerede olduğunu bulmak biraz zaman aldı; hastane içinde birkaç kilometre yürüdüm. Kayıt işlemlerinden hemen sonra tomografisini çektirmek üzere 2. kata çıktık. Bekleyen çok sayıda hasta vardı ancak acil olduğundan kısa bir beklemenin ardından tomografileri çekildi. Bu sıralar güçlükle "Belim ağrıyor," diye sayıklıyordu. Birkaç haftadan beri de Allah, Allah şeklinde sayıkladığını da duymuştum; dini inançları olan birisiydi ananem. Pratik bağlamda ya da uygulama bağlamında değil de alt düzeyde, dua, tespih vs. gibi işleri yapardı; kurban da keserdi.

Tomografi sonrasında anneannemi Yoğun bakım ünitesine bıraktık. Akşam 7 civarları olmuştu. Zaman zaman yaralılar geliyordu. Hüzünlü bir atmosfer vardı. 18 yaşlarında, vücudu belirli derecelerde yanmış, tek bacağı kopmuş bir asker de geçti önümüzden; benim gözüm bu trajik ana takıldı ve o asker ufuktan kayboluncaya dek izledim onu. O gün, gerçeğin korkunçluğuna buzdan bakışlarla bakma günüydü. Herkesin bir hikayesi vardı. Bazen aşiret lideri ya da belediye başkanı gibi duran birilerinin bir yakını geliyor, onlarca kişi geçmiş olsuna geliyorlardı, el öpüyorlardı. Çatışmada yaralandığını düşündüğüm askerler geliyordu, ancak haberlerde herhangi bir çatışmadan bahsedilmiyordu. Ya sansür vardı ya da ben olayı yanlış algılıyordum; birinci ihtimal çok daha yüksekti.


Yoğun bakıma hasta yakınları alınmıyordu, emirler, talimatnameler açıktı, ama rica edilince çok kısa süreliğine hasta görülebiliyordu; kurallar, insanlık adına hastaya risk teşkil etmeyecek şekilde gevşetiliyorlardı ki bu doğru bir şeydi. İhtiyaç duyulabilir diye kısa bir malzeme listesi verdiler bize: Su, peçete havlu, ıslak mendil vs. gibi şeylerdi bunlar. Aynen ananemim durumunda olan birkaç hasta daha oksijen maskesi altındaydılar. Doktorlar kibarlardı; temiz bir hastaneydi. Eğer başka hastanelere yatmış olsa biz üzülecektik, çünkü böyle temiz bir hastanede olmak her şeye rağmen rahatlatıcıydı. Hastane kokusu denen şey yoktu. Öteki devlet hastaneleri ise gerçekten kötü koşullar içindedirler.


Ananem birkaç gün yoğun bakımda koma halinde kaldı ve dün akşam 23.00'dan sonra, sanırım 23.16'da eve bir telefon geldi; ben telefon numarası ve saatin geçliğinden dolayı vefat durumunu daha açmadan anlayabildim; sessizlik oldu, evdekilere vefat haberini ilettim, sonrasında annemin ağlayışları duyuldu. Ben acilen dayımı aradım; onunla konuşurken bir an için ağlamaklı oldum; ben böyle önemli trajik anlarda kişi benim sıklıkla gördüğüm bir yakınımsa biraz ağlamaklı olan, yani gözleri dolan, fakat ağlamaya şiddetle direnen kişilerdenim, çünkü ağlamak benim gözümde halen bir zayıflık belirtisi; çünkü zayıf olma hakkımız ya da lüksümüz bu kaos evreninde pek de yok ve aslında hiç de yok. Fakat işin doğrusu duygulara engel olmamak, onları akışına bırakmaktır elbette.

Bir yanlış anlamadan dolayı gece yarısını bir hayli geçmişken Morg'a, daha doğrusu Adli Tıp isimli birime gittik, fakat kimse olmadığından işlemleri yarına, yani bugüna bıraktık. Bu olayı biraz düşündüm. Böyle önemli bir konuda yanlış anlamamış olmam gerekiyordu. Sabırsız biri olduğumdan bir mesele varsa çabuk ve hemen çözülmesini isterim hep. Galiba bilinçaltımda oraya gece yarısı gidip bu işi yani cenazeyle ilgili ayrıntıları tamamlayıp bitirmek olayı vardı ve bu yüzden arayan doktor "Saat geç oldu, bu saatte birilerini bulmanız zor, bugün yapabileceğiniz bir şey yok" demesine rağmen ben bizimkilere "Morga gidiyoruz," dedim otomatikman!..


Uykusuz bir gece geçti. Sabah erkenden Yoğun bakımdan kişisel eşyalarını aldık; elbiseleri yırtılmak durumunda kalındığından elbiselerini veremediler. Morga gittik; görevli imama anneannemin nüfus cüzdanını verdik; belgeleri doldurduk, soruları yanıtladık. GATA'da ölü yıkama ve kefen hizmeti veriliyormuş. Bütün bu hüzünlü ayrıntıları ilk kez büyük bir bilinç ve büyük bir dikkat içerisinde bir film şeridi gibi izliyordum. Daha önce 1988 yılı civarında dedemin vefatında bu işleri hep babamın tanıdıkları, ahbaplar, dostlar yapmıştı, bu kez biz bizeydik, sadece 4 kişiydik ve her işlemde de bizimkileri bu işlerle yorulmasınlar diye arabada bırakıyordum, bazen dayım bana eşlik ediyordu.

Morga sürekli olarak değişik kişiler geliyordu. Bize yol gösteren hademeye para verdik. Ananem bu tür şeyleri severdi. Ölüm raporunda böbrek yetmezliği yazıyordu. O raporu alıp bağlı bulunduğu belediye götürdük. Buraya 360 lira gibi önemsiz bir rakam yatırılıp mezar yeri alınıyor. Daha önce, yani ölmeden önce Karşıyaka'dan mezarlık almak isteyenler için bu rakam sanırım kişi başına 3000 liranın üzerindeydi. Aile mezarlıkları 15 ooo lira kadar bir rakam. O mezar yeri parasını verdikten sonra ALO 188 cenaze servisini aradık, çünkü belediyede cenaze aracı kalmamıştı. Saat 10.30'da Gülhane Askeri Akademisi GATA'da olmalarını söyledik ve biz tekrar arabayla Morg'a gittik. Ölü yıkanırken bir yakını başında durabilir dediler. Annem bu tip şeylere dayanamadığından onlar yıkadılar. Yıkayan kadına hizmeti için para verdik; elbette onlar para istemiyorlardı ama biz ananemin sağlığındaki yaşam felsefesinde olduğu gibi "hizmeti geçene bir şükran olarak" veriyorduk; vermesek zaten bizim içimiz rahat etmezdi.

Nasıl tuhaf bir meslekti bu ölü yıkama işi; oradayken, Gusülhane denilen yıkama yerinin önünde bunu düşündüm! Sabahtan gelip akşama kadar ölü yıkıyordu bu kadın ve zor bir işti. Dayım ananemi son kez görmek istedi ve kefen açılıp yüzü gösterildi. Biz hastanedeyken bir kadına ananem 94-95 yaşında dediğimde pek de inanmamıştı çünkü yüzünde kırışıklık yoktu. Kendisine iyi bakardı ve Nivea kremini deyim yerindeyse bolca yüzüne sıvardı; bol zeytinyağı yerdi, yüzüne bile sürerdi. Orada, o buz gibi yerde pırıl pırıl yıkanmış, mumyalanmış bir şekilde duruyordu. Saçlarında neredeyse hiç dökülme olmadığından bembeyaz kıvırcık saçlarla sanki canlıymış gibi duruyordu; bu görüntü benim için sürrealist bir andı. Gerçek neydi? Gerçek olmayan neydi? Aslında her şey netti, çok netti...


Napolyon'un meşhur sözü vardır: Ölümle sürgüne tek başına gidilir... Tek başına... Sağlığındayken ve dedem de hayatteyken bazen evlerinde 3-5 kişinin aylarca kaldıkları, 10-15 kişinin gün içinde ziyaretlerine geldikleri, etrafında insanlar olunca çok sevinen, coşan, fıkralar anlatan, komşularını sürekli çağıran, düğünleri hiç kaçırmayan neşeli, canlı biriydi ananem ve şimdi tek başınaydı...


Cenaze aracı geldi. Tabut inanılmaz derecede ağırdı. Adamlara dönüp "Bu nedir ya? Kurşundan mı yapılmış?" dediğimde "Biz de hafif malzemeden yapılsın istiyoruz ama işte böyle ağır yapılmışlar," dedi. Yani tabutu boşken bile gücü kuvveti yerinde 4 kişi zor taşıyabiliyordu; üzerinde Büyükşehir Belediyesi yazısı vardı. Kefenin belirli yerlerinden tutmak için bir şeyler yapılmıştı, oradan kaldırıp tabuta koyduk. Yaşam buydu; o küçük lanet tabutun ta kendisiydi gerçek yaşam ya da hikayenin, bütün hikayelerin sonları, herkesin öyküsünün sonu, sonun başlangıcı... Tabutta bayan olduğunu belirtmek için üzerine bir baş örtüsü bağlandı. İsim ve soyadı yazıldı. Ölüm yılı için önce yanlışlıkla 2075'i bastılar, sonra 2010 yaptılar. Her şey hızla akıp gidiyordu. Sanki berrak bir akarsuya bakıyordum ve her şey önümden akıp gidiyordu; su akarken başım dönmeden akıp giden her şeye, en küçük detaya kadar bakıyordum.


Bu hizmeti yapanlara da para verdikten sonra yola çıktık. Karşıyaka mezarlığına gittik; burası çok büyük bir alan; devasa bir ölçeği var. Yüzlerce insandan oluşan bir kalabalık vardı. Biz sadece 4 kişiydik, başkalarına haber vermedik; ben kalabalıkları, kalabalık, komşulu, akrabalı cenaze törenlerini hiç sevmiyorum; en yakın birkaç kişi hariç başkalarına haber verilmesinden yana da değilim ve öyle de yaptım; her şey sade olmalı; sessiz ve sakince, sadece aile içinde bu işin yapılmasını istiyordum; bazı şeyler yalnızca aile içinde çözülmelidir; aile benim dünyamda bazı konularda bir kaledir ve o kalenin içinde, kimseden destek almadan ne varsa orada, duvarların, surların ardında çözülmelidir. Sonradan bazıları bize kızacaklardır, ama bunun hiçbir önemi yok; bize neden haber vermediniz diyeceklerdir; samimi olanları, ölüm anında büyük bir iyiniyetle gerçekten destek olmak isteyenleri bir tarafa bırakacak olursam, çoğu insan için bu cenaze günleri bir çeşit eğlencedir, bir araya gelip lak lak etme, yiyip içme günüdür; bunları bizzat defalarca gözlemlediğim için biliyorum. Cami avlusunda dolaşırken de kulak misafiri olduğum gruplar ölünün dışında her şeyi konuşuyorlardı!..


Annemle babamı üzülmesinler diye arabada bıraktık; şiddetli bir sağanak yağış vardı; şemsiyeye rağmen ıslanıyorduk; yüksek bir tepeydi, kuşlar zorlukla uçuyorlardı; serince bir rüzgar esiyordu. Öğlen namazına 1 saat vardı. Bekledik ve bekledik ve yine bekledik; hep bekledik, daima bekledik ve bu bekleyişi benim gibi sabırsız biri yaptı; bu süre, dualar, Arapça söylenen, ne söylediklerini hiç anlamadığım şeyler vs. bana çok uzun geldi, sanki asırlar geçti. Böyle trajik anlarda bu boş ve gereksiz ve insan zekasına, insan dehasına tümden aykırı geleneklere karşı içimde hiçbir sempati yok ve ayrıca bir insana bütün hizmet o yaşarken yapılmalıdır; sevgi, o yaşarken ona verilmeli, ilgi, o yaşarken ona gösterilmelidir.


Ben hiçbir dinsel töreni bilmediğimden öylece durdum, gerçeği buzdan bakışlarla inceledim, önümden geçen onlarca farklı yaşama baktım. İnsanlar camide namaz kıldılar ve sonra "Merhumu ya da merhumeyi nasıl bilirdiniz?" kısımlarına geçildi, Fatiha okundu. 1.5 saat içinde bütün bunlar sona ermişti. Herkes telaşla cenazelerini aldı. Hoşuma giden bir şey oldu; bir kişi, "Haydi cemaat, el verin bu tabutu araca atalım," dediler ve 5-6 kişi bize yardım etti. Aynı şey mezarın başında da oldu, yoksa biz 3 kişi çok zor taşırdık. Bu hoş bir davranıştı; onları takdir etttim.


Cami'den mezara gidiş anı da özünde tuhaf bir trajedi taşıyordu. Onlarca cenaze araçları ardı ardına yola koyuldular; yakınları ise aracı gözden kaybetmemek için neredeyse aynı anda harekete geçtiler; trafik bir anda kilitlendi; sanki insanların sevdikleri kişiler bilinmeyen bir yöne, karanlığa doğru ilerliyorlardı ve arkadan gelenler, henüz ışık dünyasında olanlar da onları kaybetmemek için büyük bir çabayla, biraz da umutsuzluğa kapılmış bir şekilde araçlarıyla onların peşlerine takılmaya çalışıyorlardı. Nihayet trafik açıldı. Arabayı bir yere çarpmadan o hengameden zor bela çıktık. Hızla D-17 adasına doğru yola koyulduk. Cenaze aracını gözden kaybetmiştik; bizi telefonla aradılar, D-17 adasını kısa sürede bulduk.


Müthiş yağmur yağıyordu. Yüzlerce kişi beton olarak açılmış mezarlara gömülen yakınlarını ağlayarak, hıçkırarak uğurluyorlardı. İnsanlar sanki çöplermiş gibi bir kuyuya bırakılıyorlardı. Her yer çamurdu; annemim bir ara çamurdan dolayı neredeyse yere yuvarlanmak üzere olduğu, tamamen çamura battığı anı hatırlıyorum; rüzgar, yağmur, çamur, uğuldayan sesler ve yükselen feryatlar; yağmur damlaları insanların yüzlerinde gözyaşlarıyla karışmıştı ve ağlamayanlar da ağlıyormuş gibi duruyorlardı. Kim ağlıyor kim ağlamıyor pek belli değildi. Annem gömülme anını görmemek için arkasını dönmüş ağlıyor, oradaki polis kadına imama ve gömülme işini yapan işçilere hizmetleri için para verebilir miyiz diye soru sorarak dikkatini gömülme anından uzaklaştırmaya çalışıyordu. Biz işçilere yine hizmetleri için para verdik.


Dualar edildi. İmam, gömülme ruhsatını istedi bizden. Bu aynı zamanda ölüm raporudur da. Bir hafta sonra gidip onun fotokopisi alınıp Emekli Sandığı gibi yerlere verilecek. Ananem yükseğe gömülmeyi arzu ederdi ve D 17 adasında bulunan 460 Nolu parsele gömüldü; önünde alabildiğine bir Ankara manzarası vardı. Benim dini inancım sadece bilinmeyen bir Tanrı'ya inanmaktan ibaret olduğu için "Manzaralı mezar" gibi şeyleri önemsemiyorum, ama havadar bir yer olması, yüksekte olmasına nedense olumlu baktım. İleride buraya mezar yaptıracağız ve herhalde Ankara yakınlarındaki bir köyde olan dedemin mezarını da buraya taşıyacağız. Ben yaşarken aile üyelerine mezar yeri alınmasına şiddetle karşıyım ve buna hiçbir zaman izin vermem.

Dedeme ait birkaç küçük arsayı da 3-5 yıl önce ananem sağlıklıyken satmamıza ve ona kendi hakkını vermemize de seviniyorum. Bence bu bir etik davranıştır ve bir ahlaktır. Büyüklere ait bir şeyler varsa onların ölümlerini beklemek yerine onlar hayatta ve sağlıklılarken satmak ve onlara vermek gerekir. Bu bir ahlaktır; ahlak ve vicdan hukuktan da, her şeyden de önemlidir, her şeyden üstündür; çünkü biz geceleri iyi bir ahlak ve sağlam bir vicdanla rahat uyuyabiliriz ancak. Ben mirasa inanmam; bir şey, bir arsa, bir mal mülk varsa öncelikle onu onlar yemelidir, sağken yemelidirler, çünkü onların hakkıdır bu!.. Dede yemez, anane yemez, çocuğa, toruna kalırsa bu adalet olmaz ve vicdanlar asla rahat etmez!.. Adalet, onlar yaşarken onlara haklarını vermek, kendi emeklerinden kendilerinin azami faydalanmasını sağlamaktır.


Gömülenler arasında küçücük bir tabut da hatırlıyorum ki bu bir bebeğe aitti. Yaşlanmak bir anlamda bir nimettir, bir şanstır, çünkü herkes genç doğar ama herkes yaşlanamaz! Hangi yaşa gelmişsek bu bir kazançtır ve her yaşımız için varoluşa şükran duymamız gerekir. Ben, hiçbir insanın mutlu olarak ölmediğini gayet iyi bildiğim için aynı gözlemi ananem için de yaptım. Mutlu ölüm, Holywood filimlerinin ya da benzeri filmlerin bazı insanlarda yarattığı çocukca bir yanılsamadır, koskoca bir aldanmadır!.. Bir insanın mutlu ölebilmesi için ya deli ya da aptal olması gerekir.


Geriye ne kaldı derseniz, yalnızca anılar... İzmir'de dedemlerin İzmir Körfezi'ne bakan harika bir apartman daireleri vardı. Buradaki balkonda oturur, tatlı bir esinti eşliğinde enfes palamut balıkları yerdik; haşlanmış mısır kokusu da anılarım arasındadır; ananem sıkça mısır haşlardı. Ve mükemmel cevizli-üzümlü kakolu kekler yapardı, çok lezzetli ıspanaklı börekleri vardı... ve daha yüzlerce anı, yüzlerce, binlerce ayrıntı, çantalar dolusu fotoğraflar... Sonsuza zamanlara dek uğurlar olsun!..


Her zamanki gibi yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum.

http://videoizle.video75.com/ifOHDuBAF68/sad-violin-/



Mehmet Murat ildan

1 comment:

  1. Benim adım Irrua Uzman Hastanesi Dr Wilson Smith, organ cerrahisi uzmanıyım ve satmak isteyen insandan organ alıp satmak istiyorsanız ve ABD'de bulunuyorsam, eğer Böbrekinizi satmak ilginizi çekiyorsa lütfen ilgileniyorsanız lütfen Daha da ilerleyebilmemiz için bize geri dönmekten çekinmeyin. Böbrekinizi satmaya hazırsanız, bu bizim E-postamız.

    Irruaspecialisthospital@gmail.com

    ReplyDelete