Saturday, March 13, 2010

ADKK Etkinliği -9


Bugün 14 Mart 2010 Pazar günü. Bundan tam 127 yıl önce ünlü filozof ve ekonomist, eski meslektaşım Karl Marx 14 Mart'ta ölmüştü. Bugün aynı zamanda Tıp Bayramı; Türkiye'de modern tıp eğitimi 14 Mart'ta başlamıştı. Ben bazen içinde bulunduğum günde tarihte neler olmuş diye bakarım; böylece insan gün boyunca farklı bir imgelem boyutunda olabilir. Mesela bugün Albert Einstein'ın doğum günüdür; 131 yıl önce doğmuştu Einstein!.. Evrende hiçbir anlam yoktur; ona bütün anlamları biz yükleriz, bütün anlamları biz yaratırız; evren sadece boş, anlamsız bir kağıttır; onu dolduran, renklendiren, anlamlarla süsleyen, günlere, dakikalara, saniyelere anlam katan ya da anlam çıkaran biziz. Biz hem yazıcı hem silgiyiz!..



Geçmişi biraz hatırladıktan sonra bugün nereye yürüdüğümü belirtmekle yazıma başlayayım: Bugünkü Ankara Dağcılık Kayak ve Kış Sporları İhtisas Kulübü ADKK doğa yürüyüşü Gerede Yakaboy yaylasına yapıldı; 3 haftadır yürüyüşlerden uzak kalmıştım; araba işleri, anneannemin vefatı derken 3 hafta ağır bir şekilde ama hızla geçiverdi. Bugünkü etkinliğe 12 kişi katıldı. Nazım bey ve Erol bey son anda gelemediler; Yahya hocamla Faruk da bu hafta gelemeyenlerdendi.


Gerede, Ankara'ya 130 km uzaklıktadır ve yaylalarıyla ünlüdür. Evliya Çelebi 17. yüzyıl civarlarında Gerede'den geçerken şu güzel cümleyi yazmıştır: "Abuhavası latif yayla yerdir." Abuhava Farsça "iklim" anlamına gelir. Facebook'da Yakaboy köyünün sayfası bile var; herhalde o köyden çıkan, sonra da şehirlere yerleşen insanlar oraya üye olmuşlardır. "Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür" bağlamında bir şeydir bu.


Etkinlik öncesinde yine çoğu kez olduğu gibi biraz malzemelerden bahsedeceğim. Tahmin edileceği üzere yine K2 mağazasına gittim. Ülkealan pasajındaki bu mağazanın sahibi Uğur iyi bir arkadaş. Çoğu kez ben bir şey almak isterim, o bana "Boş yere alma, ona ihtiyacın yok, paran cebinde dursun," der. Kibar, son derece saygılı ve malzeme konusunda bilgili biri. Diğer esnaftan çok farklı; mal satmaya çalışmıyor, ihtiyaca uygun doğru mal vermeye çalışıyor. Ben böyle terbiyeli insanlara fırsat bulunca para kazandırmaya çalışırım. Bugün Marmot marka ince bir iç eldiven aldım. Bu Marmot ürünlerine ikna olmuş durumdayım. Bir de Müslüm hocanın tavsiyesine uygun olarak daha sıcak havalar için High Mountain Nepal pantolon aldım. Uygun bir fiyattan verdi.




Dün herhalde orada 2 saat kadar oturdum. Çok değişik müşteriler geldi. Bazılarıyla yarım saat kadar sohbet ettik. Orası bir mağazadan ziyade oturup sohbet edilebilecek bir ortam. Tabii dükkan çok küçük, ama malzemeler yerinde getirildiği için o küçük mağazadan çok şey almak mümkün. Bir de bana, "Türkiye sınırları içinde beğendiğin herhangi bir doğa aktivite ürününü ben sana bulur getiririm," dedi. Benim malzeme eksiği olarak çok az şeyim kaldı. Bir tane 10 000 mm su sütunlu Marmot Teknik Ceket ısmarladım, üstüme giyip beğenirsem alacağım. Bugünkü yürüyüşte şunu iyice anladım ki pançoyla işler yürümüyor; hareketi kısıtlıyor. Ayrıca Abidin hocamın Viola pançosunda kocaman bir "kuşburnu dikeni deliği" açıldı!.. Dikenlere karşı bu panço denen "banyo perde parçaları" çok savunmasızlar. Yalnız malzeme işinde Olcay'ın dediği konuyu da gözardı etmeyeceğim. Olcay bana yakında Boyner mağazasında büyük indirimler olacağını söyledi. Bir ara kendisi mesela 300 liralık iyi bir marka ürününü 100 liraya almış. Bu doğa aktivite ürünlerinde yavaştan büyük indirimler olabilir.




Belki ilerisi için La Sportiva 4x4 Makalu Mountain ayakkabı da alacağım ve bu malzeme işini tümden sonlandıracağım. La Sportiva İtalyan ayakkabısı ve İtalyanlar bu ayakkabı işinde oldukça iyiler ve ileriler. Ayrıca bu şirket belki de 80 yıldır ayakkabı imal ediyor. Ayakkabıdan bahsederken bir de şu aklıma geldi. Çamurlu yürüyüşler için her zaman çantada bir eski dış fırçası bulundurmak ve de ya bir çeşmede veya dönüşte bir benzinlikte ayakkabıları temizlemek gerekir; Müslüm hocanın metodudur bu!..



Bu hafta hoşuma giden şeylerden biri de keşfettiğim bir organik ürünler mağazasıydı; ne kadar doğrudur bilemem ama organik olduğunu iddia etmekteler, sertifikalar falan varmış. Epeydir aradığım Kaçkar Ekolojik balını buldum. Bal, benim en çok sevdiğim yiyeceklerin başında geliyor; balsız kahvaltı pek yapamam. Cumhuriyet Senatosu üyelerinden rahmetli Sırrı Atalay bey hayatteyken yıllar öncesinde bize Kars'tan hakiki bal getirirdi ve doğrusu enfesti; aradan 1 yıl geçse bile ilk geldiği günkü gibi dururdu. Arıların bir damla bal için 60 000 çiçeğe konduklarını düşününce bala karşı bende "Vay canına harika bir şey bunlar," duygusu uyanıyor!.. Organik yiyeceklere karşı da ilgim artıyor. Her şey organik olmalı! Organik araba olsa ondan da almak lazım!! Ama şunu da unutmamak gerekir ki her organik veya bio ürün mutlaka yararlıdır diyemeyiz; çünkü doğada da doğal olarak bize zararlı şeyler var. Örneğin Deli Bal dedikleri Karadeniz Bölgesi'ndeki dağ gülünden elde edilen balı birkaç kaşık yerseniz sizi zehirleyebilir. Bu organik mağazasında bir de güzel bir zeytin buldum. Balıkesir Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu öğrencileri üretiyorlar bu organik zeytinleri. Meslek okullarının önemini bir kez daha anlamış oldum. Meslek okullarına büyük bir önem vermek ve onları desteklemek zorundayız. Organik konusunda son söz olarak şunu söylemeliyim ki "Organik yiyecek alımını çok da abartmamak gerek; ara sıra zeytin gibi gıdalarda yapılabilir!"


ADKK Yürüyüş etkinliği klasik olarak ya da geleneksel biçimde başladı; yani Kızılcahamam Mevlana lokantasında çorba içildi, tozluklar takıldı. Olcay'dan rakım bilgisi aldığımda 935 rakım gösteriyordu lokantanın olduğu yer. Araçtan indiğimizde yağmur yağıyordu; yağmur doğa yürüyüşlerinde pek de aranan bir şey değildir. Ben istemeyerek de olsa pançomu giydim; henüz teknik ceket almadığım için pançoyla bir süre daha idare edeceğim. Bugün kar çiçekleri çekmek arzusundaydım. Fakat makinem yeni olduğundan ve henüz kullanma kitapçığını da okumadığımdan epey bir bulanık film çektim, özellikle Köy odası filmlerinin çoğu bulanık çıkmış. Makineyi cebe koyarken ayarlar değişiyor ve her seferinde düzeltmek gerekiyordu; unutunca uzak mesafeyi makroyla çekme durumu oluşuyordu ki bu da bulanıklık yaratıyordu. Kısacası her defasında ayarları kontrol etmek gerekir.

Bugün her yerde kar çiçekleri vardı diyebilirim. Zambakgillerden çiğdemler, nergisgillerden kardelenler, süsengillerden kar çiçekleri ve isimlerini hiç bilmediğim daha pek çok çiçekler vardı; üstat Shakespeare olsa Latince adlarına kadar bütün çiçek isimlerini hiç şüphesiz gerçek bir botanikçi zekiliğiyle bilebilirdi. Abidin bey, Tahsin bey ve ben bunları bolca çektik. Bu çiçekleri çoğu kez ayaklarımızla da ezdik ve sanırım bu konuda suçluyuz, ama ezmemek için havada uçmak gerekir ve de şeyh uçmaz müritleri uçurur!..


Geçtiğimiz her yer sulaktı; yer yer bataklık diyebileceğimiz ölçüde çamurluydu. Bu mevsimde buralar hep kar olurdu, ancak kar çok az yerde sadece öbek halinde kalmıştı. Bu sene yağmur bol yağdı. Şu an bile Ankara'da yağmur yağmakta. Başlangıçta dikçe bir tırmanış yaptık. Tek tük çiçekler görmek heyecan vericiydi ancak aniden saklı köşelerde çiçek tarlalarına rastladık; yüzlerce çiçek bir miting alanındaki insanlar gibi bir araya toplanmışlar, sanki bir tartışma yapmaktaydılar. Belki de değişen mevsimleri konuşmakta ve "Bu Mart ayında karın altında olmamız gerekiyordu," diyerek küresel ısınmayı tartışmakta, insanları eleştirmekteydiler. Lupus est homo homini, İnsan insanın kurdudur, sözü eksiktir, çünkü insan öteki canlıların da kurdudur!..


Yosunlu taşları, küçük gölcükleri, "hayır amaçlı" yapılmış çeşmeleri, devrilmiş çamları, kesilmiş kütükleri, kütükleşmiş mantarları, mantarlaşmış kütükleri geçtik. Tahsin beyin meşhur pekmezinden yedik. Bir tabak dolusu kar, bir kayanın üzerine konuldu ve üzerine pekmez döküldü. Herkes ilk kaşığı ağıza götürürken biraz endişeli gibiydi, ancak ilk lokmadan sonra bu karamel tadındaki dondurma hemen kaşıklanıp bitirildi. Yakaboy yaylasındaki tahta evlerde ana yemek molası verdik. Bu evlerin kapıları da açıktı; içlerinde sobalar bile durmaktaydı. Her zamanki gibi yiyecek paylaşımları yapıldı. Abidin hocam üzüm dağıttı, konserve ton balığını sessizce yiyiverdi ve ben de belki bir dahaki sefere ton balığını düşüneceğim; Meral ve yeğeni Ezgi'nin yedikleri sarmadan da epeyce yiyenler oldu; başarılı bir sarmaydı çünkü yaprağı yumuşaktı, "sarış işçiliği" düzgündü. Ülkü hanımı kırmızı biber yerken, Tevfik beyi keçi peyniri götürürken ve Mürsel beyi de tahin helvası yerken ve dağıtırken hatırlıyorum. Olcay ise plastik bir bidondan dönerli koltuk yapmanın keyfini yaşıyordu. Bu sırada dışarıda kar yağıyordu. Sis de zaman zaman gizemli yüzünü bizlere gösteriyordu. Islak bir gündü; damlaların, su moleküllerinin günüydü; doğanın eşsiz imparatorluğunda bugün imparator onlardı, biz onun tebaasıydık.

Yol boyunca gün kurusu kaysı, besni üzümü, normal çekirdeksiz İzmir üzümü, siyah üzüm gibi pek çok tatlımsı şey paylaşıldı. Jale-Şule 1 kilo kadar tuzlu yer fıstığı almışlardı ancak fıstıklar minibüsteydi, dönünce yiyilmek üzere onu da hafızamıza almıştık. Müslüm hoca Antalya'da Maraton koşmuş ve çok iyi bir derece elde etmişti.


Yolun uzatılmasına karar verildi. Fakat sonrasında yorgunluklar başladı. "Öldük, bittik, mahvolduk," türküleri devreye girdi. 7 saat kadar yürümüştük; bu da 20 kilometreden fazla bir mesafeyi katetmişiz demekti. Fotoğraf çekimleri için artçı olarak yürüdüm genelde. Bazen Abidin hocamla bazen yeğen Ezgi'yle ve bazen de üçümüz arkada yürüdük. Abidin hocamın coğrafya bilgileri gayet iyi; meslekten gelen de bir bilgi birikimi var. Nazım hoca olmadığından bu hafta şiir okuyan olmadı, onun kulaklarını çınlattık. Yağmurluklar ve çanta yağmurlukları rengarenkti; arkadan bakıldığında gökkuşağı benzeri bir izlenim oluşuyordu. Müslüm hoca geçtiğimiz yaylalarla ilgili kısa bilgiler veriyordu. Muratfakılar yaylası, Yakaboy yaylası, Tatlar yaylası, Yenşebe, Dağkara, Koçlar yaylası ve son durak olarak Dağkara köyü... bu yayla isimlerini hatırlamak da pek kolay olmuyor; not almak lazım ama kalem kağıtla uğraşmaktansa hafızaya güvenmek daha iyi. Bizim yürüyüşe başladığımız yer Muratfakılar'dı. MehmetMuratfakılar yaylası da vardı belki bir yerlerde!..

Bu yayla isimleri arasında bir tanesi öne çıktı: Dağkara! Biz bu yaylanın köyüne gittik; etkinlik burada sona erdi. Burası Gerede'ye 15 kilometre uzaklıktadır. Rotamız uzamıştı; yolda rastladığımız bir araçtaki köylüden Dağkara köyüne geldiğimizi öğrendik. Amacımız minibüsümüzü bu köye çağırmaktı. Müslüm hoca gerekli ayarlamaları yaptı. Kendisi bir Renault otomobile bindi ve Sefer beyle minibüsü alıp köye getirmek üzere yola çıktı. Minibüsün olduğu yerde telefon çekmiyordu, yoksa onu Dağkara'ya çağırmak daha kolay olurdu. Köyün imamıyla tanıştık. Cemal bey bizi Köy Odası'na götürdü. Kapıyı açtı; hemen sobayı yaktı; 3-5 dakika içerisinde o soba denilen şey bir Güneş'e dönüştü! Bu Güneş ismini laf olsun diye değil sobanın verdiği sıcaklığa en yakın kaynağı temsil ettiği için verdim!.. Ben 2 metre kadar uzakta duruyordum ama yüzüm yanıyordu; yanımdaki bir tabağa mantar koysaydım uzaktan pişecekti! Sobanın içi bile görünüyordu; sacı oldukça inceydi, akkor haline gelmeye başlamıştı, eriyecek gibi duruyordu. Pencereleri, kapıları açtık. Güneş, 150 milyon kilometre ötede değil, resmen odanın içindeydi sanki!..


Hasan Hüseyin Can bey köyün devrik muhtarıydı. Normalde bu odaya bayanlar alınmıyordu ama biz "Tanrı Misafiri" ya da "Turist" kategorisinde değerlendirildik ve köy odası karma odaya dönüştürüldü. Çaylar yapıldı. Bu insanlar böyle sessiz-sakin ve kapalı ortamda yaşadıklarından dışarıdaki insanlara bir anlamda hasrettirler ve onları bulunca bolca konuşmak isterler; bu bir ihtiyaçtır. Yabancılara karşı gösterdikleri ilginin önemli bir kısmı buradan yani "insansızlığı giderme ihtiyacından," gelir. Ben, bendeki çikolataları imama verdim, çocuklarına götürürsün dedim.

Etkinliğin yorgunluğu köy odasının yumuşak divanlarında atıldı; tespihler çekildi, daha doğrusu ben tespih çektim; 33 saydım ama 99'muş; 3'te1'lik bir hata yaptım, sıcaktan olmalıydı; tespih boncuklarını 3'erli de çekmiş olabilirim!.. Herkes sıcaktan deyim yerindeyse "mayıştı." Biraz daha kalınsaydı uykuya dalanlar bile olabilirdi, ama insan ısınınca da işte böyle ısınmalıydı!.. Nihayet Müslüm hocayla kaptan Ahmet bey geldiler; onlar da bir süre eski muhtarla ve birkaç kişiyle daha sohbet ettiler, köy yaşamının hoşluklarından konuşuldu ve pek çok kez ve tek tek teşekkür ederek, el sallayarak oradan ayrıldık; şehirdeki dünyamıza gitmek üzere yola koyulduk. Çiçeklerin hakim olduğu güzel bir ADKK gezisi de sonsuz zamanların içine girip kaybolup gitti...
Yazımı yine bir müzikle bitiriyorum. Bu kez Julio Iglesias'tan İspanyolca bir şarkı, Un Canto a Galicia:
Bir de Mozart K. 378 1. Allegro Moderato; Alman kemancı Anne-Sophie Mutter çalıyor; yetenekli bir sanatçı.
Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment