Monday, May 24, 2010

Dedegöl Dağı Zirve Tırmanışı




Daha önceki yazımda Eğirdir Dağcılık Şenliği'nden bir "ön bilgi" bağlamında bahsetmiştim. Şimdi de 21-23 Mayıs arasında gerçekleşen bu etkinlikten ve sonrasındaki 24 Mayıs "Yazılı Kanyon-Kovada Gölü Milli Parkı" gezisinden aklımda kalanları ve yorumlarımı değerli okuyucuyla paylaşacağım.



Etkinliğe toplam 15 kişi katıldı. Başlangıçta, 20 Mayıs Perşembe akşamı Isparta Petrol Turizm'le Eğirdir'e gidilecekti; ancak otobüslerle bu işin zor olacağı düşünülmüş olmalı ki özel araçlarla gidilmeye karar verildi; Ankara dışında olduğumdan dolayı gelişmeleri uzaktan takip ettim, 700 km uzaktan!.. 5 günlüğüne İzmir taraflarına gitmiştim; gidiş geliş derken 1500 km yol katetmişim; biraz yol yorgunluğu vardı; 2 gün içinde eksik birkaç malzeme için yine mağazalara ziyaretler gerçekleştirdim. Ülkü, Faruk, Nazım hoca ve Olcay'ın araçlarına 15 kişi dağıtıldı. Ben, Şule ve Jale, Nazım hoca grubundaydım. Bir anlamda "Araba ekipleri" oluştu. Cuma sabahı sabah 5'te Dedegöl Dağı'na doğru yola çıkıldı ve hatta ters yöne bile girildi, ama neyse ki Adnan Kahveci olayı yaşanmadı; Tanrı, Tanrı'nın iyi kullarını korudu ya da başka bir son düşünüldü!..



Bizim araba ekibi, Nazım hocanın Beysukent'teki hidrolik asansörlü, güzel manzarasıyla Ankara'ya hakim evinde Perşembe akşamı buluştu ve yemek işleriyle, bagaj işlerini organize etti; Uğur Mumcu'nun Sakıncalı Piyade kitabında Nazım hocayla ilgili sayfalar okundu, Klasik müzik dinlediği için Komünist damgası yemesinin anlatıldığı bölüme bakıldı; eşya yerleştirme işlemine başladık. Bir süre uğraştıktan sonra Nazım hocanın Toyota Rav4 isimli "4 çeker"ine eşyaları yerleştirmeyi başarabildik. Sanırım o kadar çok malzemenin o araca sadece "tek bir yerleştirme biçimi" vardı ve onu yaptık; değişik alternatiflerde her zaman bazı çantalar dışarıda kalmıştı. Malzemeleri geceden yüklemek çok iyi olmuştu, sabah o telaşı yaşamamış olduk. Ben, sabah 1 gibi yattım ve sabah 3.31'de kalktım; 4.30'da, uyuyan taksicileri camlarına vurarak uyandırıp taksiyle Nazım hocanın evine gittim.
Hocanın Prenses isimli güzel bir kedisi var, gerçi fazla sırnaşık; evi harap etmesin diye birkaç yere örtü serme işine yardım ettikten sonra Jale ve Şule'yi de alarak hareket ettik. Nazım hoca, "Benim uzun yol tecrübem az, ehliyeti 2007'de aldım, siz kullanın," dedi ve sanırım "Ben hiç Jip kullanmadım, sürüş olayını merak ediyorum" dememden dolayı da Nazım hoca bize bir jest yaptı. Giderken ben, gelirken bir süre Jale kullandı.



Müslüm hoca ekiplerle telefon teması yapıyor ve herkesin zamanında çıkıp çıkmadığını kontrol ediyor, iyi yolculuklar diliyordu. Ankara-Polatlı-Sivrihisar-Emirdağ-Bolvadin-Çay-Senirkent üzerinden Eğirdir'e gittik. Giderken Senirkent'i hiç görmediğimizden ben ona Sinirkent dedim. Yunak üzerinden de bir yol varmış ve Faruk o yoldan geldi. Hangisi kısadır bilmiyorum ama "En kısa yol en düzgün, en az yamuk yumuk olan yoldur!" Yol boyunca işaret levhalamaları epeyce kötüydü ve yolu şaşırmak mümkündü. Bazen bir yerde Afyonkarahisar yazıyor, sonra da Afyon yok oluyor, Denizli Konya gibi levhalara dönüşüyordu, neyse ki Karayolları daha da abartıp California, Texas gibi levhalara dönüştürmemiş olayı, hatayı yerel tutmuş!.. Yol boyunca Afyon çiçeği tarlalarını izlemek keyifliydi; biz önce bunları pamuk sanmıştık; pamuk der demez de Nazım hoca Pamuk Abi Tarlası demişti diye hatırlamaktayım!..



Arabada Leman Sam'ın ve Fazıl Say'ın kasetleri vardı ve onları dinledik. Sabah 10.30 gibi son ekip olarak Eğirdir'e girdik; girişteki Eğirdir Dağ Komando Okulu'nun "Güçlüyüz, Cesuruz, Hazırız" sloganına ben "Açız" sloganını da ekledim!..



Eğirdir Dağcılık Kulübü lokali yakınlarında bir çorba içtik; manavdan su ve muz türü meyveler aldık ve fazla vakit geçirmeden Aksu Zindan Mağarası'na hayatımızı zindan etmeye gittik.
Isparta ve civarı dağlık bir yapıya sahip ve yollar da aşırı kıvrımlı. Ben, Rav4'ün sürüş keyfini sevdim; direksiyonu yumuşak, hatta fazla yumuşak, süspansiyonları iyi, 2000 motor olduğu için biraz benzin yakıyor ama dik yokuşlardaki çekişi başarılıydı, fakat frenlerinde bir sorun var sanki; Nazım hocaya da bu vesileyle bunu yeniden hatırlatmış olayım; fren olayı ihmale gelmez ve genel bir bakım yararlı olur. Mağaranın girişindeki Jandarma erlerine ve komutana selam verip kısaca hal hatır sorduktan sonra kaskları takıp içeri daldık. Komutanın yakasında "Başaran" yazıyordu.


Burası nasıl bir mağara derseniz benim klasik betimlemelerimden biri olan "Mal gibi bir mağaraydı" derim. Uzunca sayılabilecek tekdüze bir yürüyüş parkuru var bu yarı aktif mağarada ve pek fazla bir "görüntü varyasyonu" yok. Aynı şekilde ilerliyor ve sanki siz hep aynı yerdeymişsiniz gibi hissediyorsunuz; herhangi bir yeraltı göleti yok. Mağaranın içi çok fazla serin de değildi; sanırım Tahsin hoca bir yerlerde yarasa görmüştü. Burada kask takmak önemliydi, çünkü eğilerek geçilen sivri uçlu yerler vardı. Ben de geçen hafta kendime biraz da fazla para vererek, belki de gereksiz bir şekilde, ama güzel bir Petzl kask aldım; çok hafif. Ben kask takmayı hiç sevmiyorum, kendimi hapiste gibi hissediyorum ve de ancak çok mecbur kalırsam giyiyorum. Ancak araba için emniyet kemeri ne denli önemliyse dağcı ya da trekkingçi için de kask o denli önemlidir, bir çeşit "Kafa emniyet kemeridir."

Mağaranın içindeki suyun cildi güzelleştirdiği söylenir; kalsiyum ve magnezyum değerleri yüksek olduğundan böyle bir etki yaratıyormuş. Mağaranın sonunda hamam denen kısımda genişçe bir alan var ve en çok bu bölümde sular tavandan damlamaktadırlar. Ekipler zaman zaman damlayan sularda ellerini ıslatıp yüzlerine sürdüler. "Burada pek bir numara yokmuş" şeklindeki bir yorumla, yani benim kendi şahsi yorumumla, Aksu Zindan Mağarası'ndan ayrıldık; Melikler yaylasına doğru hareket ettik. Mağaracılığın hiç de cazip bir spor dalı olmadığına, bu kez dikkatli bir şekilde düşünerek kesin olarak karar verdim ve bu son kararım!..


Yolun bir yerinde önde giden ekip "Ok yönü kurbanı" oldu. Melikler yaylasını gösteren ok öyle kötü işaretlenmişti ki farklı yöne sapmak oldukça kolaydı. Faruk'un olayı fark edip telefonla öne bildirdiğini sanıyorum. Daracık köy ve toprak yollardan geçip belirli bir gecikmeyle ve rahatsız edici sarsıntılılarla ama yine de iyi bir zamanlamayla yaylaya vardık. Henüz büyük bir curcuna yoktu; hava soğuktu ve yağış her an gerçekleşebilir şekilde tepemizde Demokles'in Kılıcı gibi duruyor, gri yüzüyle bize bakıyordu.



Hızlı bir şekilde çadır yerleri seçildi. Ben, curcunadan uzakta olmaktan yana olduğum için ve bizim ekip de böyle düşündüğünden asıl kamp yerinin biraz ucundaki düzlüğe çadırları kurduk. Nerede kalabalık varsa orada kalabalık vardır!.. Hızlı olmalıydık çünkü Sulukuleli Yağmur her şeyi berbat edebilecek bir güce sahipti. Rüzgar ve yağmur, bu muhteşem ikili dağcının hiç de dostu değildirler. Aşağıdaki fotoğrafta bizim Nevada marka çadırları kurduğumuz yer görülmektedir. Daha sonra bizim bu sakin dediğimiz yere dahi başka çadırlar sızmaya çalıştılar. Faruk, gürültü patırtıdan dolayı çadırını bizim oraya getirdi.




Benim çadırı erzak deposu olarak belirledik ve bütün yiyecekleri benim çadıra (Daha doğrusu ADK'dan kiraladığım çadıra) koyduk; bir savaş çıksa 6 aylık erzakım vardı sanki!.. Kent Park'taki Decathlon mağazasından oldukça ucuza 100 saat kapasiteli bir kamp feneri almıştım ve çok memnun kaldım. Kafa lambasıyla iç mekan aydınlatması güzel olmuyor; tepeden gelen kamp feneri ışığı çadır için çok daha uygun; bence bu kamp feneri evlere de uygun. Yavaş yavaş kamp alanı dolmaya başladı. Onlarca çeşit çadır vardı ve bir gün kendime bir çadır alırsam acaba hangisini ve hangi boyutu seçmeliyim şeklinde bir süre kamp alanında dolaşıp çadır beğenmeye çalıştım. Arabayla geldiğimiz için normal tüp getirmiştik; Nazım hocanın dağcılık ocağını hiç kullanmadık. Hızlı bir şekilde organize olup yemek pişirmeye başladık; Şule ve Jale başarılı bir makarna yaptılar ve evde önceden hazırladıkları domates sosunu üzerine döktüler. Çok sayıda küçük domates getirmişlerdi, bunlardan bolca yedik.



Malzemeleri fazlasıyla almıştık, ki 4. gün sonunda dahi benim çantamda en az 5 elma ve bir sürü domates daha vardı. Ton balıklarının çoğunu geri getirdim; baharatları hiç kullanamadım. Elbette dağcılıkta ya da kampçılıkta günlük ne kadar ne yenir olayını saptamak bir açıdan sanattır. Fakat her zaman için garanti yiyecek denen şeyleri getirmek gerekir ki "Makarna" bunlardan biridir, öteki de bulgur pilavıdır. Öteki ekipler de yemekleri pişirdiler. Tahsin hoca mangal getirmişti; yemek işinde her çadırın kendi sitili ve yorumu vardı; Müslüm hoca bulgur pilavı yapmış diye kulağıma çalındı. Ben bu süreçte genellikle çadırın içindeydim ve içeriyi düzenlemeye çalışıyordum. Çadırları iyi düzenlemezseniz içeride bazen bir kibriti bile yarım saat arayabilirsiniz. Herkese yeterince çadır olduğundan çoğu kişi çadırda tek kaldı.


Kamp alanında Yenişarbademli ve Aksu belediyelerinin kurduğu çadırlar vardı; asayiş açısından Jandarma çadırları da bulunuyordu; portatif tuvalet de getirilmişti; arama kurtarma ekipleri de mevcuttu. Bu bahsettiğim tuvalet, tıpkı trenlerde olduğu gibi devamlı sallanıyordu, fakat yine de bir işe yarıyordu; demirden merdivenleri çamurluydu ve oraya basıp kayanlara tanık oldum.

Ana kamp ateşi yakılmıştı ve harika ormanın içindeki hava kalitesi de müthiş bozulmuştu, dumanlar gözleri yakıyordu. Dedegöl Dağı'nın zirvesi bir görünüp bir kayboluyordu; bir ara zirve taraflarında kıyamet koptu, zirveyi bulutlar sardı, sisler onu afiyetle yuttu, şimşekler öfkeyle çaktı ve kar yağdı. Sürekli olarak yağmur geçişleri oluyordu, bazen güneş açıyor, bazen de dolu yağıyordu. Hava, sürekli soğumaya devam ediyordu.


Müslüm hoca zaman zaman çadırları dolaşıyor ve ekiplerin durumuna bakıyordu. Bir ara benim çadıra geldiğinde "Millet neden dışarıda duruyor, hocam?" diye sorduğumda "İçeride olmaları gerekir" demişti ki bu doğru bir "gereklilikti. Hava serinken dışarıda yemek yapmaya çalışmak ya da durmak ısı kaybı yaratır. Dağda, temel prensip sağlıklı kalmaya çalışmaktır; soğukta çadır içi en itici mekandır; ancak sıkıcı ve boğucu olsa bile sizi sağlam ve biraz daha sıcak tutar. Kamp alanında bir de 3 musluklu bir çeşme vardı ve 2 musluk bozulmuş, şarıl şarıl akıyordu; akarken de yerden sürekli su saçıyordu etrafa. Ben dişimi fırçalarken Müslüm hocaya rastladığımda bu ayrıntıyı da konuşmuştuk. Oraya çeşmeye gelenler bu basit ayrıntıyı dikkate almıyorlardı ve ayakkabıları, paçaları ıslanıyordu. Serin ortamda bir şeyler ıslandı mı artık onu kurutmak zordur. Etkinliğin ikinci gününde pek çok kişi kamp ateşinin etrafında durup bir takım giysilerini kurutmaya başlamışlardı bile. Öğleden sonraki Pınargözü mağarası yürüyüşünde ben teknik bir hata yapmıştım ve pançomu sırt çantamla birlikte çadırda bırakmıştım. Üst Salewa yağmurluğum iyiydi, ancak panço gibi uzun olmadığından pantolonum bastıran sağanakta ıslandı, sonraki zamanda da kurumadı.


Güneş açınca insanın da içi açılıyor, zihni neşeleniyor, 150 milyon kilometre uzaktan gelip vücudumuza çarpıp bizi ısıtan bu parçacıklara minnet duyuyorduk ve sonra yüce Güneş yaylayı terk ediyor, yeniden soğuğun serin elleriyle ürperiyorduk. Soğuğu, yağmuru, soğuk ülkeleri pek sevmiyorum; yaşam, sıcağın içindedir; morglar soğuktur, soğuk, ölümle özdeşleşmiştir ve sıcak da yaşamla.



Yemekten sonra Pınargözü mağarasına yürüyüşe geçtik. 4 km uzaklıkta bulunan mağaranın içinden buz gibi sular akıyordu; girişin 10 metre ötesinde demir parmaklıklar vardı ve içeriye girişi yasaklamışlardı. Melikler yaylasından bu mağaraya süzülen orman içi yolu çok güzeldir; yol üzerindeki Bey Çam'ı da gördük. Bu anıt çamın yaşı Milattan Sonra 1327 yılıdır, yani 683 yaşındadır. Bir canlının ne denli uzun yaşayabileceğinin bir ispatıdır bu ve eğer bir canlı bunu yapabiliyorsa ötekiler için de uzaklara giden "Kutsal Yol" mümkündür; sevgili Gandiji'nin dediği gibi birinin yaptığı şey başkası için de mümkündür.

Mağaradan çıkan buz gibi suda ayaklarını yıkayanlar oldu; derenin üzerine kurulu köprüde dalıp gidenler oldu. Herkes, kendi yapısına, kendi karakterine, kendi öz doğasına uygun bir şekilde bir şeyler yaptı, öyle davrandı; ya taşların üzerinden zıp zıp atladı ya bir köşede çiçekleri kokladı ya da suların müthiş gür seslerini dinledi; herkes, kendi gibiydi, belki de herkes kendi gibi değildi, başkalarının kendisini öyle görmelerini istediği için öyleydiler; herkes kimdi, bilmiyorum, göründükleri gibiler miydi? Herkesin gerçek hali neydi? Ama şimdi felsefe zamanı değildi!..


Dönüşte yağmura yakalandık ve az önce dediğim gibi pantolonum ıslandı; yedek pantolonum vardı; kısa bir yürüyüş de olsa panço gibi "Olmazsa olmaz" malzemeleri mutlaka almak gerekirdi. "Önce panço, sonra baton, sonra vatan!"

Benim gibi pek çok kişi de ıslandı, gafil avlandı. Yavaş yavaş hava kararmaya başladı; güneş bize küstü, bizi bırakıp gitti; insanlar çadırlarına çekildiler. Patatesli börekler, konserve ton balığı, poğaçalar vs. türünden şeyler yedik. Akşam benim çadırda şarap içildi; bir ara şiddetli bir sağanak çadırları vurdu, her yönden vurdu; rüzgar, sağdan soldan tokat atıyordu adeta; bizimle Tayland boksu yapıyordu; bize sanki "korkun!" dedi, ama tam korkutamadı, çünkü bir dere yatağında değildik!..

Şimşekler çakıyor, gök gürüldüyordu. Şaraplar insanları çakır keyif hale getirdi, herkes kendi çadırına çekildi; gözlerden uyku akıyordu. Ertesi gün 4-5 saatlik "Aklimatizasyon (yüksek irtifaya uyum) gibi" bir yürüyüş olacaktı; ben de bunun için hazırlıklarımı yapıp, buz gibi akan çeşmeye kadar gidip dişimi fırçalayıp yattım. 1 hafta kadar önce Adrenalin'den 375'e Kaz Tüyü Marmot bir tulum almıştım ve çok memnun kaldım; benim Deuter çantamın alt kısmına sığıyor; hafif sayılır ve sadece içlikle yattım, sıcak tuttu. İnsan faydalı ve isabetli bir şey aldığında mutlu oluyor; küçük şeylerle mutlu olmak güzeldir.


Sabah erkenden Müslüm hoca çadırlara gelip uyanıp uyanılmadığını kontrol ediyordu, Hızır Aleyhisselam geldi diyordu. İçlikle yattığımı görünce "İsabetli olmuş," demişti, çünkü kazakla, polarla yatanlar olmuş ki, herhalde Ülkü onlardan biriydi, bu tarz yatışlar daha fazla üşütür. Zaten uyku tulumu bizi ısıtmaz, biz, kendi ısımızla uyku tulumunu ısıtırız; o sadece ısıyı tutan bir kapak görevi yapar; biz, her zaman kendi kendimizin sobasıyızdır.



21 Mayıs günü böylece gerilerde kaldı. Sabahın ilerleyen saatlerinde buz gibi bir havada dışarı çıkıp ihtiyaç molası verdim; bir yandan insan soğuğa lanet ederken, öteki yanda da gökyüzündeki muhteşem manzaraya bakıp Yahya hocanın meşhur sözü "İyi ki gelmişiz yaw," tarzında hem kendisine hem de gelişine vesile olanlara teşekkür eder.


22 Mayıs Cumartesi günü Dedegöl Dağı yakınlarındaki bir bölgede bulunan göle doğru yürüyüşe başladık. Bu yürüyüşte tıpkı Likya Yolu yürüyüşünde olduğu gibi 2 köpek bizlere eşlik etti; bunlar köpekten ziyade 2 aslandı diyebiliriz. Bu iriyarı zeki köpekler Marcio isimli bir Alman'a aitti. Marcio, Aksu'da yaşıyormuş. 1.95 boyunda ve oldukça iriyarı, hantal birisiydi. Anladığım kadarıyla Almanya'yı ve hatta Almanları pek sevmiyordu. "Komşunun tavuğunun kaz görünmesi" misali memleketimize gelip yerleşmişti, 15 yıldır da burada kalıyordu. İnsanlar ona ilgi gösteriyorlardı, kendi ülkesinde büyük ihtimalle "gölge muamelesi" görüyordu. Bu sevimli iriyarı dev adam ile ilgili elimde fazla bilgi olmadığından burada bir nokta koyuyorum. Kurt köpekleri bazen aniden önüme geçiyorlar, ekibe katılıyorlardı. Yol boyunca sayısız yabani otun üzerine basıp enfes kokular yayıyorduk etrafa. Bu bölgede her türden yabani ot vardı.



EDK'nın elemanı Murat'la tanıştık; adaşım Murat bu şenliğin teknik sorumlusuydu (TS) sanırım; ya da etkinlik sorumlusuydu (ES); kendisi Tunceliliymiş. Biraz bilgi aldım. Efendi biri, öyle davrandı, gerçekte öyle miydi bilmiyorum; her kim efendiyse ve kibarsa ve anlayışlıysa ona kapıları açarız ve her kim efendi değilse, kibar değilse, anlayışlı değilse ona kapılar kapanır; bu bir yaşam düsturudur ve bizi korur;bazı kuralları biz kendimizi korumak için koyarız.

Yürüdükçe terleme başladı ve tek katmana inildi. Bir çanağın içine doğru yol alıyorduk; ağaçlar seyrelmeye başlamıştı. Kamp yeri 1700 metrelerdeydi. 2000'lerin üzerine doğru yükseliyorduk; dindar bakış açısıyla söylemek gerekirse Tanrı'ya yaklaşıyorduk ve muhtemelen Tanrı da "Eyvah insanlar geliyor, huzurumu kaçıracaklar!" diyerek bizden kaçıyordu, o kaçıyor, biz kovalıyorduk. Eğer Tanrı varsa, Evren'in dibinde olmalıydı, bizden uzak olmak için!..

Hemen önümde Marcio ve köpekleri yürüyordu; dağ gibi Marcio'dan dolayı ön tarafı pek göremiyordum; bu Alman panzeri devamlı gülümsüyordu ve Türkiye'de bulunmaktan duyduğu sevinci ifade ediyordu, insanlarınız sıcak ve samimiler diyordu. Havada bulutlar yoğunlaştı; uzaktan, "eskimiş, tozlanmış, kirlenmiş karlar" göründü. Dik kayalıkların eteklerinden geçip vadiden çanağa girdik. Karların üzerlerinden geçip nihayet göle geldik. Kar sularıyla oluşmuş küçük bir göldü bu. "Çanak içi" yüksek irtifa gölleri hep bu tarz görünürler. Burada çok sayıda fotoğraf çekilip hızlı bir şekilde kumanyalar yenildi, daha doğrusu bir şeyler atıştırıldı. Sivri tepelere tırmanıldı ve pozlar verildi. Böyle yüksek irtifa çanak gölleri benim hayallerimdem biridir, fakat ben yüksek irtifa kaplıcalarını tercih ederim. Soğuğun ortasında sıcaklık, ölümün ortasında yaşam...

Jalelerin yaptıkları böreklerden yedim. Termosumdan sıcak su içtim. Soğuk yerlere giderken pet şişe içinde su götürmek pek anlamlı olmuyordu; ben bu kez sadece termosları almıştım ve özellikle kış etkinliklerinde ya da yüksek dağlarda yalnızca termos almak gerekir, çünkü öteki sular kısa sürede buz gibi olmaktalar. Adaşım Murat, yağmurun gelmekte olduğunu anons etti, Müslüm hoca da bizi uyardı ve hızlı bir geri dönüş başladı; kampa doğru ilerliyorduk; bende panço vardı ama yine de yağmura yakalanmak hoş olmazdı. Kamp yerine döndük ve galiba 5 saat kadar süren bu zirve-öncesi etkinlik sona erdi. Yeniden yemeklerimizi yedik; sanki sürekli yiyorduk, depoyu benzinle dolduruyorduk.

Bugün kamp alanına en az 100 kişi daha eklenmişti; akşama doğru ortalık bir curcuna yeri olmuştu, bir sirke dönüşmüştü; filler, maymunlar, aslanlar, eşekler, katırlar... her türden insan vardı, magandalardan, mahalle krolarına kadar toplumun bütün kesimleri bu yaylada temsil edilmek üzere buluşmuşlardı sanki. İnsanları sessizce, kendisini unutturarak incelemeyi sevenler için gerçek bir laboratuvardı, bir "insan gözlemleme" ve "deney laboratuvarıydı."


Onlarca mangal yakılmıştı. Tahsin hocanın mangalı en küçüklerden biriydi. Bize, pişirdiği sucuklardan ısrarla getirip verdi. Bu nedenle kendisine teşekkür ederim; ancak kişisel olarak ben ormanda ateşe, özellikle odun yakılmasına "artık" karşıyım, çünkü hava kalitesini bozmakta; kimse olmasa yakmak daha mantıklı, ve ben ateşi de çok severim, ama yüzlerce insan varken mangallar, yanan odun yığınları sanayi bacalarına dönüşüyorlardı adeta, o yüzden ateşi kimsecikler yokken yakmak daha güzel olurdu.


Bir ara, sanırım Selçuk Üniversitesi Dağcılık grubu bulunduğu yeri mangal yüzünden tutuşturdu, neyse ki yangın hemen lokalize edilip söndürüldü. Ertesi gün zirve çıkışı vardı ve alkol almadan erkenden yatmak gerekirdi. Aklıma gelmişken söyleyeyim, kampta bir Olcay Modası rüzgarı esti. Uzun yün içliğin üzerine giyilmiş çiçekli bir mayo şeklindeki bu orijinal kıyafet epeyce ilgi gördü. Benim aklıma hemen üstat Goethe'nin Genç Werther romanı geldi. Bu romandan sonra Werther Salgını çıkmış ve Almanya'daki gençler sokaklarda mavi ceket sarı pantolon giymeye başlamışlardı ve biz de ortalıklarda yün içlik üzeri mayolu gençler görürsek bu durumun sorumlusu Olcay'dır!.. Ülkü'nün de ayakkabıları ve bağcıkları bir ilginçti!..

Bugün öğle yemeğinden sonra Ben, Meral ve Jale tekrar Pınargözü mağarasına gitmiştik. Gidiş geliş, orada dolaş derken bu 10 km'lik bir yürüyüş oldu; yarınki zirve tırmanışı bağlamında teknik açıdan doğru mu yanlış mıydı bilemem ama o serin suları yeniden görmek beni mutlu etti. Yürüyüşümüze Rüştü bey de katıldı, Rüştü Hatipoğlu. Rüştü bey dediğimde, "Bana Rüştü demeni tercih ederim" diyince ben de Rüştü'yü kullandım. Esasen karşımızdakinin yaşı ne olursa olsun ona ismiyle hitap etmek daha güzeldir, daha doğaldır elbette ve ben karşı tarafın tutumuna göre bir sakınca yoksa her zaman onun ismini kullanmayı tercih ederim. Himalayalar'a da gitmiş olan Rüştü'yle bir süre sohbet ettikten sonra kamp yerine geri geldiğimizde upuzun yemek sırasını gördük. Belki 1 saate yakın bekledik ama sonunda tantuni ya da tas kebap gibi bir şey, pilav, helva, biber ve domatesten oluşan yemeği aldık; bunu Aksu Belediyesi vermekteydi. Makinemin pili bitmesin diye fazla fotoğraf çekmiyordum.


Sağımız solumuz her yerimiz insan doldu, aşırı kalabalık ve gürültü ortamı oluştu. Ben sabah 2.34'de uyandım. Etrafımızda rakı içip araba kapıları açıp kapayan tiplerden dolayı galiba en fazla 1 saat uyuyabilmiştim. Zaten adamlar 2.30 gibi yattılar, ben 2.34'te tulumdan çıktım!.. Sabah 4'te zirve çıkışı başlayacaktı. Bir gece önceden termoslara sıcak su koymuştuk ve sabah bu sıcak sular tencereye dökülüp yeniden ısıtıldı; burada sular pek çabuk kaynamıyordu, böyle bir taktik uygulamak gerekiyordu.



EDK, yani bu işleri düzenleyenler, kamp alanı için gerekli kuralları yazmışlardı ama bunlara uyulmuyordu. Maganda/piknikçi grubunu yaylada başka bir yerde konuşlandırmaları ve buraya dağcılık için gelen kayıtlı grupları da başka bir yere almaları gerekirdi, yani kısacası yaylayı 2'ye bölmeleri gerekirdi; seneye umarım EDK bundan bir ders alır ve "daha zekice" düzenlenmiş, zekanın daha yüksek olarak hissedildiği bir ortam yaratırlar. İnsan her şeye katlanır, gerekirse hiç uyumadan da zirveye çıkılır, ama biz ideal olanı bulmak zorundayız!..



Sabaha kadar uyutulmayan bizler sabah kalktığımızda aynı şeyi onlara yapmadık, "kısasa kısas" demedik ve "Azami bir sessizlik" içinde hazırlıklarımızı yapıp Müslüm hocanın çadırının önünde kafa lambalarımız açık bir şekilde toplandık; galiba yola çıkan ilk ekip de bizdik; yükseldikçe uzaklardan, kamp alanından yola yeni çıkan ekipleri görebiliyorduk. Sabah, guguk kuşları ve bülbüller ötüyordu. Şanslı bir günümüzdeydik çünkü 2 gündür yağan yağmur ara vermişti; 3-4 saatte zirveye çıkıp 2-3 saatte de inmeyi planlamıştık.


Zirve çıkışı başladı. Hanife, kondisyon eksiği olduğundan kampta kalmayı ve oralarda sakince dolaşarak fotoğraf çekmeyi tercih etti; Tahsin hoca ekipteydi; zaman zaman öksürüyordu. Herhalde 2500 ya da 2600'lere kadar çıktı ve daha sonra kampa geri döndü. O öksürüklere rağmen o kadar çıkmak tıbben ne kadar doğru bilemem ama başarılı bir çıkış yaptı, hava daha sıcak olsaydı daha da çıkardı diye düşünüyorum. Yukarılarda hava iyice soğudu; uzaklardan Beyşehir gölü göründü; bulutlara güneşin ilk ışıkları vurdu, göklerin kızıl lambaları yandı ve Nazım hocanın batonu kırıldı; tek batonla ve azimle tırmanışa devam etti; oynak taşlara bastı, düştü, kalktı, yeniden yola devam etti; hep devam etti, hep olumlu düşündü, hep olumlu konuştu ve bize de onu takdir etmek düştü.

Bir ara küçük bir gruba rastladık. Ben bu grubun disiplinini sevdim; gerçi ben de yürürken sohbet etmeyi, konuşmayı kesinlikle severim ama dağcılık tekniği açısından yüksek irtifa zirve çıkışlarında sessizce, sakince, yavaş ama kararlı ve sabit bir hızda ilerlemek en doğru olanıdır. O gruba dikkat ettiğimde çok düzenli ve ağırbaşlı bir tempo gözlemledim; insanların konuşmaktan ziyade gözlerle, baş ya da el işaretleriyle de anlaştıklarına tanık oldum. Onlarda gerçek bir "zirve çıkış ciddiyeti" gördüm ve takdir ettim.


Hava soğudu demiştim. Ellerim iyice üşüdü; Gore-Tex eldivenimi çıkarıp giydim. Benim elim şehirde de biraz soğuktur, çabuk ısınmaz, çabuk soğur, küçükken elimde lokal romatizma vardı, şimdi biraz azaldı. Hasan Dağı'ndaki kadar olmasa da 2800'lerde ellerim, daha doğrusu parmak uçlarım epeyce bir dondu. Parmaklarımı oynatmaya ve elimi sürekli hareket ettirmeye başladım. Zirveye çıktığımızda bulutlar aşağılarda kalmıştı, bir "klasik zirve manzarasıydı" bu. Fotoğraflar çekildi. Rüzgar vardı; kuytuluk bir köşede sigara içen bir ekip de duruyordu. Dağa çıkıp orada sigara içmek kadar tuhaf ve gereksiz bir şey yok sanki! Bunlar böyle sigara içmeyi bir marifet sanan, kendilerine sigarayla bir hava vermeye çalışan iradesiz tiplerdi. Sigara, insana yalnızca bir aptal görünümü verir, ona başka hiçbir hava vermez, tersine ciğerlerini yani havasını alır!..

Galiba 15 dakika kadar zirvede kaldık; Müslüm hoca zirve defterine bir şeyler yazdı; ne yazdığını bilmiyorum, ama öğrenmek isterim. İnişe geçtik; inerken onlarca farklı gruba rastladık. Herkes saygılı ve dostane bir şekilde birbirlerine şans diliyor, tebrik ediyordu; bu bölüm hoşuma gitti; birbirlerini hiç tanımayan insanlar durup ayak üstü 3-5 saniye 3-5 kelime laflıyorlardı. "Göklerin Efendisi Güneş," tokalaşan insanların gülen yüzlerinde bir görünüp bir yok oluyordu; her şey bir görünüp bir yok oluyordu; baktığımız her şey birden bir anıya dönüşüyordu. Mitolojide, gözlerine bakanı taşa çeviren yılan saçlı, keskin dişli, dişi canavar Medusa misali bizler de bize bakan her şeyi bir anıya dönüştürüyorduk. Her kim ki bizimle bir şey yaşadı, bir şey paylaştı, biz onu anıya dönüştürdük. Biz, bir dönüştürücüyüz.


Kamp yerine ulaşıp "Gözleme-Ayran" sırasına geçtik; zirve yorgunluğundan sonra 1 saat sadece 1 gözleme için ayakta bekledik!.. Sonunda ayranla birlikte mutlu sona ulaştık; gerçi tam mutlu son değildi çünkü gözleme hamurdu, ama ayran hoştu, tuzsuzdu, ekşi değildi ve hafif serinceydi ve ben koparmada 2, toplamda 4 ayran içtim!.. "Dağcı, umduğunu değil bulduğunu yer," mantığıyla gözlemeyi de yedik. Analar babalar küçük çocuklarını sıraya gönderiyor, onlara fazladan gözleme aldırtıyorlardı. Bütün dünya "Bedavacılığı" seviyordu, herkes hak ettiğinin fazlasının peşindeydi!..


Artık toparlanma zamanıydı; her şey gibi bunun da bir sonu gelmişti; yelkenlerimizi açıp başka bir limana yanaşmalıydık ve en sonunda kendi limanımıza dönecektik!.. Çadırları teker teker toplayıp Isparta'nın Sütçüler ilçesine 10 km uzaklıkta bulunan Yazılı Kanyon'a doğru yol aldık. Değirmendere Çayı'nın dibinde bir yere, Bilal Turhan'ın işletmeciliğini yaptığı kamping alanına çadırları yeniden kurduk. Kısa bir dinlenmeden sonra kanyon yürüyüşüne başladık. Bu kanyonun bazı yerlerinde, özellikle mağara gibi olan yerlerinde bazı yazılar vardır; bunlar Bizans dönemine ait yazıtlardır; bu yazıtlardan dolayı kanyonun ismi "Yazılı Kanyon" olmuş.

Kanyonda gezinti gerçekten müthiş rahatlatıcıydı; ben olsaydım buraya "Meditasyon Kanyonu" ismini verirdim; düşüncelere dalıp gitmek için ya da düşünceler varken onları Değirmendere Çayı'na döküp kafayı boşaltmak için enfes bir gezinti ve keşif alanıydı; eğer Ankara'da böyle bir yer olsaydı hiç şüphesiz ben oranın münzevi müdavimlerinden biri olurdum.


Bitki örtüsünün zenginliği, örümcek ağlarının büyüklükleri karşısında şaşırdım; Müslüm hocanın kaya tırmanışı yaptığı sarp kayalıkları gördük. Burada aynı zamanda tıpkı Likya Yolu'nda olduğu gibi işaretlenmiş bir St. Paul Yolu var. Bu yol, Antalya Perge'den başlar, Adada antik kentinden devam eder. Yazılı Kanyon yürüyüşümüzü tamamladığımızda hava kararmıştı. Çok güzel bir alabalık ve enfes bir salata yedik; sumaklı soğanlar pek hoştu. 1 kadeh şarap içtim; tatlı olmamasına üzüldüm, Tahsin hoca tatlı işini masaya tahin pekmez getirerek halletti, fakat içinde az olan kutuyu getirmişti şimdilik ve tadımlığı pek sevmeyen ben yemedim, eğer kutuda bolca olsaydı şüphesiz defalarca kaşıklayacaktım; yeniden çadıra gidip öteki kutuyu alması da ona haksızlık olacaktı. Saat 22.00 olduğunda ekipte uyku halleri belirdi, masada her an bir horlama duyulabilirdi ve erkenden yatıldı. Sabah, Kovada Gölü Milli Parkı'na doğru yola çıktık.

Kovada Gölü, Eğirdir gölünün güneye doğru olan uzantısıdır. Göl faunası, yani orada yaşayan hayvanlar ve florası yani oradaki bitkiler çok zengindir. Eğirdir gölündeki sular kanalla Kovada'ya akarlar ve o yüzden Eğirdir'le Kovada esasen aynı göldür. 900 metre rakımlı bu göldeki gezintimiz pek hoş geçti. Bitkilerin isimleri tahta levhalarda yazılı olduğundan eğitici bir geziydi; elbette burayı sağanak yağmurdan sonra sabah erken vakitlerde ya tek ya da 1-2 kişiyle sessizce gezmek oradaki zengin yaşamı daha iyi algılamamızı sağlardı. Daha sonra Adada antik kentini gezdik.

Ve nihayet, yelkenimiz, rotamız Ankara'ya çevrildi; 95 oktanlık rüzgarla Ankara limanına doğru yelken açtık. Fazla hızlı gitmedik; birkaç yerde durup hava aldık. Yol boyunca arabanın orta bölümündeki çanta yığınını ben kendime çektim, Şule de öteki taraftan kendisine çekti, çünkü her ikimiz de ötekine daha fazla yer kalsın istedik; kendini değil de başkasını düşünen herkese selamlarımı yolladım ben içimden. Polatlı'da akşam 22.00 gibi yemek yemeyi düşünüyorduk ki Edessa kebap isimli yeri gördük. Çorba içtik; mikro dalga fırında tam ısıtılmamış bir çorbaydı bu; ortaya 2 kişilik karışık istettik, sanki 10 kişilik karışık geldi; havuç dilimi yedik; çünkü çok tatlı ihtiyacımız vardı ve benim halen de var, galiba beni ancak Hacıbaba Kadayıfı tatmin edecek. Emekteki Edessa sanırım kaliteli bir kebapçıydı; buradaki ise "Eh işte" gibi bir şeydi. Dedegöl Etkinliği sona erdi. Yeni şeyler öğrendik, islere bulandık, duman aldık, oksijen aldık, insanları inceledik, onların tuhaflıklarına tanık olduk, geliştirmedikleri yönlerini gördük, kendimizi de inceledik, ölçtük, biçtik, tarttık. Güzel bir etkinlikti. Rehberimiz Müslüm hocaya ve bütün arkadaşlara teşekkür ederek yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum, Leman Sam, Rüzgar:

http://videoizle.video75.com/WLssPVItXUt/leman-sam-ruzgar/

Yabancısın buralara

Nerelerden geliyorsun

Otur dinlen başucuma

Belli ki çok yorulmuşsun...

Mehmet Murat ildan

Tuesday, May 4, 2010

Eğirdir ETUDOSD Dağcılık Şenliği


Bugün 2010 yılının 5 Mayıs Çarşamba günü. Ben yazılarımı ve yorumlarımı genellikle etkinliklerin ya da olayların ve gezilerin sonrasında yazıyorum, fakat bu kez 21-23 Mayıs arası yapılacak olan Dağcılık Şenliği etkinliğiyle ilgili önceden edindiğim bazı bilgileri buraya aktarmak ve değerli okuyucuyla paylaşmak arzusundayım. Etkinliğin toplantısı da 7 Mayıs Cuma günü yapılacak ve Müslüm hocadan ek bilgileri, gerekli malzeme listesini elde edeceğiz.


Ankara Dağcılık Kulübü ADK'nın son birkaç etkinliğine katılamamıştım. Mezar yaptırılması işleri, yurtdışından gelen ablamın gezdirilmesi, bir "Lise-hayalim" olan ya da bu hayalimin değişik bir versiyonu olan CollectedQuotes projem üzerindeki çalışmalar şeklinde günlük hayat meşgaleleriyle, olağan yaşam akışlarıyla geçti. Aslında general Napoleon Bonaparte, Marco Polo veya Christopher Columbus ya da Kaptan James Cook'un yaşamları gibi büyük bir risk ve sonsuz bir keşif içeren bir hayat yaşamadığımızdan dolayı yaşamımızın her günü o tarihi şahsiyetlerin yaşamlarına göre bir anlamda olağan ve durgun geçmektedir. Son haftalarda Ankara dışında yürüyemediysem de hızlı tempoda 1-2 saatlik ODTÜ yürüyüşlerimi hiç aksatmadım.



ETUDOSD isimli bir dağcılık kulübü var. Bunun açık yazılışı şöyle: Eğirdir Turizm Tanıtma ve Doğa Sporları Derneği. Bu dağcılık kulübü Isparta ilinin Eğirdir ilçesinde faaliyet göstermektedir; etkinlikte ETUDOSD'un konuğu olacağız. Kulübün kısaltmasının pek başarılı olduğunu söyleyemem. Yazımda EDK (Eğirdir Dağcılık Kulübü) şeklinde kendi pratik kısaltmamı kullanacağım. Ben Isparta'ya veya Eğirdir'e hiç gitmedim; bebekken gittiysem de bebeklik hafızam neredeyse hiç olmadığından hatırlamıyorum. Hiç gitmediğim bir yere gidince bende daha fazla hayal gücü zenginliği oluşuyor. Bazen gideceğim yerle ilgili hiçbir bilgi edinmiyorum; bazen de tam tersi orada ne var ne yok önceden bir bakıyorum. Bazı yollar sislidir; siz ilerledikçe keşfedersiniz; her şey bir sürprizdir; bazen de bir bilgi açlığı olur, insan bu açlığa dayanamaz ve Şirinler'deki Meraklı Şirin karakteri misali her şeyi kurcalar, her şeye burnunu sokar; artık sürprizlerin vereceği hazzı bir kenara bırakırsınız, bilgi edinmeye başlarsınız; önceden bilgi edinince sisler de kalkar. Sürprizin vereceği zevki "önceden bilgi edinme zevkiyle" değişirsiniz; ben de bu zevki kullanmak adına biraz ön bilgi edindim; "arka bilgi" oraya gittiğimde gelecek.



Eğirdir'in değişik özellikleri var. Öncelikle bu ilçeyle bitişik Türkiye'nin 4. büyük gölü olan Eğirdir Gölü var. Ispartalılar bu gölün arıtılmış suyunu içerler, yani bir bölümünü içerler. Fırsat olur mu bilmiyorum ama buradaki Can Ada'yı görmek isterim. Can Ada, Atatürk'ün Eğirdir'i ziyaretinde kendisine hediye edilmiştir; sonra yeniden belediyeye geri verilmiştir. Aslında bu ada piknik alanı olduğundan Yeşilada denilen yeri görmek daha mantıklı galiba. Yeşilada'da Aya Stefanos Kilisesi bulunur. Eğirdir ilçesi de Isparta'ya 34 kilometre kadar bir uzaklıkta bulunuyormuş.

Anadolu'da pek çok yerde olduğu gibi biz Türkler Eğirdir taraflarına da sonradan, yani 1071'den sonra gelmişiz. Selçuklular bu bölgeye Cennetabad demişlerdir. Dinlerin kafadan uydurduğu bir kavram olan "cennet" sayesinde nerede doğal bir güzellik varsa oraya hemencecik "cennet" denilmiştir. Aslında cennetin daha güzel bir tarifi var: İnsanın kendisini mutlu, huzurlu ve aidiyetle hissettiği yer neresiyse "cennet" orasıdır. "Aidiyet" müthiş önemli bir kavram. Bazen bir yere, bir kasabaya, bir köye ya da bir ülkeye gidersiniz ve orada "Ben buraya ait değilim" şeklinde bir duygu oluşur, bütün güzelliklere rağmen bu duygu derinlerimizde bir yerde oluşur ve ruhumuza daha doğrusu zihnimize yapışır. Ben uzunca bir süre İngiltere'de kalmışken bunu yaşamıştım; İngiltere'de sisleri, yemyeşil kırları, kiliseleri, kaleleri, malikaneleri, şatoları, Londra'nın esrarengizliğini, eşsiz yürüyüş parkurlarını, şatafatlı mezarlıkları, kraliçenin arazilerini, Kraliyet tartışmalarını, antikacı dükkanlarını, dünya çapında olmalarına rağmen okula bisikletle gelen müthiş alçakgönüllü ve kot pantolonlu "baba profesörleri" ve daha pek çok şeyi severdim; oralarda dolaşmaktan, üstat Shakespeare'in kasabasında gezmekten, "sirkeli fish and chips - sirkeli balık kızarmış patates" yemekten zevk alırdım, ama orada bende bir "aidiyet" duygusu oluşmadı çünkü insanlarında bizi sarabilecek, bizi kendilerine ve kendi kültürlerine kopmaz bağlarla bağlayabilecek şeylerde bir noksanlık, bizim ruhumuza yumuşakça dokunabilecek öğelerde bir eksiklik vardı ve her şeyden önemlisi dünyanın en büyük huzurlarından biri olan her şeyi kendi dilimizde duymak, kendi dilimizde konuşmak eksikti. Şu aralar mecburen İngilizce özdeyişler yazıyorum ama Türkçe özdeyiş yazarkenki rahatlık, özgürlük ve keyif asla yok. Bu yazıyı akarak, zevkle, kısa bir sürede ve kolaylıkla yazıyorum çünkü kendi anadilim bu. "Aidiyet" önemli. Biz neye, nereye, nelere ve kime aitiz? Bu sorular önemli ve bir başka yazının konusu...


Yeniden asıl konumuza dönecek olursam, EDK Dağcılık Şenliği etkinliği için ADK'dan 15 kişi bu etkinliğe katılacak, belki sayı daha da artabilir; toplamda Türkiye'nin değişik dağcılık kulüplerinden gelenlerle birlikte Eğirdir'de tahminen 300 kişi olur diyorum; her çadırda 1 kişi kalırsa 300 çadır eder!.. Dağcılık/trekking gruplarının dışında kamp alanına geleceklerle birlikte büyük bir panayır ve festival yeri havası oluşacaktır.
Etkinliğin ilk günü olan 21 Mayıs Cuma günü saat 10'da EDK binasından yola çıkılıp Aksu ilçesi yakınlarındaki Aksu Zindan Mağarası gezilecek. Ben askerliğimi Burdur'da yaparken orada en çok İnSuyu mağarasını ziyarete gitmiştim. Bu mağaraları esasen toplu olarak değil de müthiş sessizlik ve sakinlik içinde tek başına veyahut birlikteyken tek başınaymış gibi hissettiğiniz senkronize/uyumlu biriyle gezmek gerek ki mağaranın o bütün dünyadan izole edilmiş, mutlak saadet dinginliğine erişmiş şatomsu sağlam atmosferi ve gizemli düşleri yakalanabilsin.


Aksu Zindan mağarasına giderken güzel bir köprüden geçeceğiz, yani umarım geçeriz. Buna Roma Köprüsü diyorlar. Bir Roma Dönemi mimarisi hayranı olarak Roma harabelerine her zaman sevgi ve saygı duymuşumdur. Buraki çayın ismi Köprü Çay'dır ya da Yunanca ismiyle Eurymedon'dur. Eurymedon bir tanrı, Jüpiter gezegeninin tanrısı. Köprü kemerinin taşları üzerinde kazılı tanrı portresini görmeyi umuyorum; üşenmeden ve çaktırmadan eğilip bu portreye bakacağım, mümkünse fotoğrafını çekeceğim, mümkün değilse yine çekeceğim, kısacası çekeceğim.


Zindan Mağarası önündeki alana kutsal alan derler, bir çeşit tapınaktır orası. Bu tapınağın tanrıçası meşhur Kibele'dir ya da daha Türkçe söylersek Sibel'dir. Pek çok aile çocuğuna Sibel ismini koyarken bunun bir Anadolu tanrıçası olduğunu bilmez. Anladığım kadarıyla bu mağaranın etrafı tanrı doludur. Köprüçayı Tanrısı Eurymedon, en çok bildiğimiz tanrılardan olan Baş Tanrı Zeus, haber tanrısı Hermes, Bereket tanrıçası Demeter!..


Mağaranın giriş ücreti 2 liraymış. Mağara 1300 metre yükseklikte ve 765 metre uzunluğunda. Bir zamanlar MADAG gibi mağara topluluklarına girecektim ama sağlık açısından mağaracılık pek cazip bir spor dalı değil; ufuklar yok, darlık ve karanlık ve soğuk ve güneşsizlik ve ağaçsızlık ve oksijen azlığı ve kuşsuzluk ve cıvıltısızlık ve solgunluk ve klostrofobi ve yine karanlık, hep karanlık, hep bulutlu, kara bulutlu, sonsuz karanlık ve solgunluk ve havasızlık!.. ODTÜ'de bir zamanlar Mağara işleriyle uğraşan bir arkadaşım da pek sağlıklı bir uğraş değil diye bu işi bırakmıştı ve doğru olanı yapmıştı bence.


Bizim gideceğimiz bu mağara demirden bir yola sahip ve yol da aydınlatılmış. Uzun bir zamandan beri derin sayılabilecek bir mağaraya girmediğimden ilginç olacağını düşünüyorum. Tabii mağaralara kaskla girilecek büyük bir ihtimalle; ben henüz kask almadım, ama alıp bir kenara koyacağım. Bir zamanlar bu mağara ibadet yeri olarak da kullanılmış. İlk 300 metrelik kısmı aydınlatılmış, sonrasında kafa lambaları devreye giriyor olmalı ya da yol bitiyor diye düşünüyorum!.. Umarım insanlar mağaradayken sessizlik ya da alçak ses kuralına uyarlar, en azından fazlaca bağırmazlar!..


Bu mağaradan sonra programda başka bir mağara daha var; bu arada öğle yemeği nerede ve nasıl yenecek hiçbir bilgim yok, Cuma günü bu konudaki bilgiler netleşecek; ben çabuk acıkan biri olarak kişisel önlemimi alacağım; ton balıkları, barbunya türü bazı konserveleri, kuru yemişleri Ankara'dan götüreceğim. Şenlik alanında şarap da içileceği için şaraplar, domates, elma, salatalık türü şeyler Eğirdir'den alınacaktır herhalde.
Pınargözü mağarası önemli bir yer!.. 15 kilometre uzunluğunda müthiş bir mağara, gerçi Fransızlar 16 kilometre kadar ilerlemişler içeride. Gerçek bilgi hangisidir bilemeyiz, tek yol içeri girip ölçmektir!.. Türkiye'nin en uzun mağarasıdır bu; içinde bazen 150 kilometre hızında hava akımları oluşur, yani içeride uçurtma pek uçurulamaz ve hatta uçurtmanın bizatihi kendisi olunur!.. Ağustos ayında 5 derecelik su ısıları vardır. Mağara halen keşfedilmeye devam edilmekte. Mağaraya girebilecek miyiz bilemiyorum, çünkü girişinin kapalı olduğu şeklinde bilgiler var ve bu üzücü. Girişi kapalı bir mağaraya gidip herhalde ucundan içeri doğru bakacağız ve bir de 660 yaşında ve çevresi 4.5 metre olan olan bilge bir çam ağacıyla tanışacağız, mağaranın içinden dışarı doğru taşan buz gibi suda kim kaç dakika elini ya da ayağını orada donmadan tutabilir yarışması yapacağız belki de. Ben burada Nazım hocanın bir şiir okuyacağını düşünüyorum, belki bilge çam ağacının önünde okunur bu şiir.


Dünyanın en büyük yeraltı gölü mağaralarından birinin önüne kadar gidip girişi demirle kapalı bölümün önünde sadece içerisini hayal edeceğiz; ama hayal gücü bazen bilgi kırıntılarıyla çok daha büyük boyutlara ulaşabilir. Ben bazen çok bilgi edindiğim konularda hiç yazamam, çünkü o kadar bilgi vardır ki hayal için yer kalmamıştır!.. Hayalin yaşaması için bir şeylerin az olması gerekir; diyelim ki birisini sevdiniz, onu her gün görürseniz artık onu hayal edemezsiniz; hayal, onu uzun bir süre görmeyince oluşur, zenginleşir, tıpkı üstat Dante ve Beatrice olayında olduğu gibi. Şair Dante, Beatrice'i ilk kez 9 yaşındayken görür ve aşık olur, sonra onu 18 yaşına gelince bir kez daha görür; sonrasında Dante başka biriyle evlenmiş olsa da onun sonsuz ve "zaman-ötesi" bir tutkuyla bağlandığı, hayalleriyle zenginleştirdiği kişi Beatrice olmuştur; uzun bir hikayedir bu.


Bu yukarıda bahsettiğim mağarada geçmişte kaybolanlar olmuş, o yüzden giriş yasağı şeklinde önlemler alınmış. Mağaradan dışarı rüzgar akımı olduğuna göre mağaranın başka yerde ya da yerlerde çıkışı ya da çıkışları olmalı. Bu mağara tek ağızlı değil kısacası. Tek bir tane ağzı olmadığına göre tek bir dili de yoktur ve mağaranın içinde değişik diller konuşuluyor olmalıdır; esrarengizliği seven, mistisizimden zevk alan insanlar bulup içeri mumlarla girip bu esrarengiz dilleri dikkatle dinlemeli. 213 bitki türü barındıran bu mağaradan sonra akşam bir slayt gösterisi olacak. İçeriğiyle ilgili bir fikrim yok ama EDK'yı, civar yöreleri tanıtan, eski faaliyetleri gösteren bir "reklam-slayt" olabilir.


Etkinlik boyunca çadırda kalınacak. Bu çadırlar, yaklaşık 3000 metrelik Dedegöl Dağı'nın aşağılarındaki Melikler Yaylasındaki kamp alanında konuşlanacaklar. Burası Eğirdir merkezine 63 kilometre uzaklıktadır. Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla çam ormanı içinde hoş bir kamp yeri. Eğirdir'deki EDK kulüp binasından bizi bu alana midibüslerle götürecekler. Geceleri bu mevsimde hava sıcaklığı 5 dereceye kadar düşebilmekteymiş; o nedenle serine karşı ve her şeye karşı önlem almakta fayda var; ben şahsen Goretex eldivenimi de yanıma alacağım, zirve taraflarında tipi ve soğuk her zaman mümkündür. Yağmur yağmadığı sürece etkinliğin güzel geçeceğini umuyorum. Yağmur yağarsa da Pollyanna karakterine bürünüp hoş olmayan veyahut bizim hoş olmadığını düşündüğümüz gerçeği de birkaç günlüğüne hoş göreceğiz, gerçeğe katlanacağız!.. Yağmuru seversek, gerçekle birlikte akarız ve gerçekle akarken yaşam kolaylaşır; gerçekle dost olursak hayat kolay geçer.


22 Mayıs Cumartesi günü Yaka Kanyonu geçişi var, eğer gerçekleşirse tabii; önceki senelerde bu kanyon geçişleri yapılamamış, sebep de inek ölüsü gibi bir şeymiş. Oraya kadar gitmişken 50 tane gergedan da ölse kanyona gidip gezmekten yanayım; su soğuk olacak, ıslanılacak, yedek ayakkabı şart olacak. Bu arada EDK'nın internet adresini de merak edenler için aşağıya aktarıyorum:



Ben bu yazıyı yazarken Dedegöl Melikler yaylası için sıcaklık 25 derece gösteriyordu web sitelerinde. Kulüp binası otogara çok yakınmış, 2 dakika mesafede, limanın içindeymiş, lokalin fotoğraflarına da baktım; o kadar çok şeye baktım ki artık gitmeme gerek kalmadı diyeceğim neredeyse!.. Yok, tabii ki "Gerçek" her zaman gerçektir ve sanallık gerçeğin yerini hiçbir zaman tutamaz, sanal olan sanaldır!..

Bu Dedegöl dağının zirvesi Anamas Dağ grubunun içinde yer alan bir doruktur. Her yerdeki uydurma söylenceler burada da yapılmış; bir eren, artık neye ermişse, buralara güller ekmiş. Yani dağın doruğunun ismi Dedegül doruğu, dağın ismi de Dedegöl dağı. Bu eren, Horasan erenlerindenmiş. Dedegöl gölü de var ve dağ da adını bu 870 metre derinliğindeki gölden almış; gölün ürkütücü bir derinliği var, sanki yerkürenin merkezine giden bir yol, sudan yapılmış bir dehliz!..


Doruğun güneyinden bakılınca Kara Göl diye küçük bir göl görünür, galiba bu Dedegöl gölüdür; kuzeyden bakılınca da Pınargözü mağarası görülür. Zaten bu mağara Dedegöl dağının 1550 metresinde yer alır. Yukarıda Köprü Çay'dan bahsetmiştim; bu çayın kaynağı da bu dağdır. Bu dağda Kuzey Güney transı (geçişi) Batı Doğu transı gibi şeyler yapılabilmektedir.

22 Mayıs Cumartesi günkü programda yer alan Yaka kanyonu 4 kilometre kadardır. Suyu çok soğukmuş; ayakların altından geçen alabalıklar varmış, 2 metrelik şelaleler ve etrafta uçuşan kelebekler de varmış!.. Ben de sanki masal anlatıyor gibi yazıyorum, çünkü henüz kendim deneyimlemedim. Şirinler'deki Hayalci Şirin gibi hayal ediyorum sadece. Bu Şirinler de çok harika bir çizgi filmdir.


Cumartesi akşamı şenlik yemeği verilecek ve ertesi gün de Dedegöl Dağı tırmanışı var; en güzel kısım bu kısım; bu dağ Isparta'nın en yüksek dağı. Buraya klasik rota denilen yerden çıkılacaktır büyük ihtimalle; klasik rotalar teknik tırmanış gerektirmezler ama uzun olurlar; kamp yerinden zirveye yürüyüş bağlamında "zikler" ve "zaklardan" dolayı olsa gerek 6 kilometrelik bir yol var; zikzaksız dağlara çıkılsa da yorar; ayrıca dağ da galiba uzun bir alana yayılarak yükselmiş, öyle küt diye yükselseydi kamp alanından yukarı 1.3 kilometre dikey tırmanıp daha kısa yol kat etmiş olurduk. Karlar olacaktır ama krampon ve kazma gerekmeyecektir!.. Tabii tırmanışlar her zaman bir mukavemet ister. Melikler Yaylasının Alplere benzediği söylenir. Anamas Dağları silsileri, iki göl arasındaki bu Dedegöl bizleri beklemiyor ancak biz orada olacağız!.. Zirve çıkışı sabah 6'da başlayacak olsa da biz sabah 5'te de çıkabiliriz, Müslüm hocaya bağlı. Böyle zamanlarda kalk borusu 4'te öter ve hatta Müsüm hoca saatiyle 3'te, uykunun en tatlı olduğu bir anda, belki güzel rüyalara dalmışken!.. Horoz ötünce kalkma zamanıdır!.. Umarım ki zirve yolunda henüz gün ağarmamışken, henüz yıldızlar gökte harika bir şekilde parıldarlarken, sabahın esrarengiz kokuları etrafa yayılmışken oldukça serin bir havada yola çıkan ilk ekip biz oluruz; bunu ihtiras bağlamında değil de ufkumuzun açık olması bağlamında, geriden gelen yüzlerce kişiye yukarıdan bakıp görsel bir olayı izleme açısından, sanki geriden gelenleri çeken bir lokomotif güzelliğini ve gururunu yaşamak için söylüyorum.
Yazımı yine bir müzikle bitireyim, Proud Mary, Gururlu Mary:

Mehmet Murat ildan