Sunday, April 18, 2010

ADKK Etkinliği -11


Bugün, yani 2010 yılının 18 Nisan Pazar günü Ankara Dağcılık Kulübü ADK'yla "Kızılcaören-Soğuksu Milli Parkı" yürüyüşüne katıldım. 18 Nisan, tarihte büyük bir trajik olaya sahne olmuş bir gündü. 1906 San Francisco Büyük Depremi 18 Nisan günü olmuş ve binlerce kişi ölmüştü. Yaşadığımız günün geçmişine bakmak artık bende bir alışkanlık haline geldi; geçmişi çok merak ediyorum, çünkü geleceği şekillendiren bütün unsurlar geçmişte varlar.

Bu sabah ancak alarmın sesiyle 6.01'de uyanabilmiştim. Dizimdeki şişlik epeyce inmiş ve yara da kabuk bağlamıştı. Cama vuran seslerden yağmur yağdığını anladım. Hava çok kapalıydı; Kızılcahamam'a kadar da yer yer sağanak yağış vardı. Kurtboğazı barajı tamamen dolmuştu; başka ülkelerde yedek baraj sistemleri vardır; baraj dolunca suları yedek olana alırlar; bizdeyse akar gider; akıl eksik olunca çözümler de eksik olur. Bugünkü etkinliğe Müslüm hocanın küçük kızı Yeliz ve de epeydir görüşemediğimiz Erol hocam da katılmışlardı.



Bugün yürüdüğümüz parkurun önemli bir kısmını daha önceki bir etkinlikte yürümüştük. Bugünkü asıl program olan Kazan-Otacı yürüyüşü parkurun aşırı çamurlu olacağı sebebiyle iptal edilip yerine Kızılcaören-Patalya yürüyüşü konmuştu. Yürüyüşümüz Kızılcaören'e Hoşgeldiniz yazısı civarından başladı. Bu rotadan benim hatırladığım yerler arasında Kara Akbabaların havada dolaştıkları vadi vardı. Aegypius Monachus denilen bu akbabalar çok büyükler. Bugün gökte süzülen bir tane gördük; kanat genişliği müthişti. Çok da ağır bir kuş. Kızılcaören Köyü yaylasında bunların gözlemlenebilmeleri için tepelere gözetleme kulübesi de yapılmıştır.


Yol boyunca uzunca bir süre tırmandık. Bu tırmanış parkurlarına ben "Jübile Parkurları" diyorum. Daha önce bu parkurdan çıkan birkaç kişi jübilelerini yaptılar ve piyasadan yok oldular!.. Bizim ilk hedefimiz 1850 metre rakımlı Alıç Dağı'ydı; gerçi Müslüm hoca 2500'ün altındaki yerlere dağcılıkta tepe denildiğini söylemişti. Burası bizi biraz zorladı. Bir ara Ülkü'nün midesi rahatsız oldu ama sonra düzeldi. Yeliz, babasının izinden pek ayrılmadı, tek batonla yokuştaki performansı oldukça iyiydi. Asuman, bu kez biri sopa ötekisi alüminyum baton olan yeni bir sisteme geçmişti; her zamanki gibi dikkatle fotoğraf çekiyordu. Erol hocam biraz masa başı işlerden zaman bulup yorulmayı istemişti ve de bu dileği gerçekleşti. Müslüm hoca, "Kaçkar performans testlerini" bu parkurda yaptı. Performansı iyi olanlar Kaçkar Dağları'na gidebilecekler, kötü olanlar ne yapacaklar bilemem, herhalde şerpa kiralayacaklar!..


Sabah'tan itibaren yağan yağmur saat 10.00 gibi kesilmişti. Mevlana'da çorbalar içilmişti. Yürüyüş için ideal bir hava vardı; ne sıcak ne soğuktu; sadece içlikle yürünebiliyordu; nemden dolayı terleme fazla oluyordu. Yol boyunca Likya Yolu Yürüyüşü anıları konuşuldu. Parkurlar karşılaştırıldı ve Kızılcahamam civarının Likya'dan daha iyi olduğu sonucuna vardık. Orman vardı, tehlikeli köpekler yoktu, zemin yumuşaktı ve taşlar yoktu!.. Zen hikayesinde vardır; bir adam bir şeylere özenir, şu olur, bu olur ve en sonunda yine kendi mesleğine döner. Bazen insan güzellikleri ve huzuru uzaklarda arar, bir şeyler bulur, bulduğunu sanır, yanılsamalara düşer, ama bir de bakar ki her şey, bütün güzellikler esasen uzaklarda değil yanı başındadır; ben bugün Patalya'ya giden sakin orman yolunda, tatlı bir güneşin altında, dağ incirimi cevizle yerken, halen sağda solda görülen kardelenlere ve mor sümbüllere bakarken böyle hissettim.
Alıç dağının zirvesine yakın yamaçlarda halen kar bulunmaktaydı. Etkinlik boyunca Tahsin hoca pek çok hikaye anlattı; şaşırtıcı bir şekilde her konuda anlatacak bir hikayesi vardı. Kadir bey epeydir gelmeyenlerdendi, ancak tempoya çabuk uydu. Nazım hoca şiirini her zamanki coşkunluğuyla okudu ve bizi edebiyatın altın saraylarında konuk etti. Birkaç saat boyunca, hemen hemen saat 13'e kadar sürekli bir çıkış yaptık; yer yer 60-70 dereceye çıktı eğim. 12 kişiydik. Yemek molasını, dağ başında bir kral koltuğu gibi duran ayaksız "Meçhul Koltuğun" orada vermeye karar verdik, ancak uzak olduğundan Alıç Dağı inişinde bir yerde yemekleri yedik.


Bu kez ben "Domates-beyaz peynir-roko-salatalık-biber"den oluşan bir menüyle idare ettim, cebimde de biraz incir ve ceviz vardı, fakat hiç doymadım; artık yeniden 2 kutu Ton balığı sistemine döneceğim; ideal olan neyse onu bulacağım, idealden, ideallerden vazgeçmek yok!.. Belki Ülkü'nün bahsettiği haşlanmış patates de karbonhidrat açısından güzel olabilir. Yol boyunca hatırladıklarım şeyler arasında yine Jale'nin üzerinden elle alınan ve Tahsin bey tarafından elle ezilerek defteri düzülen bir keneydi; "keneleri elle ezmeyin, virüs varsa bulaşabilir" diyorlar, bunu da notlarım arasına eklemiş olayım!.. Ben yakından baktım, küçük bir keneydi ve kesinlikle bir keneydi!.. Tozluklara kene kovucu serpmek yetmiyor, bunlar ağaçtan, çalıdan çırpıdan da geliyorlar. Kene kovucular da zaten 3 saat kadar geçerliler. Bugün Meral'dan şunu da öğrendim: Termosa bir gece önceden sıcak su doldurup sonra da sabah onu döküp yeniden kaynar su koymak termostaki suyun gün boyunca daha sıcak kalmasını sağlıyormuş ki oldukça mantıklı bir işlem. Bir şey aklıma yatarsa ne kadar karmaşık olursa olsun hemen uygularım.


Bir ara, tam o "Meçhul Koltuğun" olduğu yerde Yahya hocam Antalya'dan, Serik'ten aradı ve de iyi yürüyüşler diledi. Ara sıra yağmur çiseliyordu; devasa yığınlara dönüşmüş karınca yuvalarının üzerine damlayıp yok oluyorlardı; bazen Erol hocamla sohbet ediyorduk; Decathlon mağazasından güzel malzemeler almış. Ben de yarın gidip 100 liralık o su geçirmez yazlık pantolona bir bakacağım, ama sadece bakacağım, bu malzeme işi biraz baydı. Bir de fırsat bulursam Jale ve Şule'nin önerisine uyarak yamulan batonumu Leki ile değiştirmeye çalışacağım; onların tavsiyesiyle o meşhur sözü söyleyeceğim: "Kendimi bu batonla güvende hissetmiyorum."
Hava yağmurlu olduğundan fotoğraf makinemi almamıştım; Murphy kanunları gereği, Patalya'yı uzaktan gören enfes vadinin üzerinde harika bir gökkuşağı oluştu ve sanki Edward Murphy bir yerlerden kahkaha atıp fotoğraf makinesini yanlarına almayanlara güldü. Vadiye indik. Şule'nin adımölçeri 30 binin üzerine çıkmıştı bile. Adımlar için 60 cm üzerinden hesaplama yapılınca 18 km eder. Biz yaklaşık 21 km kadar yürüdük sanırım. 9.30'da başlamıştık, 17-17.30 gibi bitti; 8 saat yürümüşüz. Sıkı bir yürüyüş oldu. Ahmet bey çaylarımızı hazırlamıştı; tam o sırada sağanak yağış başladı. Bütün bunlar yaşamın günlük, olağan, sıradan şeyleridir elbette. Sıradan olmayan şeyler ise "Büyük gerçeklerdir."
National Geographic'te Süper Volkanlarla ilgili bir belgesel izlemiştim; izledim ve hemen ikna oldum. ABD başkanı olsaydım şahsen küresel önlem için doğrudan talimat vermiştim. Buraya nereden geldik derseniz, biz sakince Patalya vadisinde yol alırken Eyyafyallayöküll yanardağı da İzlanda'da öfkeli bir şekilde patlamaktaydı; bu yanardağın ismini yazmak bile bir bela!.. Lokal bakış açımız var ve dünyayı olduğumuz yerle sınırlı görme alışkanlığımız var; halbuki bu yanardağ patlamasıyla birlikte dünyanın ne kadar küçük, ne kadar "güdük" olduğunu anlayabiliriz.
Dinlerde bir "Kıyamet günü"nden bahsederler. Böyle bir gün tabii ki yok; bilimsel düşünce, dünya için her günün bir "Potansiyel Kıyamet Günü" olduğunu söyler ve bu doğrudur. Mesela ABD'nin kuzeyinde Yellow Stone diye benim görmeyi çok istediğim harika bir bölge var; beni mutlu edecek doğallıklarla dolu bir yer; burada bir süper volkan uyuyor; volkanlar uzun süreli uykuları ya da horlamayı severler; süper volkanlar bir yanardağdan 100 kat daha güçlüdürler; Endonezya'nın Sumatra adasında ve Yeni Zelanda'da yine böyle süper volkanlar var, Japonya'da meşhur Sakurajima var; güzelim Kiraz ağaçlarının ismini bu tehlikeli volkana vermişler Japonlar. Hemen burnumuzun dibinde Santorini var, bir Yunan adası; daha doğrusu ada görünümünde dev bir volkan!.. Bunlar yarın patlayabilirler ve bu da Küresel felaketler yaratabilir, dünyadaki yaşamı dahi sona erdirebilirler. Bunlar fantezi değil, hepsi gerçek. İnsanların büyük bir çoğunluğu boş ve anlamsız işlerle uğraşırken bazı zeki adamlar bunlarla ilgileniyorlar. Mesela Londra Jeolojik Kurumu bu konuda pek çok rapor hazırlıyor; bu kurumları ve burada çalışanları, bu mesele üzerine kafa yoranları çok takdir ediyorum.
Bence dünyanın en büyük şansızlığı bu tür işlerde lokomotif görevi görebilecek lider ülke ABD'nin başına bilime sonsuz inanç ve bağlılık gösteren zeki bir başkanın gelmeyişinde, lokal işlerle uğraşan, ağzı laf yapan sıradan adamların başkan olmalarında yatmaktadır.
Bilim adamları süper volkanlardan birinin 70 yıl içinde her an patlayabileceklerini söylüyorlar. İzlanda'da uyduruk bir patlama oldu; Avrupa'nın ısısı bile belki değişecek, hava ulaşım sistemleri altüst oldu, uçaklar kalkmıyor. Bütün dünyanın bir kül bulutuyla kaplanması hiç de zor değil ve yıllarca sürecek Volkanik Kış'tan hangi canlılar sağ çıkabilecekler? Belki hamamböcekleri... ama biz hamamböceği değiliz!..
"Existenz über alles!" Varoluş her şeyin üzerindedir. Önemli bir kısmını bilimadamlarının oluşturduğu küçük ve zeki bir azınlık bunu anladı, ama ötekiler uykudalar ve zamanı geldiğinde herkes uyanacak. Dünyayı koruyan hiçbir ilahi şemsiye yok; kutsal kitaplar, bu mitolojik hikayeler, uydurma masallar bizi korumayacak; yalnızca insan aklı yani bilim var; onun emrine bütün kaynakları tahsis etmezsek dünya tarihinde insanoğlunun başına gelmiş bütün büyük felaketler yine başına gelecektir. Belki dünyada yaşam yok olacak, 100 bin yıl sonra yeniden başlayacak, yeniden evrimleşme olacak, milyonlarca yıl geçecek, eğer evrimleşme sonucunda yine insan benzeri bir varlık türerse yeniden kafası çalışmayan yöneticiler, kaplumbağa hızındaki sıradan adamlar, bütün bu küçük gölgeler uygarlıklarımızın başında olacaklar ve aynı hataları tekrarlayacaklar... Son söz: Yaşasın Bilim!

Mehmet Murat ildan