Sunday, December 27, 2009

ADKK Etkinliği -2



Bugün, yani 27 Aralık Pazar günü, 2009 senesinin bitmesine 4 gün kala yılın son yürüyüşünü ADKK (Ankara Dağcılık, Kayak ve Kış Sporları İhtisas Kulübü) grubuyla yaptım. Cumartesi günü ADOG'un Erken Yılbaşı Yemeği Şöleni vardı ve eminim çok güzel geçmiştir, ancak ben kalabalık yemekleri sevmediğimden buna katılmadım. Esasen yemek için en ideal sayı 2'dir ya da maksimum 4'tür! Sayı az olunca, mesela şömineli güzel bir restoranda, rahatça ve sakince konuşulabilir, herkes birbirini takip edebilir; kalabalık gruplarda sadece yanınıza kim oturmuşsa ancak onunla konuşabilirsiniz, büyük kopmalar olur. Ayrıca ben, "Hadi buraya oturmaya mı geldik, vur patlasın çal oynasın" olaylarını hiç sevmiyorum; yemek masalarının olduğu yer formatına uymuyor! :) Doğada bir yerden bir yere atlarken, bir sağa bir sola belirli bir ritimle giderken, ayaklar sürekli yer değiştirirken, bu aslında güzel bir danstır da!..


Çamlıdere Yaylası-Kızılcaören Köyü Geçişi doğa yürüyüşü için hazırlıklarımı Cumartesinden yaptım. 69 TL' ye Rucanor marka alt ve üst termal bir içlik aldım; çok da memnun kaldım; hem üşütmedi hem terletmedi, çıkışlarda biraz terleme olduğunda ise çabucak kurudu. Yarın öğleden sonra Real Bilkent'teki Inter Sport'a gidip 1 tane daha alacağım, yedekte bulunsun. Ayrıca Anka Mall'den 120 TL'ye Salewa marka Polar aldım, çok sıcak tuttu. Alpinist'ten 75 TL'ye bir tozluk aldım ve ondan da memnun kaldım. Galiba işe yarar malzeme alma konusunda ciddi bir ilerleme kaydettim, sırada iyi bir yağmurluk var! :) Tozluğumun resmi de aşağıdadır!..





Yalnız, "event" astardan yapılma o tozluk bence en fazla 15 TL'ydi. Alpinist'in sahibi bu yazıyı okur mu bilemem ama bence aşırı kar yapma olayı pek hoş bir şey değil. Mesela 20'ye ürettiyseniz 40'a satın, ama 80'e satarsanız bu pek de ahlaki olmaz. Aynı mağazadan bir dağcı yemenisi aldım; o da güzeldi ve bugün kullandım. Boyuna bağlanan yemeni, kadın aksesuarıdır, o yüzden erkekler için takmak tuhaf kaçıyor bence ve pek de hoş değil, ama dağcılar dağda atkı yerine mecburen bunu kullanıyorlar; çok hafif ve boğazı müthiş koruyor, terletmiyor, ter olursa teri alıyor, yine de "atkıcı" olan ben dağ dışında monşer havası veren yemeniyi kesinlikle kullanmam!..

Evet, malzemeleri biraz düzelttim. Cumartesi akşamı "Tuhaf siyasi" haberlere, memlekette ve dünyada ne tür delilikler yaşandığına kısaca bakıp yatağa gittim, ama yatamadım! Sol kürek kemiğimde bıçak batıyormuşcasına bir ağrı vardı, çok da fazlaydı, acıdan dolayı ateşim de çıktı. Galiba çelik yayla çalışırken incitmişim. Sabah 4.40'a kadar yatamadım, her pozisyonu denedim ama ağrıdan kurtulamadım, hayatım boyunca ağrı kesici de kullanmadığımdan kendiliğinden geçmesini bekledim. Sabah uyuya kalmışım, biyolojik saatle uyanamadım, 6.01'de alarm sesiyle uyandım. Müthiş terlemişim, ateş falan kalmamış, buz gibi olmuşum. Akşam gitmemeyi düşünürken sabah üzeri kendimi bir anda Bilkent Köprüsünün altında buldum. Faruk ve Yahya Kabak beyle CHP'nin önüne giderek oradan ADKK minübüsüne bindik. Bu kez şanslıydım; önde kimse yoktu ve direkt öne oturdum! Burası en manzaralı yerdir; insanın ufku açık olmalı, önünü rahatça görebilmeli! Minibüsün önüne oturmaya her zaman talibim!.. Minübüsle giderken yer yer sisli alanlar gördük. Sisler havada asılı bir şekilde görsel bir şölen sundular.



Kurtboğazı barajı civarindan geçerken yolun bazı bölümleri de sislerle kaplıydı. Akşamdan gelip sabaha kadar balık tutanları gördük. Amatör balık avcıları burada suç olmasına rağmen özellikle aynalı sazan tutmaktadırlar. Ayrıca bu barajda levrek de bulunur.

Bu gezide önceki geziden tanıdığım isimler, mesela Jale-Şule kardeşler, Hasan Tahsin Çetin bey, Muharrem bey, Meral Kılıç ve Lale Şenel hanım da vardı. Kızılcahamam'da her zamanki gibi Mevlana lokantasında yemek-ihtiyaç molası verdik. Bu lokanta oldukça şanslı, çünkü Ankaralı Trekking grupları buraya sıkça uğrarlar. Biz oradayken de en az 2 farklı grup daha gelmişti. Ben limon alıp içecek sularımdan birine sıktım. Faruk'un "zengin su" karışımlarını gördükten sonra bu mesele aklıma yattı, ben de böyle yapmaya karar verdim. Bu kez sularımdan birini tuzlu yaptım. Benim normal tansiyonum 11-7 gibi. Yürüyüp terlersem 10-6'ya kadar düşüyor, o yüzden tuzlu su olayı gayet iyi. "Zenginleştirilmiş Uranyum" misali, Faruk Türkçüoğlu, armut kabukları suyu, kaynatılmış elma kabuklarının suyu türünden şeyleri kendisi yapıyor. Müslüm Öndeş bey de şekerli, tang'li sular önerdi, yani suyu sadece su olarak içmeyin dedi. Aslında suya biraz da altın katarsak, mesela içine beşi birlik atarsak daha da zenginleşir! :)
Etkinliğe 5'i bayan toplam 13 kişi katıldı. Bu sene uğurlu rakam 13'lük 4. etkinliğim oldu bu! Etkinlik Çamlıdere Yaylası denilen yerdeki bir çeşmenin önünden başladı. Kızılcahamam'ı 10 KM kadar geçtikten sonra Alıç Dağı Mesire yerine dönülünce bu yol üzerindedir Çamlıdere Yaylası.
Aşağıdaki resimde görüleceği üzere, çeşme önünden uzaklaşan yaşlı teyze oranın sakinlerinden. Evden çıkıp çeşmeye gitmek ne hoş ya da bir şehirli için ne kadar alışılmadık bir şey diye kendi kendime düşündüm ve çeşme olayı hoşuma gitti. Tabii pastoral yaşamın romantizmine özlem duymakla "gerçek" aynı şey değildir; yarın evde sular kesilse, çeşmelerden su doldurmak zorunda kalsam bu durum hiç de hoşuma gitmez! :)



Bu yaylada hem geleneksel ve hem de modern olan pek çok villa ev var. Yaylanın sakinliği ve romantik görünümü insana huzur veriyor.





Yürüyüşe başlar başlamaz bir yayla sakininin evinin önünden geçtik. Bize nereye gittiğimizi sordu ve köpeğinin fotoğrafını çekerken köpeğin poz vermesi için epey bir dil döktü!..





Ormanın içine daldık ve "lay lay lom" diye tabir edilen bir şekilde sakince yürümeye başladık. "Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, yaşlı kütük seçeriz, karşılıklı geçeriz, testereyle biçeriz, hop biçeriz" türünden bir yürüyüş başlangıcı da diyebiliriz buna.

Alıç dağının eteklerinden sola doğru gidiyorduk ve güzel bir çeşmeye rastladık. Su o kadar bol geliyordu ki yalaktan dışarıya akıyordu, ara sıra öksürüyormuş gibi fışkırıyordu.



Yahya Kabak bey buradan su içti ve sonra da Müslüm Öndeş beyin isteği üzerine bu kez fotoğraf çekimi için "su içme" pozu verdi!..




Yol boyunca pek çok dere gördük. Buranın derelerinin rengi ilginçtir, sanki yukarıda bir yerde sabunla çamaşır yıkanmış gibi beyazımsıdır ve köpürür. Bunun sebebi de bölgedeki maden yapısındanmış. Bu derelere baktıkça insanın aklına elbette "Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar, güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar," sözlerini içeren o enfes Gençlik marşı gelir.


Etkinliğin bir yerinde durduk ve Müslüm Öndeş bey ayı saldırısı olursa ne yapılması gerektiğini anlattı. Bunu elbette laf olsun diye anlatmadı, çünkü Alış dağı civarindaki bu bölge ayıların yaşam alanı. Evet, ayı saldırırsa hemen herkes bir araya gelecek, omuz omuza verecek, batonlarını mızraklar gibi öne tutup yüksek sesle bağırmaya başlayacaklar. Bunun bir simülasyonu ya da tatbikatı yapıldı ama Ayı rolünü kimse oynamadı!.. Meraklı, aynı zamanda da zeki olan ayılar her zaman zayıf halka ararlarmış. Mesela grup halindeki savunma düzenini hiç bozmamak gerekirmiş, çünkü biri korkup grup dışına koşsa ayı da o zayıf halkayı parçalarmış.

Bir de "son çare" savunması vardı. Hemen yere yatıp elleri enseye kilitleyip cenin pozisyonu almak, ölü taklidi yapmak gerekirmiş, bu halde ayı birkaç kez insanı havaya fırlatıp gidermiş, daha doğrusu bu cenin olayı en az hasar alma pozisyonudur, ayrıca ayı sizin ona tehdit olmadığınız kanısına varır. Ayıdan kaçılamaz çünkü onlar yarış atları kadar hızlıdırlar!.. Ayı yavrularına ve yuvalarına da asla yanaşmamak gerekir!.. Aklıma gelmişken ekleyeyim, muz kabuklarını da doğaya atmamak gerekiyor, çünkü köstebekler bunu yerlerse çatlıyorlarmış.



Espirili ayı brifinginden sonra yola devam ettik. Yolun üzerine düşmüş pek çok ağaç vardı. Bir zamanlar bu ağaçlar bütün heybetleriyle ormanı seyrederlerken şimdi yerde cansız bir şekilde yatmaktadırlar ve bu biraz hüzünlüdür elbette.

Yere düşen ağaçların arasında bazen kapılar ve dar geçitler oluşur ve buralardan geçilir.



Ana yemek molamızı yüksek bir yerde verdik. Yürüyüş boyunca hava mükemmeldi diyebilirim. Yağmur yoktu (ki en önemlisi buydu), 10 derede kadardı, rüzgar oldukça azdı. İdeal bir trekking havasıydı. Karlar pek çok yerde erimişlerdi, bir Mart sonu havası vardı açıkçası.




Yürüyüşümüz esnasında bir ara uzaktan Alıç Dağı'nı gördük. O dağ halen karlıydı.



Ana yemek molası sırasında ben kulübemsi bir yer gördüm. Nedir bu derken Müslüm bey buranın Kara Akbaba gözlem evi olduğunu söyledi. O an için hiçbir "Akbaba" ya da "Akanne" göremedik ama vadiye indiğimizde çok sayıda gördük. Yükseklerde uçuyor, fare ve tavşan arıyorlardı. Uçarkenki özgürlüklerine, süzülürkenki zarifliklerine imrendik. Çelikten bakışlarla bütün bir bölgeyi radar gibi tarıyorlardı.




Yürüyüşümüz yine "Lay lay lom" şeklinde devam etmekteydi; Müslüm bey saat 3 gibi minibüse ulaşacağız dedi ve işte ne olduysa o anda oldu! "Lay lay lom" yürüyüş dalga dalga gelen bir mukavemet yürüyüşüne, bir çeşit keşif ekspedisyonuna dönüştü; Faruk'un deyişiyle Müslüm hocanın "Altın golü" geldi!.. Herkes saat 3'te minibüse gitmektense yolun uzatılmasını, hiç yorgun olmadıklarını, maçın uzatılmasını istedi, bazıları daha fazla istediler!.. Böylece Müslüm Öndeş bey İsa'nın meşhur sözlerinden biri olan "Dileyin, size verilecek, arayın bulacaksınız, kapıyı çalın size açılacaktır!" felsefesinden yola çıkarak "Madem istiyorsunuz, o halde yolu uzatalım!" dedi. Maç, uzatmalara kaldı!..



Uzatma kararıyla birlikte ilk "zorlu dalga" geldi. Fluctuat Nec Mergitur deyişi, Latince, "Dalgalarda savrulur, yalpalar, ama batmaz" şeklinde bir sözdür ve ilk dalga bizde böyle bir etki yarattı. 70 derecelik bir bayıra cepheden yukarı yüklendik. Zorlu ama zevkli bir çıkış oldu. Taşlar, kayalar yuvarlanıyorlardı ve Müslüm bey bu konuda dikkatli olunmasını istedi. Nitekim (netekim) ilerideki bir zamanda bir ara benim ayağıma yukarıdan yuvarlanan büyükçe bir kaya çarptı, ama sadece 1-2 metre hareket etmiş olduğundan yüksek hızla çarpmadı, yine de baya acıttı, sanki biri betondan ayağıyla tekme atmış gibi hissettim, ben de ona çaktırmadan tekme attım!.. Bu arada o kayayı bana kim yolladı, çıksın ortaya? :)






Zaman zaman, kökleri artık açığa çıkmış, ilk kar yağışında devrilmeye mahkum olan şansız ağaçlar gördük. Hasan Tahsin Çetin bey de bu ilginç görüntüleri fotoğrafladı. Zaman zaman "çiçek toplaması" yapıldı, yani ihtiyaç molası verildi.




Karlı ve uzun bir yoldan epeyce yukarı yükseldik. Burası benim "Ticari yol" dediğim orman içi yollardandı. :) Bu yol üzerinde pençeleri oldukça büyük bir kurt izine rastladık. İz, yol kenarındaki göle gidiyordu, herhalde oradan su içmişti. Bu yolda tempo baya düştü; yorgunluk, soluk ve sessiz yüzünü bu yokuşta gösterdi. Müslüm bey artık bu tempoyla akşama, karanlığa kaldık dedi.




Yolumuzun üzerinde tuhaf bir koltuğa da rastladık, üzeri karla kaplanmıştı ve her halde insanoğulları oradan gittikten sonra bir ayı ya da bir kurt gelip o koltuğa oturuyordu!..



Çok uzaklardan Patalya'yı gördük. Oraya yarım saatte gideriz diyenler oldu ama Müslüm bey oraya ne kadar zamanda varılabileceğini daha doğru kestirebiliyordu. En az 1-1.5 saatlik yol daha vardı. Vadiye doğru inişe geçtik; çok sayıda iniş, çok sayıda çıkış yaptık; bunlara "dalga" ismi verildi. En son Patalya'ya vardığımızda sanırım 8. dalgaydı. "Tamam artık zorlu bir etap kalmadı!" diye düşünürken Müslüm bey bağırıyordu: "6. dalga başlıyor," yani ya zorlu bir yan geçiş ya da zorlu bir iniş/çıkış yapılıyordu. Fakat eğer sol tarafımız çalışmışsa bu kez sağ taraf çalıştırılıyordu, yani dengeli, dengeleyici bir yürüyüş yapılıyordu. Aşağıdaki fotoğrafta uzaktan Patalya tesisleri görünmektedir.




Karanlıkta bir de dere geçtik, hatta birden fazla geçtik. Suyun kalınlaştığı yerler de vardı.




Nihayet Patalya ve onun levhası göründü. Etraftan güzel mangal kokuları da geliyordu; ben baya acıkmıştım, eve geldiğimde 3 tane dolma yediğim halde halen de açım!.. Artık ekipte biraz yorgunluk belirtileri başlamıştı, yine de hızlıca yürünüyordu ve "9. dalga yapalım mı?" denebiliyordu, ama bence espri olarak deniyordu!..

Bu yürüyüşlerde ve öncekilerde de hep dikkatle incelediğim üzere "insanların belirli bir yapıları" vardı ve bu değişmiyordu, bunu herkeste gözlemliyordum. Köroğlu Zirve yürüyüşünden tanıdığım Ünal bey yine oradaki gibi burada da bağımsız rota denemeleri yapıyordu!.. Ekim ayından itibaren katıldığım 7 etkinlikte de ben "Herkesin değişmeyen bir tarzı, değişmeyen bir sitili var" olayını gördüm. O yüzden şu aklıma geldi ki "Bir insanı ya olduğu gibi severiz ya da sevmeyiz!" Yani insanlar temelde değişmezler, onları o halleriyle kabul ya da red edebiliriz ancak. Bunu, yani değişimi başarabilenler olabiliyor elbette, ama çok ender. Gece yatağına yattığında insan, "Bugün ne hatalar yaptım?" şeklinde düşünürse ve bunları bir dahaki sefere yapmamaya çalışırsa o zaman değişim de mümkün hale gelebilir ama çok uzun zaman alır, bir anda olmaz. Mesela ben değişimi yapabiliyorum; yürüyüşlerde hep atlet giyerdim, ısrarla giyerdim, artık termal içliğe geçtim! Benim için büyük değişim! :) İnsan, bilgelik yolunda ilerlerse, kendisini sürekli yapıcı olarak eleştirirse değişebilir, olumlu yönde değişebilir ve değişmelidir!.. Bunun sırrı da biraz kendimize o Kara Akbaba gibi yüksekten bakmak, ne yaptığımızı, kendimizi uzaktan, bir başkasının gözüyle seyredebilmektir. Farkındalık, bilgeliktir!.. Farkındalık her şeyi değiştirir, farkındalık dünyayı değiştirir.




Minibüse vardığımızda Kaptan Ahmet bey çeşmenin yanında bize aşağıda resmi olan tüpgazla çay yapmıştı. 15 KM'lik "Çamlıdere Yaylası- Kızılcaören Köyü Geçişi," 23 KM'lik "Çamlıdere Yaylası - Soğuksu Milli Parkı Giriş Çeşmesi geçişine" dönüştü. Etkinliğin 2. aşaması zorluydu, mukavemet gerektiriyordu; toplam 7 saat yürüdük, çok sıkı bir yürüyüş oldu. Benim çantamın bazı klipsleri olmadığından bütün yük omuzlarıma bindi ve halen bir ağırlık var omuzlarımda. Eve gelince en harika olan şey bütün o yorgunluğu alan uzun, upuzun sıcak duştu. Bu yazıyı yazarken de güzel bir Yakut kırmızı şarap açtım; doğanın bize sunduklarına teşekkür ettim.

Güzel bir etkinlikti. İnsan ormandan çıkıp da eve geldiğinde yüzünde bir parlaklık oluşur. Bol oksijen, toksitlerin atılması gibi şeyler insanı parlatır, cilalar, büyük şehirlerin bulandırıp zehirlediği zihnini açar, berraklaştırır, yaşamın saçmalıklarını ve aptallıklarını ve gereksiz hırslarını, anlamsız ihtiraslarını, boş tutkularını daha iyi görebilmesini sağlar!..

Bu etkinlikte yine değişik şeyler öğrendim ve daha önce bildiklerimi de teyit etmiş oldum. Mesela Alexandre Pope, "Bir ağaç, herhangi bir prensten daha soyludur," der ki bu çok doğrudur. Biz bugün, bu soylu canlıların hükümdarlığında dolaştık. Bu yazı vesilesiyle herkesin yeni yılını kutluyorum ve mutlu yıllar diliyorum. 2010'da herkesin arzularına ve hayallerine kavuşmalarını, her şeyin gönüllerince olmasını dilerim...

Gece yarısını bir hayli geçmiş; Ankara yağmurlu; çatı katındaki çalışma odamda yağmurun sesini duyuyorum; yeni yılda kardan adam değil yağmurdan-adam yapılabilecek ancak!..

Yazımı yıl başına uygun bir şarkıyla bitireyim: Blue Christmas Without You, Elvis Presley ve Martina Mcbride.

http://videoizle.video75.com/qzJEtpYoNbD/elvis-presley-martina-mc/

Mehmet Murat ildan

Sunday, December 20, 2009

ADKK Etkinliği -1



Bu hafta sonu Salim Erdal beylerin Ilgarini kamplı Kastamonu gezileri vardı. Benim çadırım olmadığından ve de biraz uzunca bir gezi olacağından bu etkinliğe katılmadım. Bahar aylarında bir tekrarı olacakmış sanırım, o zaman katılırım; Ilıca şelalesinde yüzmek ve de meşhur Valla kanyonunu sıcak havalarda keşfetmek güzel olacaktır.

Bilkent Real Market'te dolaşırken ADOG'dan ve ODTÜ Elektronikten tanıdığım Faruk'a rastladım. "İstanbul'a gidiş geliş olaylarından dolayı 3 haftadır yürüyüş yapamadım, Murat," dedi ve de "Yenecik yürüyüşü" önerdi. Böylece bugün, yani 20 Aralık Pazar günü Ankara Dağcılık Kulübünün (ADKK'nın) Yenecik Yaylası yürüyüşüne katıldım. Şimdi biraz bu etkinlikten bahsedeceğim.


Sabah her zamanki gibi 6'da kalktım; esasen alarm çalmasın diye 5.50'de biyolojik saatle uyanmıştım zaten, yataktan kalkışım 6.01'de oldu!.. Her zamanki gibi yine yetersiz malzemelerimi, su geçiren Gore-Tex yarım boğazlı Adidas ayakkabımı, su geçiren yağmurluğumu, su geçiren eldivenimi, su geçiren dağ çantamı ve su geçirmeyen (!) anti-şoklu ağır batonlarımı yüklenip hasta olma riskini göze alarak yola koyuldum; şöyle bir baktım da üzerimde su geçirmeyen bir tek kendim vardım! :) Bilkent köprüsünün altından Faruk'un arabasıyla ve yine ADOG'dan tanıdığım ODTÜ Fizik'ten Yahya Kabak beyle CHP binasının önündeki park yerine gittik. Etkinliğe 3'ü bayan olmak üzere toplam 14 kişi katıldı. İsimlerin çoğunu hiç bilmediğim için isim bağlamında pek yazamayacağım!..







Üzerinde Okul taşıtı yazan 2007 model bir minibüsle CHP genel merkez binası önünden Kızılcahamam yönüne doğru yol alıp Mevlana lokantasında çay-çorba-ihtiyaç molası verdik. Müslüm bey şoförleri güvendikleri kişilerden seçtiklerini söyledi. Zaman kaybını önlemek için tozluk vs. hazırlıklarınızı burada yapın dedi. Müslüm Öndeş bey Ankara Dağcılık Kulübünün dağcılık kaptanı. Bu kulüp 1944 yılında kurulmuş, oldukça köklü kulüplerden biri; eskiden Elmadağ Dağcılık Kulübü derlermiş sonra ismi değişmiş.






Yenecik, Kızılcahamam'ı 15-20 km geçtikten sonra Ankara Bolu yolu üzerinde solda kalıyor. Minibüsle toprak yola girip kısa bir süre ilerledikten sonra yürüyüşümüze başladık. Epey bir süre benim "Ticari yol" dediğim orman yolunda yürüdük. "Ticari yollar" çok sıkıcı oluyorlar. Sonra nihayet benim ve herkesin sevinçle karşıladığı orman içine dalma yürüyüşüne geçtik. Orman içi yürüyüşler atraksiyonlu olur; bazen ağaçlar sıklaşır, aralarına dalarsınız, dallar yaydan fırlayan oklar gibi yüzünüze gelirler; sertçe yüzünüzü, kafanızı yalayarak ya da kamçılayarak, tırmalayarak geçerler. Kayalık kuytu yerlere rastlarsınız, yemyeşil yosunlarla kaplıdırlar ve sanki saklı cennet gibidirler; gerçeküstü bir görüntüleri vardır.




Başlangıçta ciddi bir yağmur vardı. Türkiye'nin pek çok yeri yağış altında ve bir yürüyüşü en çok baltalayacak şey de bu yağmur olayıdır. Benim kadife pantolonum tabii ki afiyetle suyu emdi, resmen ağırlığım arttı! İçimdeki yün içlik beni bir süre korudu. Yol boyunca ben hep yağmurlukları inceledim. Yahya Kabak beyin montu gayet iyiydi. Müslüm beyinki Lafuma panço yağmurluktu, güzel bir yağmurluktu. 2 tane Lafuma daha vardı. Faruk'unki Marmot gore tex monttu; önceleri hiç geçirmiyormuş ancak sanırım biraz sıcağa tuttuktan sonra gore tex özelliğini yitirmiş, onun da pantolonu ıslanmıştı. Ulus Yiba'da bisikletlerin olduğu yerde Pançoların satıldığını öğrendim ama Pançolar insanı Quasimodo yapıyorlar, o yüzden pek sevmiyorum. Panço giyersem Notre Dame kilisesinde bir zangoç gibi hissederim kendimi herhalde! :) Yürüyüşümüzün ilk hedef durağı Orman Kulesiydi. Aşağıya bir resmini koydum. Burası o civarın zirvesidir de. Zirveyle ilgili, yürüyüşte Müslüm beyin söylediği ve dağcılıkta bilinen o güzel sözü de hatırlamışken buraya aktarayım: "Zirve, yolun yarısıdır!" Hatta bence yolun yarısı bile değildir çünkü inişler çıkışlardan daha zorlu olurlar; inerken, çıkarkenki dikkatimizden daha az dikkatimiz kalmıştır ki bu da bir risk teşkil eder!.. Ve tabii zirve hiçbir zaman amaç olmamalıdır felsefesi de güzel bir felsefedir. Yolda Hasan Dağı ile ilgili de konuştuk. Benim çıkmak istediğim bir yer. Müslüm bey oranın değişik rotalarını anlattı. Bazı rotalarda sular karların altını oyarmış ve üzerinden geçerken taban çökermiş. Hasan dağı çıkılması ya da en azından görülmesi gereken güzel dağlardan biridir; tek başına olduğu için dağ gibi dağdır ya da adam gibi adamdır!..



Ana yemek molasını burada, bu orman kulesinde yapmak istedik; ancak sert bir rüzgar vardı. Kapılar kilitliydi, sadece aşağıdaki traktörün kapısı açıktı. Böylece orman içine geri dönüp yemek molasını orada, kuytu ve korunaklı bir yerde vermeye karar verdik. Kuytuydu ama çok da korunaklı değildi, ağaçlardan karlar davetsiz bir şekilde ziyaretimize geliyorlardı.


Bu kez ben, getirdiğim ton balıklı sandviçleri pek iştahla yiyemedim. Artık ton balıklı sandviç getirmeyeceğim, biraz ağır kaçıyor, balıktaki deniz kokusu pek hoş olmuyor. İyice ıslanmıştım, dizlerim ve ayaklarım üşüyordu, baldırım buz gibi olmuştu, yine de zoraki yedim. Burada Müslüm Öndeş bey elma ya da mandalina kabuklarının da yerlere atılmaması gerektiğini söyledi. Mesela orada yaşayan canlılar bunları yiyip rahatsız olabiliyorlarmış. Yani o bölgede mandalina olmadığından mandalina yiyen bir canlı rahatsız olabiliyormuş; bana oldukça mantıklı geldi. Sanırım temel felsefe şu ki, "Şehirden getirilen şehre götürülmelidir! Hiçbir atık geride bırakılmamalıdır." Ama ben yine de elmamın çok küçük bir parçasını, sapını, çaktırmadan ormanın derinliklerine yolladım! :) Aşağıdaki fotoğraf da ilginçtir. Tarlaya dikilmiş korkuluk misali duran yere eğilmiş dağcı Müslüm Öndeş beydir. Yağmur yağdığından yemeğini pançonun içinde yemişti. Biz her baktığımızda Müslüm beyin ne yediğini bile tam göremedik. İskender Kebap bile yemiş olabilir!.. Aslında bu ıslak halime rağmen İskender olayı benim o andaki hayalimdi galiba! :) Bir Uludağ Kebapçısı yapmam lazım artık!..



Yol boyunca şiddetli yağmur yağdı, karla karışığa dönüştü; sonra sulu ağır kar yağdı, ağaçlardan kar çığları düştü, tipimsi bir şey oldu, 1750'lik zirvede güneş açtı. Bir ara güneş o kutsal yüzünü benim makineme bir ağacın gövdesinin ardından gösterdi. Bu harika görüntü bana ıslaklığımı unutturdu; doğa yetenekli bir doktordur ve bazen insanı aniden iyileştiriverir!.. Aslında aşağıdaki görüntü bir artı işareti gibi bir şey de olmuş. Yoksa ilahi güçlerden doğal bir e-mail geldi de okuyamadık mı nedir? :)





Yer yer açık alanlardan geçtik ve de uzaklardaki dağlık manzaralar ufku kapladı. Pek çok yerde kar vardı. Kar, baharda bereket demektir!.. Civarda çıkılabilecek pek çok güzel dağ ya da tepe gördüm.


Zaman zaman molalar verdik. Aşağıdaki resimde Müslüm Öndeş beyle Faruk görülmektedirler. Yol boyunca pek çok yiyecek paylaşıldı. Bunlar arasında kuru kaysı, besni üzümü, çikolata, yaban mersini gibi şeyler vardı. Ben 2 elma getirmiştim, birini yedim ötekini isteyene verdim. Normalde elmamı, özellikle Amasya elmamı kimseyle paylaşmam, ama bu etkinlikte ıslaklıktan dolayı iştahım azdı ve bir amasya elmamı vermek zorunda kaldım! :)



Yürüyüş ekibinin performansı doğrusu beni şaşırttı. Ne zaman arkama baksam neredeyse tam kadro ekip arkadan gelmekteydi; sadece dik tırmanışlarda orman içinde uzunca sayılabilecek kopmalar oldu. Müslüm beyin orman içi dik çıkışlarda iletişim metodu olarak kullandığı sözcükler "Oho, ho ho!" gibi sözcüklerdi. Geride kalanlara seslenerek onlara yön veriyordu, ayrıca "Her şey okey mi?" bağlamında da bir şeydi bu sanırım. Etkinliğin sonunda millet Türkçeyi unutacak diye korktum!!.. :)




Yahya Kabak bey her zamanki "İyimserliğiyle" ve "Pozitif düşünmesiyle" "İyi ki geldik, iyi ki ormandayız, harika, harika," diye yüksek sesle konuşuyordu. Orman içindeki açıklıklardan geçerken pek çok kurt izi de gördük. Bunların izleri köpek izlerinden büyüktür. Herhalde burada Kurtlarla Dans şeklinde bir şey ya da bir mücadele olmuştu. Çok sayıda iz dağınık halde etrafa yayılmışlardı. Bir gün doğada bir kurt görmeyi isterim, karnı tok bir kurt tabii ki! Onlar çok gizemli canlılardır; aslında gizemli olan her şey ilgimi çeker; gizemli insanlar da vardır, yaşamlarını, gerçekte kim olduklarını, ne yaptıklarını, ne hissettikleri iyi bilmeyiz, gizleyicidirler, gizlidirler ve onlar da bizim dikkatimizi çekerler. Yürürken tek başına olan bir kurt izi daha gördük; kurtlar yaşlanınca gruptan ayrılır tek başlarına dolaşırlarmış; bu elbette çok zorlu bir hayat olmalıydı.





Yolumuz üzerinde toplamda 2 çeşmeye rastladık. Bu aşağıdaki çeşmenin suyu biraz topraklı ve yosunlu gibi geldiğinden içmedik, yani ben içmedim!.. :)



Rotamız üzerinde bir de Tavşan Kayalıkları diye bir yer vardı. Burada sessiz yürünürse tavşan görmek mümkünmüş. Tavşanların izleri de ilginç. 2 tane yatay ayak izi bir de hemen önde 2 tane dikey iz var. Böylece artık tavşan izi nasıl ayırt edilir öğrenmiş bulunmaktayım. Yine bu bölgede ayı izleri gördük. Ayı izleri oldukça büyüktü, pençeleri görülebiliyordu. Müslüm Öndeş bey ayı saldırısına uğrayıp yüzünden parça kopmuş birisinin hikayesini anlattı. Ayılar köpekbalıkları gibi insan yemezler fakat saldırırlarsa bir ya da birkaç parça koparıp giderlermiş!.. Bu tür saldırılar çok çok enderdir ve genelde tekken olurlar. Kötü yerde kötü zamanda kötü anda bulunmak gerekir. Ayıların yavruları da yere oturduklarında ilginç bir iz bırakıyorlar. Kendimi bir an için Dersu Uzala filmindeymiş gibi hissettim. Akira Kurosawa'nın enfes bir filmidir bu. Burada bir Rus haritacı ekibi Mançurya ormanlarında araştırma yaparlarken Dersu Uzala ismindeki bir bilge avcıya rastlarlar ve ondan çok şey öğrenirler. Doğrusu Dersu Uzala gibi biriyle bir kaç ay ormanda dolaşıp ormanın bilgeliklerine, esrarengizliğine dair çok şey öğrenmek isterim. Bazen benim zihnimin süngerliği tutar ve duyduğum her şeyi sünger gibi çekip biraz da akıl süzgecimden geçirerek yapıma alırım. Bu yukarıdaki güzel filmi şu aralar yine seyretmek, oradaki sonsuz sakinliği yeniden yaşamak istiyorum.







Bir ara yağmur durmuştu ve çok hoş, sıcak bir hava vardı ya da biz biraz ısınmıştık. Tavşan kayalıklarından itibaren karla karışık yağmur şiddetini artırdı; rüzgar da yüzümüzü dövüyordu, yağmurluklarımızı uçurtma gibi uçuruyordu; alacakaranlık çökmeye başlamıştı. Hava 1 dereceye kadar düşmüştü. Minibüse geldiğimizde kaptan Ahmet bey bize tüpte Çay yapmıştı. Herkese çay verildi. Ben çay pek sevmem ama içim ısınsın diye içtim. Yol boyunca yanımda oturan Abidin beyle yine değişik konular ve elbette malzemeler üzerine konuştuk. 280 liraya aldığı pantolonun ıslandığından şikayet ediyordu ve pantolona o kadar para verdik, kandırıldık diyordu. Benim minibüste oturduğum yer baya kötüydü, teker üstüydü ve önümü göremiyordum. Vites kolundan buz gibi hava esiyordu; kaptan da eliyle havayı kontrol edip şaşırdı, bu kadar esmemesi lazım dedi ve bana hak verdi; ayakkabılarımı çıkardım, Gautama Buddha misali bağdaş kurdum ve de ıpıslak ayaklarımı avuçladım, ısıtmaya çalıştım!.. Sanırım vücudum üst üste katıldığım ve de her seferinde ıslandığım etkinliklerden dolayı şikayete başlamıştı. Eve geldiğimde de gözlerim iyice kızarmıştı, bana bir uyarıydı bu!.. Bu uyarıya uzunca sıcak bir duşla yanıt verdim. Galiba ben bile bile lades olayını çok sık yapıyorum! Yani pamuklu atlet ya da atlet giyilmemesini gayet iyi bildiğim halde inatla atlet giyiyorum ya da ıslanan kadifeyle, su geçiren yağmurlukla geliyorum, yürürken 2-3 litre su içmem gerektiğini de çok iyi bildiğim halde yarım litre içiyorum. :) Ya inatçıyım ya da sınırları gereksiz yere zorluyorum.

Şu an bu yazıyı yazarken dışarıda sert rüzgar uğulduyor, ara sıra yağmur serpiştiriyor ve galiba bu kez de hastalanmaktan kurtuldum gibi, bu bana verilen üçüncü şans! :) ODTÜ DKSK'nın bir etkinliğinden dönerken yanımda 2 saat boyunca oturan Mert de Domuz Gribiydi. O zaman oradan grip kapmadığımdan 4. kez şans verildi demeliyim!.. Şans her zaman sağanak halinde yağmaz, an gelir kuraklık başlar!..



Cumartesi günü ben Dikmen caddesi 508'de bulunan Alpinist mağazasına gitmiştim. Orada ODTÜ'den arkadaşım Erkan çalışıyordu ama geçen hafta ayrılmış. O cadde de ne biçim bir caddedir, git git bitmiyor, şehirlerarası yol gibi uzun; bir ara ben herhalde Adana'ya yaklaştım diye düşündüm!.. Mağazada 200 Euroluk "Şelale Yağmurluğu" vardı, yani güya şelale altında bile ıslanmazmış, emin olmadığım için almadım; ilginç bir kumaşı vardı. Fakat oraya gittiğim iyi oldu; 1 saat kadar mağazada dolaştım, her şeyi elledim! :) Yüksek irtifa dağcıları için yapılmış kaz tüyü kırmızı koca eldivenleri taktım elime, mikro polar içlikleri giyip denedim, uyku tulumlarını, kafa lambalarını, her şeyi tek tek inceledim. Bu tür mağazalar bana hep büyülü gelirler; ürünleri incelemek, ne işe yarıyorlar diye tahminde bulunmak çok hoştur. Sahibi de efendi bir adamdı; her şeyi karıştırmama bir şey demedi ve hatta yine bekleriz dedi!..



Evet, bir etkinlik de böylece sona ermiş oldu. Müslüm bey de Salim bey gibi sıkı yürüyüşleri seviyor; yaklaşık 15 Km kadar inişli çıkışlı yol yüründü. Gerçi Abidin Demirkaya bey "Çok hızlı yürüdük, doğanın güzelliklerini hızlı hızlı gördük, çok iyi algılayamadık, yoruldum" diye bir sitemde bulundu ve de "Yağmurlu havada yürünmez, işkence oluyor" sonucuna vardı! :) Esasen gerçekten de yağmur çok ıslak, çok gıcık bir olay! :) Yaz gibisi yok. Yaz, özgürlüktür! Yağmurdan ben de pek hoşlanmıyorum. Gece sabaha kadar yağsın ama gündüz yağmasın!.. Yazın çabucak gelmesini ve de bizi güneşin sıcak ışınlarıyla selamlamasını hayal ediyorum... Ne demişti ünlü komutan, Hun imparatorluğunun hükümdarı Attila: "Biz güneşin peşindeyiz!"



Bu arada ODTÜ DKSK'yı bu sene bırakmaya karar verdim. Bir başka sene yeniden dönerim başlanılan işi bitirmek için!.. Meşhur bir Japon atasözü var: Nana Korobi Ya Oki, yani 7 kere düş, 8 kere kalk!.. Evet, düşmek önemli değildir, kalkmak önemlidir. Gerçi bunun konuyla 1 alakasını henüz bulamadım! :) Tamam, şimdi buldum: Bir işi 7 kez bırakabilirsiniz, önemli olan, 8. kez başlayıp işi iyi bir şekilde bitirmektir, yani sebattır, işi sonuna dek kovalamaktır!..



Yazılarıma çoğu kez yabancı müzik videoları koyuyorum. Hani yabancı hayranı "Con con" takımından zannetmesinler beni diyerekten bu kez Selda Bağcan'dan yöresel bir güzel müzik koyuyorum!! :) :)



Sivasın Yollarına, Çıkayım Dağlarına..



Selvi boylum salın da gel



Bir bakışın ömre bedel



http://videoizle.video75.com/xambI6sZNAN/selda-bagcan-sivasin-yıllarina/



Mehmet Murat ildan

Monday, December 7, 2009

ADOG Etkinliği -6



Bu Pazar günü kendimi 4 saatlik sıkı bir ağaç dikimine hazırlamıştım. Yukarıda resmini verdiğim Aluç Dağı zirvesinin çıkış öyküsünden önce bundan kısaca bahsedeyim. Ağaç Dikimi etkinliği iptal olmamış olsaydı muhtemelen şöyle bir yazı başlangıcı yapıyor olacaktım: "13 Aralık 2009 Pazar günü yani bugün ADOG'un 'Ağaç Dikimi' etkinliğine katıldım. Bu ülke topraklarında yaşayan insanların bu ülkeye yapabilecekleri en büyük 5 iyilikten biri ağaç dikmektir. Etkinliğin yeri Polatlı yakınlarındaki Yenimehmetli köyüydü. Eskimehmetli köyünün hemen az ilerisinde bir yerdi diyeceğim ama Eskimehmetli diye bir yer yok! :)



Etkinliğin asıl düzenleyicisi Kırsal Çevre Derneği; ADOG da buna katkı verecekti. Benim yabancı olmadığım bir dernekti bu. Uzun yıllar önce ODTÜ Doğa Topluluğu bünyesinde bu derneğin pek çok toplantısına katılmıştım. Dendroloji denen Ağaçbilim alanındaki bazı toplantılardan aklımda kara çamla sarı çam arasındaki farktan başka pek bir şey kalmadı. Kara çam kara oluyor ve sarı çam da sarı! Deha, işte böyle bir şey olmalıydı! :)


Sabahın seher vaktini geçtikten sonra 7.45 gibi Armada'dan yola çıktık ve 1.5 saatte Yenimehmetli köyüne ulaştık. Burası Polatlı'dan 20 km uzakta. Polatlı da benim yabancı olmadığım bir yerdir; güzel araba CD'leri alırsam Polatlı tarafına doğru yolculuk ederim, saygıdeğer Kral Midas'ın mezarına uğrarım. Araba şarkılarından birini de hemen lafı geçmişken buraya ekleyeyim, belki ADOG bu tarz güzel uzun yol müzikleri çalar yollarda! :) İşte Beautiful Life:



Yenimehmetli 1063 rakımlı bir yer. Çamurlara basınca rakım 1062'ye kadar iniyor!.. Buranın ismi Ruta diye de geçiyor; Urfa tarafından Rutan aşiretine bağlı insanlar 200 yıldan fazla bir zaman önce buraya göç etmişler. Kürt kökenli vatandaşların yaşadığı bir yer kısacası. Sinop'un Boyabat ilçesine bağlı da bir Yenimehmetli köyü var. İlginç bir şekilde onlar köye ilk gelen Mehmetlü Türkmen boyundan dolayı Yenimehmetli ismini vermişler..."




Yukarıda belirttiğim gibi Ağaç Dikimi etkinliği maalesef aşırı yağmurdan dolayı iptal oldu ve bugün, yani güzel bir 13 Aralık günü ilginç bir şekilde yine 13 kişiyle ADOG'un Aluç Dağı Etkinliğine katıldım. Şu sıralar memlekette ovaya inmekten, şehre inmekten bahsedilirken biz de aşağıdaki resimde görüldüğü üzere Patalya'nın lobisinde camekan içinde bulunan dağ keçisi misali dağa çıktık!..



Sabah 5'te kalktım. Ankara'da birkaç günden beri aralıklarla devam eden yağmur yağıyordu. Tişörtümü giyerken şimşekler çaktı. Gök gürültüsü bekledim ama bir ses gelmedi. Sonradan anladım ki zifiri karanlıkta Nike tişörtüm şimşek gibi çakıyor! Bu kadar elektrik üreten bir tişörtüm hiç olmamıştı, bir hidroelektrik barajı sanki! Naylon oranı yüksek şeyler giymemek gerek; çatır çutur ediyor; en güzeli pamuklu tişörtler!..



8'e 10 kala Armada'dan hareket edip Kızılcahamam yönüne doğru yola koyulduk. Yolda Mevlana'da çorba molası verdik. Ben bir Ezo gelin çorbası içtim; Kızılcahamam'ın özellikle ekmekleri çok güzel ve tazedir; Anadolu'nun henüz bozulmamış tadını yansıtırlar. Mevlana lokantası pek çok doğa yürüyüşü gruplarının uğrak yeridir ve genellikle aşırı kalabalıktır. Ben burada ADOG Gerede yürüyüşünden hatırladığım Hakkari-Komando Burak Şengül'e rastladım. Aradan geçen zamana rağmen beni uzaktan görür görmez çok samimi bir şekilde yanıma gelip konuşmasını takdir ettim. İçten yaklaşımlar yaygın değil enderdirler. Onlara güzel yürüyüşler ve karşılıklı "kaybolmamalar" dileyerek yola devam ettik.






Yolda bir ara Yahya Kabak bey ve Neslihan hanım köpek saldırıları, hayvan hakları üzerine tartıştılar. Yahya bey "Şehirde başıboş köpek olmaz, bu medeniyete uygun değildir, hepsinin sahipleri olmalı ve başı boş olmamalılar" ya da "uyutulmalılar" dedi. Neslihan Avcı hanım buna epeyce içerledi; bir hayvan hakları sohbeti ya da çekişmesi oldu. Tabii Neslihan hanımın vejetaryen olmayışından Yahya bey bir karşı argüman geliştirdi. Bu arada Yahya bey de ODTÜ Fizik mezunu, sonrasında doktora yapmış ve bugün de artık emekli. Yine de günde bazen 8 saat fizik çalışıp yeni şeyler öğrenmeye çalıştığını söyledi. Bu kez olay farklı tabii. Daha önce ODTÜ'deyken mecburiyetten çalışma vardı; şimdi özgürlük içinde, severek çalışma var ki en güzeli de budur zaten. Mecburiyetin ve görev mantığının baskısı insanın üzerinden kalktığında yaratıcı güç de uykudan uyanır, keyifli bir öğrenme süreci yaşanır.



Kızılcahamam'ı geçtikten 6 Km kadar sonra Çamlıdere'ye dönüş vardır; bu yollarda ilerlerken bir de Şeyh Ali Semerkandi Türbesi diye bir levha gördüm. İslam dini peygamberinin manevi evladı Ömer ül Faruk'un 4. soyundan gelen birisiymiş bu kişi. Ya da şöyle söyleyeyim, 2. Halife Ömer'in torunlarından biriymiş. Tam da burada "so what?" denebilir tabii, ama tarihi şeyleri bilmek güzeldir. Fırsat olursa bir gün türbeyi görmek gerek. Bu bölgenin bir özelliği de 1. dereceden deprem bölgesi olması! Zaten nerede sıcak su kaynakları varsa orası hep deprem bölgesidir.





Yol üzerinde Aluç Dağı Mesire levhasını gördük. Dağa, Aliş Dağı diyenler de var. Ancak herhalde asıl ismi Alıç Dağı olmalıydı, şu bildiğimiz mayhoş meyve; aynı isimli bir dağ da Mersin taraflarında bulunuyor. Elmadağ'da elma görmediğim gibi bu dağda da tek bir tane alıç bitkisi görmedim; Alıç ne işe yarar derseniz yaprağı ve çiçeği birlikte kullanıldığında kalp kasları için çok yararlıymış; meyvesi de kalp için faydalı... Doğru mu değil mi buna modern tıp çalışmaları ya da pratik hayatın kendisi karar verir elbette.





Aluç Dağı'na çıkmadan önce yayla evlerinin içinden geçtik. Buranın İsviçrevari manzarası beni oldukça şaşırttı ve sevindirdi. Güzel villa evler var; son derece sakin, huzurlu ve müthiş bir oksijen, Ankara'dan sadece 1 saat uzaklıkta. Belki de buradan, Alıç Dağı'nın eteklerinden bir villa ev satın alıp haftanın 3-4 günü buralarda yaşamak gerek. Benim açımdan özellikle ilham verici bir yer olacağını ve yaptığım işe uygun sakin bir atmosfere sahip olduğunu söylemeliyim.





Yukarıdaki fotoğrafta görülen evlerin hemen arkasındaki ormandan oldukça dik bir çıkış yapmaya başladık. Zik zak çizerek değil de "Bodoslama" yaptık. Bu çıkışlarda gerçekten de iyice üşüyerek çıkmak gerek. Ben montumu çıkardığım halde kazaktan dolayı terledim; temel kural çıkışta terlememektir ya da terleyince atlet değiştirmek gerekir ki bu da zahmetlidir. Bu kez evden aldığım yağmurluk fena değildi ama içine 4 tane Murat girebilirdi, fazla panço havası vardı ve ben pançoları çok faydalı da olsalar pek sevmem.


Ağaçların altından yürürken sürekli olarak kar serpiştiriyordu, uzaklardan avcıların tüfek sesleri, yürüyüşlerden çıkan kart kurt sesleri işitiliyordu. Rüzgar bazen sert esiyor, ağaçlardaki karlar birkaç saniyeliğine kar fırtınası, havadan gelen kar çığları yaratıyorlardı, enseden içeri dalıp eriyip aşağı doğru yavaşça ilerleyerek sırtta soğuk şoklar, yılansı masajlar yaratıyorlardı. Çıkış yolu yer yer kayalıklı bir zemindi; Çamlıdere 1. derece Deprem bölgesi olmasına rağmen bu kayalıklı zemin nedeniyle sağlam bir yerdir, rahatlıkla ev alınır yani.








1300 metreden çıkışa başlamıştık. Orman içinde yükseldikçe harika kar manzaraları oluşmaya başladı; doğa yine bize gizemli ve hayali bir alemin mükemmel görüntülerini sundu ve bu görüntüler karşısında kendimi mutlu hissettim. 2002 yılında bir ODTÜ'lüden satın aldığım tozluğumu kullandım. Bana satarken "Kendi özel imalatımızdır; bu Everest tozluğudur," demişti ve de gerçekten hiç su geçirmedi, nazar değmesin tank gibiydi. O arkadaşa kendisinin gıyabında teşekkür ederim.

İsmini şu anda hatırlayamadığım bir arkadaş (Muhtemelen Ali) kar tanelerini beyaz leblebi şeklinde ağzına atıyordu!.. Siyah besni üzüm dağıtan da yine bu arkadaştı. Gerilerden Neslihan Avcı ve Lale Şenel hanımın "Yavaş gidin" şikayetleri "Mola!" "Kopma!" bağırtıları duyuluyordu, daha doğrusu duyulamıyordu!..



Kar yürüyüşlerinde benim en çok sevdiğim şey en önde yürümek ve kar yolu açmaktır. Bu kez bu fırsatı yakaladım. Kar çoğaldıkça en önde olmak en büyük zevklerden biridir; kara batan ayağı çıkarmak her seferinde zorlaşır, bazen kar çok derinleştiğinde insan kayan kumlar bataklığında olduğu gibi hareket edemeyecek kadar kara gömülür, karda boğulur. Yol boyunca pek çok devrilmiş ağaç da gördük. Salim beyin düz yollardan ziyade atraksiyonlu, daha zorlu yerleri seçmesi başkalarını bilemem ama benim açımdan olumlu bir şeydi. Zorluk derecesi arttıkça tatmin duygusu çoğalır. Kolay olan, çabuk unutulur. Kalıcı olan zor olandır. Yaşamın bütün kolaylıkları yalnızca birer gölgedirler; gölgeler bizde iz bırakmazlar. Sanki üzerimizden bir kuş geçer, onun solgun gölgesi üzerimize düşer ve yok olur gider. Oysa zorluklar kalıcı dövmeler gibidirler, zihnimize yerleşirler, bizde kalırlar.




ADOG'un bu etkinliğinin 13 gibi küçük bir grupla yapılması da bazı şeyleri kolaylaştırıyor. Öncelikle özgürlüğü arttırıyor. 60 kişiyle özgür olamazsınız; sayı ne kadar düşerse özgürlük, özgür ve hızlı hareket, hızlı karar verme o kadar artar. Gerçi bir ara Lale Şenel hanım çok hızlı yürünmesine ve az mola verilmesine epeyce kızdı; Gültekin Yılmaz beyi kastederek "Şu çocuk yardım etmese, geride kurda kuşa yem olacaktım" tarzında bir sitemi oldu, "Şu çocuk" lafı insanları kahkahaya boğdu ve yaşından genç görünen Gültekin beye yerinde bir iltifat oldu. İnsan zaman içinde bu tür hızlı tempolara alışır, insan zorlandıkça güçlenir ve hatta öteki yavaş tempolar ona kaplumbağa misali görünmeye başlarlar.




Hızlı tempomuz aynen devam etti; uzaklarda hayal meyal bir bina gördüm ben; kara göründü diye bağırdık, daha doğrusu zirve göründü diye. Burası orman Kulesiydi; Orman kulesi Alıç dağının zirvesidir, 1850 metredir. Ben en üste çıkmak için kulenin merdivenlerine geldim, ancak sadece 1. kata çıkılabiliyor, en tepenin kapağı kilitliydi. Burada sert bir rüzgar vardı. Ana yemek molasını kule dibinde yaptık. ADOG'un ana yemek molası da kısa sürüyor, ki bu fazla soğumamak için iyi bir şeydir.




Ben her zaman ton balıklı sandviç hazırlıyordum, bu kez Polonez marka dana jambon aldım; ileride vejetaryen olacağım için şimdi biraz et yiyeyim diyorum, zaten dilimleri jilet gibi ince kesmişlerdi; gözlük camına yapıştırsak görüntü kalitesi pek değişmeyecekti, pes dedirtecek bir incelik!..


İlk kez bir kış etkinliğine termos getirdim ve çok da iyi oluyor. Ablamın bana İsviçre'den hediye getirdiği termosun kapağına sıcak çay doldurup yudumlamak o soğukta harika oldu; midem bana teşekkür etti, ben ablam Ümit'e teşekkür ettim. Zirvede hava gerçekten soğuktu; hissedilen -10 gibi bir şeydi ve doğrusu 1850 metre elbette bir anlamda düşük bir yüksekliktir, ama dağda basit olan bir şey yoktur mantığı çok daha zekice bir mantık olur. O zirvede insan siste, tipide yolunu şaşırıp geceye kalsa, o kutup rüzgarlı yerde kolayca donar ve ölür!.. Sonra da bizim her şeyi bilen zeki medyamızın "3 kuruşluk dağda öldüler!" manşetleri gazeteleri süsler!.. :) Gerçek şudur ki her dağ komplikedir, her dağ ciddidir, her yükseklik ciddidir, özellikle kış çıkışlarında bu durum unutulmamalıdır...





Ben sırt çantamı ve eldivenlerimi kar üstüne bırakıp çantamdaki yiyeceklerin ağırlıklarını azalttım. Mahmut Sancaktaroğlu yine herkesle paylaşmak üzere pek çok şey getirmişti. Zirvede bir tahin helvası dağıttı ki o helva kadar insana enerji veren başka da pek bir şey yoktur. Minibüste yine herkese ayva dağıttı; Mahmut bey sayesinde Ayva'yı yemek olumlu bir deyişe dönüştü. O ayvalar oldukça büyükler ve ağırlar; onları etkinliğe gelenlere dağıtmak üzere getirmesi takdir edilecek bir davranış. Ayrıca bankadaki işine gücüne, ailesiyle ilgili işlere rağmen Pazar gününü doğa etkinliğine ayırması, hep saygılı ve güleryüzlü olmasını da doğrusu kutluyorum. Bizi halen şaşırtacak insanların olması güzel bir şey. Japonya'dayken bir yüzme havuzunda gecenin bir vakti orta yaşlı bir adam havuzdan çıkıp havuzdakilerin kendisine bakmadıkları bir zamanda onları saygıyla selamlayıp çıkması gibi bize basit görünen büyük hareketleri, insanın insana değer verdiğini gösteren bu tür ahlaki yükseklikleri ve altın çıtaları görmek beni her zaman mutlu ediyor.





Zirvede bir karar almak gerekiyordu. Ya 13 Km daha yol yürüyüp programda yazılı olan Patalya tesislerine gidecektik ya da geldiğimiz yerden geri o yaylaya dönüp minibüse ulaşarak Patalya'ya minibüsle gidecektik. Karda ve sisin yoğunlaştığı bir zamanda 13 Km az yol değidir. Biz zirvedeyken sanırım saat 14 gibiydi. Yürüyerek Patalya'ya ancak 19 gibi varabilecektik ki bu da en az 1.5 saat gece yürüyüşünü gerektirecekti ve kaplıca imkansız hale gelecekti. Böylece Salim bey riskli olmayanı seçti ve biz de bu görüşteydik. Üstat Osho "Ne zaman ki karşına 2 yol çıkarsa her zaman riskli olanı seç" der; ama insan bunu ya tekken ya da beraber olduğunuzda sizinle tekmiş gibi davranacak kadar size uyacak biriyle, senkronize birisiyle bunu yapabilir insan. 13 kişi küçük bir ekip de olsa ekiptekilerin yürüyüş tempoları değişiyordu; en iyisi yaylaya dönmekti.




Dönüş yolumuzu orman içi yollardan birine çıkarak yaptık. Kar epeyce yağmıştı. Yolda ve zirveye yakın yerlerde başka ayak izleri de görmüştük. Yol boyunca yine pek çok devrilmiş ağaç gördük, sanki bir Ayı Avro fiyatlarındaki değişimlere sinirlenip ortalığı dağıtmış gibiydi. Yaşam, bütün canlılar için zordu!..





Yayla evlerinin bulunduğu yere geldik. Burada çok sevimli evler vardı.





Vakit geçirmeden Kızılcahamam Soğuk Su Milli parkı içinde bulunan Patalya tesislerine gittik ve sıcak suya girdik. Patalya, benim gördüğüm kadarıyla Ankara civarındaki en iyi sıcak su tesisi. Elbette eksiklikleri var. Mesela soyunma odasında üstünüzü çıkardığınızda eşyaları koyacak bir şey yok! Türkiye'de ve elbette dünyada nereye gidersek gidelim insan orada "yüksek zekanın," "incelikli düşüncenin" varlığını görmek ister, onu görmeyi arzular ve hedef de budur, incelikle düşünülmüş olanı yakalamak, yüksek zekanın oluşturduğu rahat atmosfere ve kaliteye kavuşmak. "Vay canına bunu da düşünmüşler!" demek hoş bir duygu verir insana!.. Biz Patalya'dayken oldukça kalabalık bir grup da bir konferanstan çıkıyorlardı. Salim bey görevlilerle anlaşmış. 30 liradan bize fiyat verdiler, iyi bir fiyattır bu. Aslında burada gece kalmak gerek. Geceliği açık büfe de dahil 110 lira. İnsan otelde kalırsa böylece soyunma odası gibi yerlerdeki bazı yetersizlikler de sorun olmaz. Kür havuzu bugün 38 dereceydi, sıcakça sayılırdı, ama ideali 42'dir!.. Sauna ilk başta 70 derece kadardı, bana pek sıcak gelmedi ama içerdeki granitlerin üzerine su dökünce çıkan dumanlar vücudu yakıyordu. Sauna sonradan 80'e kadar yükseldi, kıvamına ulaştı. Burada, biraz şurdan biraz buradan, memleket meselelerinden sohbet edildi. İsmini bilmediğim bir arkadaş bornozla saunaya girince kahkahalar atıldı. Romalı senatörler bunu sıkça yaparlarmış, yani kahkaha atmayı değil de memleket meselelerini saunalarda konuşma olayını!.. Salim bey Şok marketten aldığımız ayranını içmeyi planlıyordu ancak ötekiler ayranlarını yanlarında getirmediklerinden ayranını paylaştı. Ben kendi ayranımı pek içemedim, çünkü ayrandan ayran tadı gelmiyordu. Sanki suyun içine göz damlasıyla az sayıda ayran damlatılmış gibi bir şeydi!.. Şok marketin şoke edici ayranı... Ben, ayranı alan kişiye ayıp olmasın diye, benimkini eve gelince döktüm!.. :)



Fin hamamının sıcaklığı iyiydi. Sanırım burada en çok Şevket Bal kaldı!.. Tülin Kardeşoğlu bir ara geldi gitti; Tülin hanım İngiltere'de Yoga seminerlerine ya da benzeri bir çalışmaya gitmiş, yürüyüşte bir ara bana onları uzunca anlattı; mesleğini soramadım ama tarih konularında bir birikimi vardı. Her insanın değişik yaşam tecrübeleri vardır. Ben bugün Patalya'da en çok dışarıdaki havuzu beğendim. Rüzgar vardı. İçerideki sıcak havuzdan yüzülerek dışarı çıkılabiliyor. Burada dumanlar hafifçe etrafa savrulurlar. Havuzda yer yer yapraklar görünür; su temizdir; insanın başı üşür, donar ve hemen suya dalar; gözlerini tekrar açtığında karşısında büyülü bir orman vardır ve başında da sonbaharın altın yaprakları!.. Tepeden beyaz bir ışık gelir; sanki melekler yukarıdan sizi izliyorlardır; sanki insan boşlukta uçuyordur; loş ve romantik bir havası vardır; gerçeğin en güzel anı gerçeküstü göründüğü andır. Dışarıdaki havuzun fotoğrafını aşağıda veriyorum. Epeyce büyük bir havuz sayılır.





Ben, 2 saatlik süremizin son yarım saatini duşa ayırdım. Soyunma odasının yanında sadece 1 duş vardı ve ben uzun duş alan birisi olduğumdan, özgürce yıkanabilmek bağlamında öteki havuzlardan ve saunadan erken ayrıldım ve tek duşu rahatça ve uzunca kullandım!.. Baskı altında çalışamam, duş bile alamam; sırada birisi bekliyorsa rahat edemem; mesela telefon kulübesinde arkada biri varsa ben telefonu çok kısa keserim, özgür hissetmem lazım! :) Sıcak su şu dünyanın en güzel nimetlerinden biridir. Bize bu sıcak suyu sağlayan dünyanın kalbine, o magma tabakasına, o akkor çekirdeğe teşekkür ederim! :)








Duştan sonra yukarıda resmi olan lobiye geçtim. Funda Dönmez, Murat Özdemir (sanırım kendisi meteoroloji uzmanı) ve Neslihan Avcı havuza girmemişlerdi. Minübüste ADOG maskotu seçilen Neslihan hanım koltukta uyukluyordu. Onlarla biraz sohbet ettik. Funda Dönmez Ağrı tırmanışlarını anlattı. Bu dağın tırmanış öykülerini dinledikçe oraya çıkmaktan vazgeçeceğim sanırım!.. Funda Dönmez oradaki yerel rehberler ve katırlarla olan yolculuğu, devrilen katırları, dağ sosyetesini yani bazı insanların dağda "şunu yemem bunu yemem" diyen dağ sosyetesi gibi davranma tuhaflıklarını anlattı. Hava koşullarının sürekli değiştiğini, 3 gün boyunca dağın zirvesini hiç göremediklerini, Esat Yarar beyin hipotermiye girip 4200'den vazgeçerek aşağıya inişini de anlattı. Bu yerel yardımcılar olayını ben pek sevmedim. Özgürlüğü kısıtlayıcı bir şey bir anlamda; dağ esnafıyla çıkış benim aklıma yatmadı. Ama yükleri de onlar katırlarla taşıyorlar tabii!.. Hazırlıklı gelinmediği için, yağmurluklu çantalara rağmen pek çok çanta ve içindekiler ıslanmış; galiba yalnızca Funda Dönmez çantanın içindekileri poşetlere sardığı için bu olaydan kurtulmuş. İnsanın elbiseleri dağda ıslanınca kurutmak çok zordur, ancak ispirto ocağın üstüne oturunca belki kurur!.. Bu dağa çıkış işlerini son derece bilinçli ve "ayrıntıcı" ve uyumlu ve hızlı karar verebilen, hızlı davranan ve elbette her şeyden önemlisi her koşulda güvenebileceğiniz kişilerle yapmak gerek.



Belirli yükseklikteki dağlara zirve çıkışları sabah 3'te falan başlar. Ağrı çıkışında da Ağustos ayında sabahın üçünde bir sürü insanın ışıklar eşliğinde yılan gibi kıvrılarak çıkışlarından bahsetti Funda Dönmez. Popüler dağların tanıdık görselliklerinden biridir bu. Ticarileşmiş olduğu için bu Ağrı'ya çıkma düşüncesinden biraz uzaklaşıyorum gibi.



Herkes gelince Salim bey paraları toptan yukarıdaki resepsiyona ödedi. Benim ona, eski parayla 10 milyon borcum kaldı, bunu da akıl defterime not ettim!.. Şansım yaver gider de memlekette enflasyon artarsa benim borcum da sıfırlanıp pul olur ve kara geçerim! :)



Bir güzel etkinlik de böylece sona ermiş oldu. Etkinlik boyunca benim zihnimde yer yer Bolşevik İhtilali zamanlarında geçen Dr Zhivago filminin meşhur müziği çaldı: Lara's Theme, Somewhere My Love; bu şarkının keman versiyonunu vereyim:



http://videoizle.video75.com/KTVuqYH9Het/dr-zhivago-lara-s-theme-s/





Bu çok özel bir müziktir, ama tabii filmi izlemiş olmak da gerekir. Filmdeki doktor şair Zhivago'nun doğaya hayran olduğu anlarda, mesela bir kar tanesi, bir su damlası gördüğünde ya da ilkbaharın gelişinde, üzüldüğünde ya da sevindiğinde bu müzik çalmaya başlar.

Salim beyi de kutluyorum. Her zamanki gibi en zor iş onunkiydi. Grubun önünde elinde GPS'le gitmek yürüyüş keyfini biraz yok eder. Yani biz keyifle yürürken Salim beyin üzerinde "Kaybolmayalım, doğru rotada ilerleyelim, zamanında gideceğimiz yere varalım" baskısı vardır. Şahsen bana "Murat, al GPS'i sen önde git" dese, üstüne de 1 milyon dolar verse "Sağolun, ben almayayım, GPS bana dokunur" derim! :) Tırnak içinde sorumsuzluk insanın kafasını huzurlu yapar, omuzlarından yükü alır. O yüzden Salim beyi takdir etmek ve kutlamak gerekiyor; bir yandan sorumluluk ve yük altında bir yandan da kişisel olarak keyif alma hakkını kullanmaya çalışmaya çabalamaktadır yani 2 işi birarada yapmaya çalışmaktadır.



Yol boyunca ADOG Gürleyik videosu ve Amasya videosu gösterildi. Amasya çok güzel bir yermiş; içinden bir ırmak geçiyor, iki dağ arasında bir yer. 7500 yıllık kadim bir şehir. Kesinlikle görmek gerek. Benim gibi günde 3-4 Amasya elması yiyen birisinin ise mutlaka görmesi gerek!.. ADOG 2010 planları arasında Kütahya Murat Dağı da konuşuldu. Türkiye'nin en yüksek kaplıca yeri buradaymış. Sanırım bir ön araştırma yapılacak.



26 Aralık günü ADOG Yılbaşı Yemeği, Yılbaşı Eğlencesi ve Kulüp Lisans dağıtımı da yapılacak. Ben bir "yarı-Budist" olarak eğlencelerden uzak sakin yaşamımla buna katılamayacağım fakat katılımın çok yüksek olacağını tahmin ettiğim bu etkinlikte herkese şimdiden iyi eğlenceler ve 2010'da mutlu yıllar dilerim.


Yazımı güzel bir şarkıyla sonlandırayım, Çubuklu Yaşar'ın meşhur şarkısıdır bu diyeceğim ama değil, Pavarotti Domingo Carreras üçlüsünden enfes bir opera:



http://videoizle.video75.com/ZaJLZ9rHeMb/the-three-tenors-la-donna-e-mo/


Mehmet Murat ildan