Sunday, December 27, 2009

ADKK Etkinliği -2



Bugün, yani 27 Aralık Pazar günü, 2009 senesinin bitmesine 4 gün kala yılın son yürüyüşünü ADKK (Ankara Dağcılık, Kayak ve Kış Sporları İhtisas Kulübü) grubuyla yaptım. Cumartesi günü ADOG'un Erken Yılbaşı Yemeği Şöleni vardı ve eminim çok güzel geçmiştir, ancak ben kalabalık yemekleri sevmediğimden buna katılmadım. Esasen yemek için en ideal sayı 2'dir ya da maksimum 4'tür! Sayı az olunca, mesela şömineli güzel bir restoranda, rahatça ve sakince konuşulabilir, herkes birbirini takip edebilir; kalabalık gruplarda sadece yanınıza kim oturmuşsa ancak onunla konuşabilirsiniz, büyük kopmalar olur. Ayrıca ben, "Hadi buraya oturmaya mı geldik, vur patlasın çal oynasın" olaylarını hiç sevmiyorum; yemek masalarının olduğu yer formatına uymuyor! :) Doğada bir yerden bir yere atlarken, bir sağa bir sola belirli bir ritimle giderken, ayaklar sürekli yer değiştirirken, bu aslında güzel bir danstır da!..


Çamlıdere Yaylası-Kızılcaören Köyü Geçişi doğa yürüyüşü için hazırlıklarımı Cumartesinden yaptım. 69 TL' ye Rucanor marka alt ve üst termal bir içlik aldım; çok da memnun kaldım; hem üşütmedi hem terletmedi, çıkışlarda biraz terleme olduğunda ise çabucak kurudu. Yarın öğleden sonra Real Bilkent'teki Inter Sport'a gidip 1 tane daha alacağım, yedekte bulunsun. Ayrıca Anka Mall'den 120 TL'ye Salewa marka Polar aldım, çok sıcak tuttu. Alpinist'ten 75 TL'ye bir tozluk aldım ve ondan da memnun kaldım. Galiba işe yarar malzeme alma konusunda ciddi bir ilerleme kaydettim, sırada iyi bir yağmurluk var! :) Tozluğumun resmi de aşağıdadır!..





Yalnız, "event" astardan yapılma o tozluk bence en fazla 15 TL'ydi. Alpinist'in sahibi bu yazıyı okur mu bilemem ama bence aşırı kar yapma olayı pek hoş bir şey değil. Mesela 20'ye ürettiyseniz 40'a satın, ama 80'e satarsanız bu pek de ahlaki olmaz. Aynı mağazadan bir dağcı yemenisi aldım; o da güzeldi ve bugün kullandım. Boyuna bağlanan yemeni, kadın aksesuarıdır, o yüzden erkekler için takmak tuhaf kaçıyor bence ve pek de hoş değil, ama dağcılar dağda atkı yerine mecburen bunu kullanıyorlar; çok hafif ve boğazı müthiş koruyor, terletmiyor, ter olursa teri alıyor, yine de "atkıcı" olan ben dağ dışında monşer havası veren yemeniyi kesinlikle kullanmam!..

Evet, malzemeleri biraz düzelttim. Cumartesi akşamı "Tuhaf siyasi" haberlere, memlekette ve dünyada ne tür delilikler yaşandığına kısaca bakıp yatağa gittim, ama yatamadım! Sol kürek kemiğimde bıçak batıyormuşcasına bir ağrı vardı, çok da fazlaydı, acıdan dolayı ateşim de çıktı. Galiba çelik yayla çalışırken incitmişim. Sabah 4.40'a kadar yatamadım, her pozisyonu denedim ama ağrıdan kurtulamadım, hayatım boyunca ağrı kesici de kullanmadığımdan kendiliğinden geçmesini bekledim. Sabah uyuya kalmışım, biyolojik saatle uyanamadım, 6.01'de alarm sesiyle uyandım. Müthiş terlemişim, ateş falan kalmamış, buz gibi olmuşum. Akşam gitmemeyi düşünürken sabah üzeri kendimi bir anda Bilkent Köprüsünün altında buldum. Faruk ve Yahya Kabak beyle CHP'nin önüne giderek oradan ADKK minübüsüne bindik. Bu kez şanslıydım; önde kimse yoktu ve direkt öne oturdum! Burası en manzaralı yerdir; insanın ufku açık olmalı, önünü rahatça görebilmeli! Minibüsün önüne oturmaya her zaman talibim!.. Minübüsle giderken yer yer sisli alanlar gördük. Sisler havada asılı bir şekilde görsel bir şölen sundular.



Kurtboğazı barajı civarindan geçerken yolun bazı bölümleri de sislerle kaplıydı. Akşamdan gelip sabaha kadar balık tutanları gördük. Amatör balık avcıları burada suç olmasına rağmen özellikle aynalı sazan tutmaktadırlar. Ayrıca bu barajda levrek de bulunur.

Bu gezide önceki geziden tanıdığım isimler, mesela Jale-Şule kardeşler, Hasan Tahsin Çetin bey, Muharrem bey, Meral Kılıç ve Lale Şenel hanım da vardı. Kızılcahamam'da her zamanki gibi Mevlana lokantasında yemek-ihtiyaç molası verdik. Bu lokanta oldukça şanslı, çünkü Ankaralı Trekking grupları buraya sıkça uğrarlar. Biz oradayken de en az 2 farklı grup daha gelmişti. Ben limon alıp içecek sularımdan birine sıktım. Faruk'un "zengin su" karışımlarını gördükten sonra bu mesele aklıma yattı, ben de böyle yapmaya karar verdim. Bu kez sularımdan birini tuzlu yaptım. Benim normal tansiyonum 11-7 gibi. Yürüyüp terlersem 10-6'ya kadar düşüyor, o yüzden tuzlu su olayı gayet iyi. "Zenginleştirilmiş Uranyum" misali, Faruk Türkçüoğlu, armut kabukları suyu, kaynatılmış elma kabuklarının suyu türünden şeyleri kendisi yapıyor. Müslüm Öndeş bey de şekerli, tang'li sular önerdi, yani suyu sadece su olarak içmeyin dedi. Aslında suya biraz da altın katarsak, mesela içine beşi birlik atarsak daha da zenginleşir! :)
Etkinliğe 5'i bayan toplam 13 kişi katıldı. Bu sene uğurlu rakam 13'lük 4. etkinliğim oldu bu! Etkinlik Çamlıdere Yaylası denilen yerdeki bir çeşmenin önünden başladı. Kızılcahamam'ı 10 KM kadar geçtikten sonra Alıç Dağı Mesire yerine dönülünce bu yol üzerindedir Çamlıdere Yaylası.
Aşağıdaki resimde görüleceği üzere, çeşme önünden uzaklaşan yaşlı teyze oranın sakinlerinden. Evden çıkıp çeşmeye gitmek ne hoş ya da bir şehirli için ne kadar alışılmadık bir şey diye kendi kendime düşündüm ve çeşme olayı hoşuma gitti. Tabii pastoral yaşamın romantizmine özlem duymakla "gerçek" aynı şey değildir; yarın evde sular kesilse, çeşmelerden su doldurmak zorunda kalsam bu durum hiç de hoşuma gitmez! :)



Bu yaylada hem geleneksel ve hem de modern olan pek çok villa ev var. Yaylanın sakinliği ve romantik görünümü insana huzur veriyor.





Yürüyüşe başlar başlamaz bir yayla sakininin evinin önünden geçtik. Bize nereye gittiğimizi sordu ve köpeğinin fotoğrafını çekerken köpeğin poz vermesi için epey bir dil döktü!..





Ormanın içine daldık ve "lay lay lom" diye tabir edilen bir şekilde sakince yürümeye başladık. "Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, yaşlı kütük seçeriz, karşılıklı geçeriz, testereyle biçeriz, hop biçeriz" türünden bir yürüyüş başlangıcı da diyebiliriz buna.

Alıç dağının eteklerinden sola doğru gidiyorduk ve güzel bir çeşmeye rastladık. Su o kadar bol geliyordu ki yalaktan dışarıya akıyordu, ara sıra öksürüyormuş gibi fışkırıyordu.



Yahya Kabak bey buradan su içti ve sonra da Müslüm Öndeş beyin isteği üzerine bu kez fotoğraf çekimi için "su içme" pozu verdi!..




Yol boyunca pek çok dere gördük. Buranın derelerinin rengi ilginçtir, sanki yukarıda bir yerde sabunla çamaşır yıkanmış gibi beyazımsıdır ve köpürür. Bunun sebebi de bölgedeki maden yapısındanmış. Bu derelere baktıkça insanın aklına elbette "Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar, güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar," sözlerini içeren o enfes Gençlik marşı gelir.


Etkinliğin bir yerinde durduk ve Müslüm Öndeş bey ayı saldırısı olursa ne yapılması gerektiğini anlattı. Bunu elbette laf olsun diye anlatmadı, çünkü Alış dağı civarindaki bu bölge ayıların yaşam alanı. Evet, ayı saldırırsa hemen herkes bir araya gelecek, omuz omuza verecek, batonlarını mızraklar gibi öne tutup yüksek sesle bağırmaya başlayacaklar. Bunun bir simülasyonu ya da tatbikatı yapıldı ama Ayı rolünü kimse oynamadı!.. Meraklı, aynı zamanda da zeki olan ayılar her zaman zayıf halka ararlarmış. Mesela grup halindeki savunma düzenini hiç bozmamak gerekirmiş, çünkü biri korkup grup dışına koşsa ayı da o zayıf halkayı parçalarmış.

Bir de "son çare" savunması vardı. Hemen yere yatıp elleri enseye kilitleyip cenin pozisyonu almak, ölü taklidi yapmak gerekirmiş, bu halde ayı birkaç kez insanı havaya fırlatıp gidermiş, daha doğrusu bu cenin olayı en az hasar alma pozisyonudur, ayrıca ayı sizin ona tehdit olmadığınız kanısına varır. Ayıdan kaçılamaz çünkü onlar yarış atları kadar hızlıdırlar!.. Ayı yavrularına ve yuvalarına da asla yanaşmamak gerekir!.. Aklıma gelmişken ekleyeyim, muz kabuklarını da doğaya atmamak gerekiyor, çünkü köstebekler bunu yerlerse çatlıyorlarmış.



Espirili ayı brifinginden sonra yola devam ettik. Yolun üzerine düşmüş pek çok ağaç vardı. Bir zamanlar bu ağaçlar bütün heybetleriyle ormanı seyrederlerken şimdi yerde cansız bir şekilde yatmaktadırlar ve bu biraz hüzünlüdür elbette.

Yere düşen ağaçların arasında bazen kapılar ve dar geçitler oluşur ve buralardan geçilir.



Ana yemek molamızı yüksek bir yerde verdik. Yürüyüş boyunca hava mükemmeldi diyebilirim. Yağmur yoktu (ki en önemlisi buydu), 10 derede kadardı, rüzgar oldukça azdı. İdeal bir trekking havasıydı. Karlar pek çok yerde erimişlerdi, bir Mart sonu havası vardı açıkçası.




Yürüyüşümüz esnasında bir ara uzaktan Alıç Dağı'nı gördük. O dağ halen karlıydı.



Ana yemek molası sırasında ben kulübemsi bir yer gördüm. Nedir bu derken Müslüm bey buranın Kara Akbaba gözlem evi olduğunu söyledi. O an için hiçbir "Akbaba" ya da "Akanne" göremedik ama vadiye indiğimizde çok sayıda gördük. Yükseklerde uçuyor, fare ve tavşan arıyorlardı. Uçarkenki özgürlüklerine, süzülürkenki zarifliklerine imrendik. Çelikten bakışlarla bütün bir bölgeyi radar gibi tarıyorlardı.




Yürüyüşümüz yine "Lay lay lom" şeklinde devam etmekteydi; Müslüm bey saat 3 gibi minibüse ulaşacağız dedi ve işte ne olduysa o anda oldu! "Lay lay lom" yürüyüş dalga dalga gelen bir mukavemet yürüyüşüne, bir çeşit keşif ekspedisyonuna dönüştü; Faruk'un deyişiyle Müslüm hocanın "Altın golü" geldi!.. Herkes saat 3'te minibüse gitmektense yolun uzatılmasını, hiç yorgun olmadıklarını, maçın uzatılmasını istedi, bazıları daha fazla istediler!.. Böylece Müslüm Öndeş bey İsa'nın meşhur sözlerinden biri olan "Dileyin, size verilecek, arayın bulacaksınız, kapıyı çalın size açılacaktır!" felsefesinden yola çıkarak "Madem istiyorsunuz, o halde yolu uzatalım!" dedi. Maç, uzatmalara kaldı!..



Uzatma kararıyla birlikte ilk "zorlu dalga" geldi. Fluctuat Nec Mergitur deyişi, Latince, "Dalgalarda savrulur, yalpalar, ama batmaz" şeklinde bir sözdür ve ilk dalga bizde böyle bir etki yarattı. 70 derecelik bir bayıra cepheden yukarı yüklendik. Zorlu ama zevkli bir çıkış oldu. Taşlar, kayalar yuvarlanıyorlardı ve Müslüm bey bu konuda dikkatli olunmasını istedi. Nitekim (netekim) ilerideki bir zamanda bir ara benim ayağıma yukarıdan yuvarlanan büyükçe bir kaya çarptı, ama sadece 1-2 metre hareket etmiş olduğundan yüksek hızla çarpmadı, yine de baya acıttı, sanki biri betondan ayağıyla tekme atmış gibi hissettim, ben de ona çaktırmadan tekme attım!.. Bu arada o kayayı bana kim yolladı, çıksın ortaya? :)






Zaman zaman, kökleri artık açığa çıkmış, ilk kar yağışında devrilmeye mahkum olan şansız ağaçlar gördük. Hasan Tahsin Çetin bey de bu ilginç görüntüleri fotoğrafladı. Zaman zaman "çiçek toplaması" yapıldı, yani ihtiyaç molası verildi.




Karlı ve uzun bir yoldan epeyce yukarı yükseldik. Burası benim "Ticari yol" dediğim orman içi yollardandı. :) Bu yol üzerinde pençeleri oldukça büyük bir kurt izine rastladık. İz, yol kenarındaki göle gidiyordu, herhalde oradan su içmişti. Bu yolda tempo baya düştü; yorgunluk, soluk ve sessiz yüzünü bu yokuşta gösterdi. Müslüm bey artık bu tempoyla akşama, karanlığa kaldık dedi.




Yolumuzun üzerinde tuhaf bir koltuğa da rastladık, üzeri karla kaplanmıştı ve her halde insanoğulları oradan gittikten sonra bir ayı ya da bir kurt gelip o koltuğa oturuyordu!..



Çok uzaklardan Patalya'yı gördük. Oraya yarım saatte gideriz diyenler oldu ama Müslüm bey oraya ne kadar zamanda varılabileceğini daha doğru kestirebiliyordu. En az 1-1.5 saatlik yol daha vardı. Vadiye doğru inişe geçtik; çok sayıda iniş, çok sayıda çıkış yaptık; bunlara "dalga" ismi verildi. En son Patalya'ya vardığımızda sanırım 8. dalgaydı. "Tamam artık zorlu bir etap kalmadı!" diye düşünürken Müslüm bey bağırıyordu: "6. dalga başlıyor," yani ya zorlu bir yan geçiş ya da zorlu bir iniş/çıkış yapılıyordu. Fakat eğer sol tarafımız çalışmışsa bu kez sağ taraf çalıştırılıyordu, yani dengeli, dengeleyici bir yürüyüş yapılıyordu. Aşağıdaki fotoğrafta uzaktan Patalya tesisleri görünmektedir.




Karanlıkta bir de dere geçtik, hatta birden fazla geçtik. Suyun kalınlaştığı yerler de vardı.




Nihayet Patalya ve onun levhası göründü. Etraftan güzel mangal kokuları da geliyordu; ben baya acıkmıştım, eve geldiğimde 3 tane dolma yediğim halde halen de açım!.. Artık ekipte biraz yorgunluk belirtileri başlamıştı, yine de hızlıca yürünüyordu ve "9. dalga yapalım mı?" denebiliyordu, ama bence espri olarak deniyordu!..

Bu yürüyüşlerde ve öncekilerde de hep dikkatle incelediğim üzere "insanların belirli bir yapıları" vardı ve bu değişmiyordu, bunu herkeste gözlemliyordum. Köroğlu Zirve yürüyüşünden tanıdığım Ünal bey yine oradaki gibi burada da bağımsız rota denemeleri yapıyordu!.. Ekim ayından itibaren katıldığım 7 etkinlikte de ben "Herkesin değişmeyen bir tarzı, değişmeyen bir sitili var" olayını gördüm. O yüzden şu aklıma geldi ki "Bir insanı ya olduğu gibi severiz ya da sevmeyiz!" Yani insanlar temelde değişmezler, onları o halleriyle kabul ya da red edebiliriz ancak. Bunu, yani değişimi başarabilenler olabiliyor elbette, ama çok ender. Gece yatağına yattığında insan, "Bugün ne hatalar yaptım?" şeklinde düşünürse ve bunları bir dahaki sefere yapmamaya çalışırsa o zaman değişim de mümkün hale gelebilir ama çok uzun zaman alır, bir anda olmaz. Mesela ben değişimi yapabiliyorum; yürüyüşlerde hep atlet giyerdim, ısrarla giyerdim, artık termal içliğe geçtim! Benim için büyük değişim! :) İnsan, bilgelik yolunda ilerlerse, kendisini sürekli yapıcı olarak eleştirirse değişebilir, olumlu yönde değişebilir ve değişmelidir!.. Bunun sırrı da biraz kendimize o Kara Akbaba gibi yüksekten bakmak, ne yaptığımızı, kendimizi uzaktan, bir başkasının gözüyle seyredebilmektir. Farkındalık, bilgeliktir!.. Farkındalık her şeyi değiştirir, farkındalık dünyayı değiştirir.




Minibüse vardığımızda Kaptan Ahmet bey çeşmenin yanında bize aşağıda resmi olan tüpgazla çay yapmıştı. 15 KM'lik "Çamlıdere Yaylası- Kızılcaören Köyü Geçişi," 23 KM'lik "Çamlıdere Yaylası - Soğuksu Milli Parkı Giriş Çeşmesi geçişine" dönüştü. Etkinliğin 2. aşaması zorluydu, mukavemet gerektiriyordu; toplam 7 saat yürüdük, çok sıkı bir yürüyüş oldu. Benim çantamın bazı klipsleri olmadığından bütün yük omuzlarıma bindi ve halen bir ağırlık var omuzlarımda. Eve gelince en harika olan şey bütün o yorgunluğu alan uzun, upuzun sıcak duştu. Bu yazıyı yazarken de güzel bir Yakut kırmızı şarap açtım; doğanın bize sunduklarına teşekkür ettim.

Güzel bir etkinlikti. İnsan ormandan çıkıp da eve geldiğinde yüzünde bir parlaklık oluşur. Bol oksijen, toksitlerin atılması gibi şeyler insanı parlatır, cilalar, büyük şehirlerin bulandırıp zehirlediği zihnini açar, berraklaştırır, yaşamın saçmalıklarını ve aptallıklarını ve gereksiz hırslarını, anlamsız ihtiraslarını, boş tutkularını daha iyi görebilmesini sağlar!..

Bu etkinlikte yine değişik şeyler öğrendim ve daha önce bildiklerimi de teyit etmiş oldum. Mesela Alexandre Pope, "Bir ağaç, herhangi bir prensten daha soyludur," der ki bu çok doğrudur. Biz bugün, bu soylu canlıların hükümdarlığında dolaştık. Bu yazı vesilesiyle herkesin yeni yılını kutluyorum ve mutlu yıllar diliyorum. 2010'da herkesin arzularına ve hayallerine kavuşmalarını, her şeyin gönüllerince olmasını dilerim...

Gece yarısını bir hayli geçmiş; Ankara yağmurlu; çatı katındaki çalışma odamda yağmurun sesini duyuyorum; yeni yılda kardan adam değil yağmurdan-adam yapılabilecek ancak!..

Yazımı yıl başına uygun bir şarkıyla bitireyim: Blue Christmas Without You, Elvis Presley ve Martina Mcbride.

http://videoizle.video75.com/qzJEtpYoNbD/elvis-presley-martina-mc/

Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment