Saturday, January 2, 2010

ADKK Etkinliği -3



Bugün, yani 3 Ocak Pazar günü, Milattan Sonra 2010 senesinin ilk yürüyüşünü Ankara Dağcılık Kayak ve Kış Sporları İhtisas Kulübü ADKK grubuyla Hasan Dağı'nda yaptım. Hasan Dağı öteden beri yakından görmeyi, özellikle kışın çıkmayı çok istediğim bir dağdı. Zaten yazın bu dağ "tozutan" bir dağmış; rüzgar çıkınca her yer toz duman olurmuş. Bu dağın koni biçiminde düzgün, simetrik bir yapısı vardır; gerçi yakınına gelince pek de öyle olmadığı görülür.



Aşağıdaki fotoğrafta dağın küçük ve büyük zirveleri görülmektedir. Bir zamanlar o civarlarda yaşamış olan evliya Hasan Dede'den dolayı dağa bu isim verilmiş. Daha önce bir yazımda belirttiğim gibi dağ gibi bir dağdır burası ya da adam gibi bir adamdır! Melendiz dağları volkanik grubuna aittir. İlk kez 6 milyon yıl önce patladığı söylenir. Ben Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde Alacahöyük resimlerinden birinde bu dağın patlarken resmedilmiş bir tablosunu hatırlıyorum.



Bu 3268 metrelik dağa Stratovolkan derler, yani tıpkı Ağrı Dağı gibi sertleşmiş lav ve kül tabakasından oluşmuştur. Bu volkanların lavlarının akışkanlığı az olduğundan uzağa yayılmadan soğuyup sertleşirler ve bu nedenle stratovolkanlar genellikle yayvan değil dik ve yüksek olurlar. Müslüm bey bu dağın bir zamanlar 6000 metre kadarlık bir yüksekliğe sahip olduğunu söyledi, daha sonra çökmelerle 3300'lere kadar inmiş; 2000 yıldan beri de yanardağ uyumaktadır. Ankara-Aksaray yolu üzerinde gidilirken birdenbire Hasan dağı bir Herkül gibi karşımıza dikilir ve "Vaktiniz varsa gelin bana tırmanın" diye karlı ve rüzgarlı bakışlar fırlatır. Sanki yalnızlıktan kurtulmak ister gibidir.


Sabah 5.58'de biyolojik saatle uyandım; 3 dakikalık bir tembellikten sonra 6.01'de yataktan kalkarak, termosları sıcak sularla doldurup ev yapımı ayva reçelli sıkı bir kahvaltı yaptıktan sonra 7.26'da Bilkent köprüsünün altında ODTÜ'den Yahya Kabak beyle buluşarak Armada'nın yolunu tuttum. Faruk bu hafta işi olduğundan gelemedi. Birkaç günden beri Ankara'da lodos esmekteydi. Cumartesi günü iyice yağmur da yağmıştı. Bu hoş lodos rüzgarları genellikle güney batıdan, Ege ormanlarını da yalayarak taze solukla gelirler; ben rüzgarları pek sevmem ama kışın Ankara'da rüzgar esmesini çok isterim. Nitekim bu sene şans bizden yana esiyor; Lodos Ankara'ya bir daldı, bütün kirli havayı silip süpürdü; memlekete de böyle bir lider lazım sanırım!.. İster kömür yansın isterse fabrikalar olsun, büyük şehirlerde rüzgar, hava kalitesini müthiş yükseltiyor. Rüzgarın olduğu her şehirde hava temizdir.



Saat 7.47 gibi Ankara'dan Konya yoluna çıktık; yol boyunca meşhur Tuz gölünü gördük. Gölün kenarlarında Tuz işletmeleri vardı. Bu göl, deyim yerindeyse "Ölü" bir göldür; değişik bir sessizliği vardır. Masamızdaki tuzların bir kısmı buradan, bu devasa gölden gelirler. O kadar sığdır ki, dibi her yerden görülür ve küresel ısınmadan payını almakta, maalesef kurumaktadır.






Konya'ya giden yol ayrımını da geçtikten sonra Şereflikoçhisar'a geldik; memleketi Denizli-Güney olan Hasan Tahsin Çetin beyin ilk görev yeriymiş burası. Binalar birbirlerinden oldukça dağınık halde geniş bir alana yayılmışlardı. Konya yol ayrımından sonra levhalarda Adana yazıyordu. 3 saatlik bir yolculukla Aksaray'a vardık; oradan da Helvadere'ye hareket ettik. Bu yolda ilerlerken yavru volkanlar gördük. Bunlar, ana volkanın öfkesinden pay alan küçük bacalardı. Lavlar, buralardan da fışkırmışlardır.




Helvadere kasabası Hasan Dağı'nın eteklerindedir. Aksaray'a 30 KM kadardır. Yol boyunca ikinci molayı burada bir kahvehanenin önünde verdik. Çaylar içildi ve tozluklar takıldı. Bakkaldan pişmiş yumurta alacaktım ama son anda vazgeçtim. İnsanın içinde 2 ses olur: Risk al ve risk alma! Ben, acaba bu yumurtalar bayat olurlar da midemi rahatsız ederler mi diye düşünüp son anda almaktan vazgeçtim!.. Bakkal da bana pek güven vermemişti açıkçası!.. Aşağıdaki fotoğrafta minübüsü kullanan Ahmet bey görülmektedir. Ahmet beyin kardeşi de gelmişti; ön tarafta oturduğundan benim yerim kapılmış oldu! :) Sağolsun Erol bey (O da önde oturmayı sevenlerdendir) benim geçen haftaki yazımı okuduğundan ön tarafı sana verelim dedi; artık bir dahaki sefere manzaralı yeri kaparım umarım! :) Arkalarda kendimi hapishanede gibi hissediyorum; ufkun en iyi görüldüğü yer en öndür!.. Yürüyüşlerde de Müslüm bey tabii en önde yürür, ben de hemen ikinci sırada olmayı tercih ederim, yine etrafın manzarasını daha geniş bir açıdan görebilmek için ve de anlatılanları kaçırmamak, bilgilerimi artırmak için!..






Helvadere'den helva yemeden minibüsle yukarı doğru çıkmaya başladık. Amacımız Karbeyaz oteline kadar minibüsle çıkıp oradan yürüyüşe başlamaktı. Ancak 1700 metreye kadar minibüsle çıkabildik; buradan sonra kar lastiklerine rağmen buzlanmış yolda ilerleyemedik ve araçtan inerek yürüyüşe başladık. Yer yer güneş açmaktaydı; hoş ama serin bir hava vardı.






Hasan Dağı, aşağıdaki fotoğraftan da görülebileceği gibi heybetli görüntüsüyle bizleri selamlıyordu, daha doğrusu bize öyle geliyordu!.. Başı dumanlıydı; zirve taraflarında kar yağdığı belliydi. Müslüm Öndeş bey "Kar Körü" olmamamız için herkesin gözlüklerini takmalarını istedi; Muharrem Varol bey haricinde herkes taktı. Muharrem bey zaten eldiven de takmıyor, baton kullanmıyor, yere sağlam bastığından bir iki önemsiz düşüşün dışında sanki Kızılay'da yürüyormuşçasına yürüyor!.. "Biz köylerden alışığız" diyor. Sanırım Türki Cumhuriyetleri'nde de bulunmuş ve dağ işlerine alışkın. Kaz tüyü montundaki bir delikten kaz tüylerinin dökülmesine de hiç aldırış etmiyordu; sonunda kaz tüyü montun tüyleri bitecek ve sadece mont kalacaktı! :) Dönüşte Müslüm bey Muharrem beye yedek eldivenlerini verdi.



Ticari yolda kısa bir süre yürüdükten sonra yoldan sapıp iniş ve çıkışlara başladık. Devasa kayaların önlerinden geçtik. Rotamız Karçukuru Kilisesiydi. Burada, bu yükseklikte bir kilisenin olduğundan yöredeki insanların da haberlerinin olmadığını söyledi Müslüm bey.




Karçukuru Kilisesi harabelerine vardığımızda biraz çevrede gezindik. Arap saldırılarından korunmak amacıyla böyle yüksek bir yer seçmişler. Harabeler her zaman gizemlidirler ve ben böyle yerleri pek severim; burada çalışan rahipleri, zangoçları düşündük, neler yaşandığını, yanan mumların titrek alevlerini hayal ettik. Manastırlar da benim en çok ilgimi çeken alanlardan biridir. Müslüm bey define avcılarının açtıkları çukurları gösterdi. Bu açgözlü define avcıları bu tür yerleri yağmalamaktadırlar. Aşağıdaki çukur da oldukça derindir ve yakından bakıldığında volkanik katmanlar görülebilmektedir. Ama o köşede duran baton tarihi bir baton değildir!:)





Aşağıdaki fotoğrafta da Olcay Özbey bey harabeleri fotoğraflamaktadır. Olcay beyin makinesi bir süre sonra soğukta emekliye ayrıldı ve çekimler de bitti. Ben birkaç kez Olcay beye rakımı sordum. Elindeki saat rakımı basınç ölçerek vermektedir. Aslında ayıp olur diye devamlı soramadım, yoksa devamlı "Rakım kaçtı?" diye sorardım hiç şüphesiz! :)




Kiliseden sonraki rotamız Karbeyaz oteli oldu. Bu otel biraz terk edilmiş bir havada, çok sessiz; geceleri burada hayalet hikayeleri anlatılabilir!.. Bu arada söylemeyi unuttum, etkinliğe 4'ü bayan 14 kişi katıldı. İlk önce liste 13'tü, sanırım sonradan Bilkent Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünde çalışan Profesör Ülkü hanım da katıldı.






Karbeyaz otelin çevresindeki kayalıklarda mola verdikten sonra otelin önünden yürüyüşe devam ettik.



Semih hoca kar paletleri takılmış minibüsü hayretle izledi; o minibüsün o paletlerle hareket edebileceğini pek sanmıyorum!..




Karkın yaylasına doğru gittik. Rüzgar şiddetini artırmıştı. Hissedilen soğukluk eksilere gelmişti. Zaman zaman rüzgarın yerden kaldırdığı karlar yüzümüze tokat gibi çarpıyorlardı. Benim Salewa polarım gayet iyiydi. Sadece bir içlik ve bir 2. katman polarla yürüyordum, vücudumun ana gövdesinde ve ayaklarımda hiçbir üşüme olmuyordu. Asıl üşüme daha yukarı çıktığımızda, eksili derecelere ulaştığımızda ellerde başladı!..





Yürüyüşü ekip düzeninde, tek sıra halinde yapıyorduk. Herkes artan rüzgara karşı değişik önlemler almaktaktaydı. Meral Kılıç hanım yemeniyle yüzünü iyice kapamıştı; Yahya bey balaklava denilen kar maskesini takmıştı. Hasan Tahsin bey atkıyla yetinmişti. Olcay Özbey bey kayak gözlükleri takmıştı; benim güneş gözlüklerim vardı!.. Muharrem beyin her zamanki gibi hiçbir önlemi ya da şikayeti yoktu! Doğrusu böylesine efendice, sakince, mutluca yürüyen birini daha ben hatırlamıyorum ve takdir ediyorum. 2. sırayı seviyordu ve 2. sırayı seven birkaç kişi sürekli, çaktırmadan atak yapıp bu sırayı kapıyorduk. 1 saniye fotoğraf çeksem benim 2. sıram hemen el değiştirmiş oluyordu! :) Hasan Tahsin bey de her zaman neşeliydi; en çok "Allah Allah, Allah" ya da "Vay vay vay," sözlerini kullanıyor, yürüyüşten keyif alıyordu. Adıyaman besni üzümünü ben ondan öğrendim; gerçekten çok lezzetli ve enerji verme bağlamında kuvvetli bir üzüm çeşidi. Ben yanıma Cevizli sucuk da almıştım; CEPA'daki bu cevizli sucuklar üzüm pekmezinden yapılıyorlar ve müthiş enerji verebiliyorlar, sanırım o yüzden dik tırmanışlarda hiçbir yorgunluk hissetmedim!.. Yahya bey de kar fırtınasına her girdiğimizde "Sanki Everest'te gibiyim yaw" diye tekrarlıyordu! :)






Yükseldikçe Kapadokya ovasının muhteşem görüntüsü gözler önüne seriliyordu. Uzaklardan Helvadere göleti görülüyordu; etkinlik sonrası orada alabalık yemeyi planlıyorduk, ama kimse istemeyince iptal edildi. Hava koşulları iyice sertleşmişti. Rüzgar aniden vuruyor, biraz tepelik yerlerde insanı sallıyor ve hatta savuruyordu. Müslüm beyin dediği gibi Kış Dağcılığına giriş etkinliği, iyi bir eğitim her manada gerçekleşiyordu. Ben her zaman fotoğraf çekemiyordum; enfes doğa manzaraları, kar fırtınaları oluyordu ama fotoğraf çekmek için eldiveni çıkarınca elim donuyordu, kameranın merceği sulanıyordu!.. Doğanın bütün enfes görüntüleri elbette halen hafızamdadır. Aşağıda bir kar fırtınası tozu görülmektedir.






Yarı buzlaşmış yerlere geldiğimizde Müslüm bey ayakkabısıyla basamak yapıyordu. İyi bir ayakkabısı vardı, altı çok sertti ve böyle durumlarda çok yararlı oluyordu bu tür ayakkabılar. Bu yan geçişler doğrusu insanı biraz ürkütüyordu. Ben buzulumsu kaygan ve eğimli yerlerden özellikle yan geçişleri ayağıma krampon taksam bile hiç sevmiyorum; sanki buzulumsu yapı tümden, kitle halinde kopacak gibi geliyor insana!.. Tabii risk daha fazlalaşmış olsa Müslüm bey ya rotayı değiştirecek ya da çantasında asılı duran kazmayı indirip basamak yapacak, gerekirse ipli emniyet olayını da devreye sokacaktı. Kısacası tam teçhizatlı gelmişti. Ana yemek molasını 2300 metreden sonra verdik. Şiddetli rüzgardan biraz korunmak için kayalıkların arasına sığınıp yemekleri yemeye başladık. Burası 2400 rakımdı. Çoğumuzun hatası burada eldivenleri çıkarmak oldu; daha doğrusu eldivenlerimiz kaba olduğundan çıkarmak zorunda kaldık. Ve bundan dolayı da bir süre sonra çoğu kişide el parmak uçları donması başlangıcı yaşandı. Yemek sonrası kan mideye yönelir. Ülkü hanımda ve birkaç kişideki donma olayının ciddi olduğunu düşünerek Müslüm bey "buradan iniyoruz" kararını verdi ve çok da isabetli, profesyonelce bir karardı; çünkü ekiptekilerin sağlığı ve güvenliği her şeyden önce gelir. Uyuşan birkaç eli canlandırmaya çalıştı; kan dolaşımı için ellerinizi çırpın diyordu. Benim de el parmak uçlarım sızlıyordu, hafiften hissizleşme başlamıştı. Daha dün ABD Elçiliği karşısındaki Adrenalin mağazasından 105 liraya aldığım Gore-Tex Lafuma da bir işe yaramamıştı, lafta kalmıştı; Müslüm bey bu eldivenin içine bir "iç-eldiven önerdi" ve soğukta yemek yerken bu hafif "iç eldiveni" kullanmak gerektiğini söyledi; 33 yıllık mimar olan Erol bey ve ben de buna iyice ikna olduk. Bunları hafızamıza kaydediyorduk. Zirve, çıkılırsa gece yarısına kalınacağından, gerekli malzeme olmadığından dolayı söz konusu dahi değildi, ama bu sert Sibirya rüzgarında 2750 bile zordu. Kara bulutlar yoğunlaşıyordu, yoğun bir kar fırtınası geliyordu.





İnişe geçtik; iniş yolunda bazen yükseldik, bazen dik yerlerden indik, düştük, kalktık, kaydık, tutunduk; geven dikenler elimize, ayağımıza battılar. Yahya beyin yükseklik korkusu vardı; dik bir yamaçtan yatay geçiş yaparken "Oradan tırstım" dedi Yahya bey ki bence gayet de tırsılacak bir yerdi!.. :) Kayalık vadilerden geçtik.



Rüzgar bazen sertçe esiyor, kuytu yerlere gelince aniden vanası ya da düğmesi kapatılmış gibi duruyordu, "şaka yaptım" der gibi uğulduyordu. Uzaklardan şelale sesi duyanlar oldu, ama bu ses sadece rüzgarın gizemli konuşmalarından başka bir şey değildi. Bir ara ben de sessizleşip bu konuşmaları dinledim.




Yolumuzun üzerindeki bir kayalıkta volkanik taşların ilginç yapıları açıkça görülebiliyordu. Uzaklarda sağa sola mermi gibi koşan bir tavşan da gördük. Her zamanki gibi kurt sürüsü izleri vardı.



Aşağıdaki fotoğrafı artık elim ısındığı ve parmaklarımı hissetmeye başladığımda çektim. En önde yürüyen Olcay Özbey beydir. Rotamız dağ eviydi, herkes parmaklarına yeniden kavuşmuş olmanın keyfi içindeydi. Dağcıların dünyasında parmağı kesilmiş hatırı sayılır insan vardır! Doğrusu ben serçe parmağımın küçük bir parçasını bile dünyanın bütün dağlarına değişmem! :) Bedenimiz önemlidir, çünkü biz sadece onunla varız, bedenimiz ve zihnimiz var, başka da bir şeyimiz yok!..






Kaptan Ahmet bey ve kardeşiyle buluştuk; sıcak çay yapmışlardı. Yol üzerinde gördüğümüz yeni harabelerin civarında sertçe yağan bir kar yağışı başladı. Bir anda her yeri bulutlar kapladı, görüş alanı 10 metreye kadar düştü. Ülkü Yüksel hanımın burada "2 dakika durun da yağmurluğumu giyeyim" sitemi vardı!..



Hava ne kadar da çabuk değişebiliyordu, inanılmaz bir hızdı bu!.. Şimşekler kızılımsı bulutlar altındaki aşağı ovada çakmaya başlamışlardı ve bu harika bir görüntüydü. Şimşekler bana her zaman üstat Shakespeare'in Macbeth oyunundaki esrarengiz cadılar sahnesini hatırlatırlar. 3 cadı buluşmuş, Kralın komutanlarından Macbeth'in kaderi üzerine konuşmaktadırlar...



Dönüş yolculuğumuzda Ağaçlı tesislerinde durup çorba içtik.






Yol boyunca pek çok konu konuşuldu, hatta yüzlerce konu konuşuldu diyebilirim. Malzemeler konuşuldu; eşleri olanlar eşlerinden, çocukları olanlar çocuklarından, emekli olduklarında neler yapacaklarından bahsettiler. Etkinliğin ücreti de oldukça makuldu; yol uzundu. Genellikle insanlar bir şey yaparken Müslüm beye soruyorlardı, mesela "Artık güneş gözlüklerimizi çıkaralım mı?" türünden. Bu sorular hoşuma gidiyordu, çünkü insan sorarak öğrenir ve de bu konuda tecrübesi olana danışmak doğru bir davranıştır. Esasen usta da yoktur, herkes öğrencidir; herkes herkesten bir şeyler öğrenir; ve insan hayatı boyunca "alıcılığını" yani öğrenciliğini asla kaybetmemelidir.




Müslüm beyin sigara konusundaki kesin fikirlerini de tamamen doğru buluyorum. Sigara berbat bir şey ve çok eski trekking etkinliklerinde sigara içilmesi olaylarını anlattı Müslüm bey. İnsan sadece kendi yaşamına karşı değil başkalarına karşı da sorumludur. Sigara içip ileriki zamanlarda sakat kalan insanlar kendi sevdiklerini de sorumsuzca yakmaktadırlar; sigara yüzünden hastalananlara, sakat kalanlara kim bakmaktadır?.. O yüzden ben sigara olayından hiç hoşlanmıyorum; sigaralı yerlerde artık nefesim kesiliyor, kahvehane gibi yerlere asla girmiyorum. İradeli insan ve sorumlu insan sigara içmez ve içmemelidir, çünkü insanın kendisini ve başkalarını zehirlemesi, hastalandığında sırf bu egoist hata yüzünden onları kendisine bakmak zorunda bırakması, onlara acı vermesi bir hak değildir. Doğanın o muhteşem havasını soluduğumuzda kendimizi ciğerlerimizin yerine koyalım, biz onlarla varız, onları bilgimiz ve bilinçliliğimiz ölçüsünde korumak zorundayız!..


Bu güzel etkinlik, Armada'nın önünde son buldu. Yıl başı için Armada'nın önüne ışıklı ağaçlar koymuşlardı, ışıl ışıl, büyülü bir şekilde yanıyorlardı.






Bu yazıyı yazarken şu anda yine yağmur yağıyor, sabah 2.48 olmuş, biraz Shakespeare okuyup sonra da yatma vakti!.. Yazımı, güzel bir müzikle bitireyim; işte muhteşem üçlü los Tres Tenores ve Cielito Lindo, bütün zamanların en hoş operalarından...








Mehmet Murat ildan



No comments:

Post a Comment