Monday, December 7, 2009

ADOG Etkinliği -6



Bu Pazar günü kendimi 4 saatlik sıkı bir ağaç dikimine hazırlamıştım. Yukarıda resmini verdiğim Aluç Dağı zirvesinin çıkış öyküsünden önce bundan kısaca bahsedeyim. Ağaç Dikimi etkinliği iptal olmamış olsaydı muhtemelen şöyle bir yazı başlangıcı yapıyor olacaktım: "13 Aralık 2009 Pazar günü yani bugün ADOG'un 'Ağaç Dikimi' etkinliğine katıldım. Bu ülke topraklarında yaşayan insanların bu ülkeye yapabilecekleri en büyük 5 iyilikten biri ağaç dikmektir. Etkinliğin yeri Polatlı yakınlarındaki Yenimehmetli köyüydü. Eskimehmetli köyünün hemen az ilerisinde bir yerdi diyeceğim ama Eskimehmetli diye bir yer yok! :)



Etkinliğin asıl düzenleyicisi Kırsal Çevre Derneği; ADOG da buna katkı verecekti. Benim yabancı olmadığım bir dernekti bu. Uzun yıllar önce ODTÜ Doğa Topluluğu bünyesinde bu derneğin pek çok toplantısına katılmıştım. Dendroloji denen Ağaçbilim alanındaki bazı toplantılardan aklımda kara çamla sarı çam arasındaki farktan başka pek bir şey kalmadı. Kara çam kara oluyor ve sarı çam da sarı! Deha, işte böyle bir şey olmalıydı! :)


Sabahın seher vaktini geçtikten sonra 7.45 gibi Armada'dan yola çıktık ve 1.5 saatte Yenimehmetli köyüne ulaştık. Burası Polatlı'dan 20 km uzakta. Polatlı da benim yabancı olmadığım bir yerdir; güzel araba CD'leri alırsam Polatlı tarafına doğru yolculuk ederim, saygıdeğer Kral Midas'ın mezarına uğrarım. Araba şarkılarından birini de hemen lafı geçmişken buraya ekleyeyim, belki ADOG bu tarz güzel uzun yol müzikleri çalar yollarda! :) İşte Beautiful Life:



Yenimehmetli 1063 rakımlı bir yer. Çamurlara basınca rakım 1062'ye kadar iniyor!.. Buranın ismi Ruta diye de geçiyor; Urfa tarafından Rutan aşiretine bağlı insanlar 200 yıldan fazla bir zaman önce buraya göç etmişler. Kürt kökenli vatandaşların yaşadığı bir yer kısacası. Sinop'un Boyabat ilçesine bağlı da bir Yenimehmetli köyü var. İlginç bir şekilde onlar köye ilk gelen Mehmetlü Türkmen boyundan dolayı Yenimehmetli ismini vermişler..."




Yukarıda belirttiğim gibi Ağaç Dikimi etkinliği maalesef aşırı yağmurdan dolayı iptal oldu ve bugün, yani güzel bir 13 Aralık günü ilginç bir şekilde yine 13 kişiyle ADOG'un Aluç Dağı Etkinliğine katıldım. Şu sıralar memlekette ovaya inmekten, şehre inmekten bahsedilirken biz de aşağıdaki resimde görüldüğü üzere Patalya'nın lobisinde camekan içinde bulunan dağ keçisi misali dağa çıktık!..



Sabah 5'te kalktım. Ankara'da birkaç günden beri aralıklarla devam eden yağmur yağıyordu. Tişörtümü giyerken şimşekler çaktı. Gök gürültüsü bekledim ama bir ses gelmedi. Sonradan anladım ki zifiri karanlıkta Nike tişörtüm şimşek gibi çakıyor! Bu kadar elektrik üreten bir tişörtüm hiç olmamıştı, bir hidroelektrik barajı sanki! Naylon oranı yüksek şeyler giymemek gerek; çatır çutur ediyor; en güzeli pamuklu tişörtler!..



8'e 10 kala Armada'dan hareket edip Kızılcahamam yönüne doğru yola koyulduk. Yolda Mevlana'da çorba molası verdik. Ben bir Ezo gelin çorbası içtim; Kızılcahamam'ın özellikle ekmekleri çok güzel ve tazedir; Anadolu'nun henüz bozulmamış tadını yansıtırlar. Mevlana lokantası pek çok doğa yürüyüşü gruplarının uğrak yeridir ve genellikle aşırı kalabalıktır. Ben burada ADOG Gerede yürüyüşünden hatırladığım Hakkari-Komando Burak Şengül'e rastladım. Aradan geçen zamana rağmen beni uzaktan görür görmez çok samimi bir şekilde yanıma gelip konuşmasını takdir ettim. İçten yaklaşımlar yaygın değil enderdirler. Onlara güzel yürüyüşler ve karşılıklı "kaybolmamalar" dileyerek yola devam ettik.






Yolda bir ara Yahya Kabak bey ve Neslihan hanım köpek saldırıları, hayvan hakları üzerine tartıştılar. Yahya bey "Şehirde başıboş köpek olmaz, bu medeniyete uygun değildir, hepsinin sahipleri olmalı ve başı boş olmamalılar" ya da "uyutulmalılar" dedi. Neslihan Avcı hanım buna epeyce içerledi; bir hayvan hakları sohbeti ya da çekişmesi oldu. Tabii Neslihan hanımın vejetaryen olmayışından Yahya bey bir karşı argüman geliştirdi. Bu arada Yahya bey de ODTÜ Fizik mezunu, sonrasında doktora yapmış ve bugün de artık emekli. Yine de günde bazen 8 saat fizik çalışıp yeni şeyler öğrenmeye çalıştığını söyledi. Bu kez olay farklı tabii. Daha önce ODTÜ'deyken mecburiyetten çalışma vardı; şimdi özgürlük içinde, severek çalışma var ki en güzeli de budur zaten. Mecburiyetin ve görev mantığının baskısı insanın üzerinden kalktığında yaratıcı güç de uykudan uyanır, keyifli bir öğrenme süreci yaşanır.



Kızılcahamam'ı geçtikten 6 Km kadar sonra Çamlıdere'ye dönüş vardır; bu yollarda ilerlerken bir de Şeyh Ali Semerkandi Türbesi diye bir levha gördüm. İslam dini peygamberinin manevi evladı Ömer ül Faruk'un 4. soyundan gelen birisiymiş bu kişi. Ya da şöyle söyleyeyim, 2. Halife Ömer'in torunlarından biriymiş. Tam da burada "so what?" denebilir tabii, ama tarihi şeyleri bilmek güzeldir. Fırsat olursa bir gün türbeyi görmek gerek. Bu bölgenin bir özelliği de 1. dereceden deprem bölgesi olması! Zaten nerede sıcak su kaynakları varsa orası hep deprem bölgesidir.





Yol üzerinde Aluç Dağı Mesire levhasını gördük. Dağa, Aliş Dağı diyenler de var. Ancak herhalde asıl ismi Alıç Dağı olmalıydı, şu bildiğimiz mayhoş meyve; aynı isimli bir dağ da Mersin taraflarında bulunuyor. Elmadağ'da elma görmediğim gibi bu dağda da tek bir tane alıç bitkisi görmedim; Alıç ne işe yarar derseniz yaprağı ve çiçeği birlikte kullanıldığında kalp kasları için çok yararlıymış; meyvesi de kalp için faydalı... Doğru mu değil mi buna modern tıp çalışmaları ya da pratik hayatın kendisi karar verir elbette.





Aluç Dağı'na çıkmadan önce yayla evlerinin içinden geçtik. Buranın İsviçrevari manzarası beni oldukça şaşırttı ve sevindirdi. Güzel villa evler var; son derece sakin, huzurlu ve müthiş bir oksijen, Ankara'dan sadece 1 saat uzaklıkta. Belki de buradan, Alıç Dağı'nın eteklerinden bir villa ev satın alıp haftanın 3-4 günü buralarda yaşamak gerek. Benim açımdan özellikle ilham verici bir yer olacağını ve yaptığım işe uygun sakin bir atmosfere sahip olduğunu söylemeliyim.





Yukarıdaki fotoğrafta görülen evlerin hemen arkasındaki ormandan oldukça dik bir çıkış yapmaya başladık. Zik zak çizerek değil de "Bodoslama" yaptık. Bu çıkışlarda gerçekten de iyice üşüyerek çıkmak gerek. Ben montumu çıkardığım halde kazaktan dolayı terledim; temel kural çıkışta terlememektir ya da terleyince atlet değiştirmek gerekir ki bu da zahmetlidir. Bu kez evden aldığım yağmurluk fena değildi ama içine 4 tane Murat girebilirdi, fazla panço havası vardı ve ben pançoları çok faydalı da olsalar pek sevmem.


Ağaçların altından yürürken sürekli olarak kar serpiştiriyordu, uzaklardan avcıların tüfek sesleri, yürüyüşlerden çıkan kart kurt sesleri işitiliyordu. Rüzgar bazen sert esiyor, ağaçlardaki karlar birkaç saniyeliğine kar fırtınası, havadan gelen kar çığları yaratıyorlardı, enseden içeri dalıp eriyip aşağı doğru yavaşça ilerleyerek sırtta soğuk şoklar, yılansı masajlar yaratıyorlardı. Çıkış yolu yer yer kayalıklı bir zemindi; Çamlıdere 1. derece Deprem bölgesi olmasına rağmen bu kayalıklı zemin nedeniyle sağlam bir yerdir, rahatlıkla ev alınır yani.








1300 metreden çıkışa başlamıştık. Orman içinde yükseldikçe harika kar manzaraları oluşmaya başladı; doğa yine bize gizemli ve hayali bir alemin mükemmel görüntülerini sundu ve bu görüntüler karşısında kendimi mutlu hissettim. 2002 yılında bir ODTÜ'lüden satın aldığım tozluğumu kullandım. Bana satarken "Kendi özel imalatımızdır; bu Everest tozluğudur," demişti ve de gerçekten hiç su geçirmedi, nazar değmesin tank gibiydi. O arkadaşa kendisinin gıyabında teşekkür ederim.

İsmini şu anda hatırlayamadığım bir arkadaş (Muhtemelen Ali) kar tanelerini beyaz leblebi şeklinde ağzına atıyordu!.. Siyah besni üzüm dağıtan da yine bu arkadaştı. Gerilerden Neslihan Avcı ve Lale Şenel hanımın "Yavaş gidin" şikayetleri "Mola!" "Kopma!" bağırtıları duyuluyordu, daha doğrusu duyulamıyordu!..



Kar yürüyüşlerinde benim en çok sevdiğim şey en önde yürümek ve kar yolu açmaktır. Bu kez bu fırsatı yakaladım. Kar çoğaldıkça en önde olmak en büyük zevklerden biridir; kara batan ayağı çıkarmak her seferinde zorlaşır, bazen kar çok derinleştiğinde insan kayan kumlar bataklığında olduğu gibi hareket edemeyecek kadar kara gömülür, karda boğulur. Yol boyunca pek çok devrilmiş ağaç da gördük. Salim beyin düz yollardan ziyade atraksiyonlu, daha zorlu yerleri seçmesi başkalarını bilemem ama benim açımdan olumlu bir şeydi. Zorluk derecesi arttıkça tatmin duygusu çoğalır. Kolay olan, çabuk unutulur. Kalıcı olan zor olandır. Yaşamın bütün kolaylıkları yalnızca birer gölgedirler; gölgeler bizde iz bırakmazlar. Sanki üzerimizden bir kuş geçer, onun solgun gölgesi üzerimize düşer ve yok olur gider. Oysa zorluklar kalıcı dövmeler gibidirler, zihnimize yerleşirler, bizde kalırlar.




ADOG'un bu etkinliğinin 13 gibi küçük bir grupla yapılması da bazı şeyleri kolaylaştırıyor. Öncelikle özgürlüğü arttırıyor. 60 kişiyle özgür olamazsınız; sayı ne kadar düşerse özgürlük, özgür ve hızlı hareket, hızlı karar verme o kadar artar. Gerçi bir ara Lale Şenel hanım çok hızlı yürünmesine ve az mola verilmesine epeyce kızdı; Gültekin Yılmaz beyi kastederek "Şu çocuk yardım etmese, geride kurda kuşa yem olacaktım" tarzında bir sitemi oldu, "Şu çocuk" lafı insanları kahkahaya boğdu ve yaşından genç görünen Gültekin beye yerinde bir iltifat oldu. İnsan zaman içinde bu tür hızlı tempolara alışır, insan zorlandıkça güçlenir ve hatta öteki yavaş tempolar ona kaplumbağa misali görünmeye başlarlar.




Hızlı tempomuz aynen devam etti; uzaklarda hayal meyal bir bina gördüm ben; kara göründü diye bağırdık, daha doğrusu zirve göründü diye. Burası orman Kulesiydi; Orman kulesi Alıç dağının zirvesidir, 1850 metredir. Ben en üste çıkmak için kulenin merdivenlerine geldim, ancak sadece 1. kata çıkılabiliyor, en tepenin kapağı kilitliydi. Burada sert bir rüzgar vardı. Ana yemek molasını kule dibinde yaptık. ADOG'un ana yemek molası da kısa sürüyor, ki bu fazla soğumamak için iyi bir şeydir.




Ben her zaman ton balıklı sandviç hazırlıyordum, bu kez Polonez marka dana jambon aldım; ileride vejetaryen olacağım için şimdi biraz et yiyeyim diyorum, zaten dilimleri jilet gibi ince kesmişlerdi; gözlük camına yapıştırsak görüntü kalitesi pek değişmeyecekti, pes dedirtecek bir incelik!..


İlk kez bir kış etkinliğine termos getirdim ve çok da iyi oluyor. Ablamın bana İsviçre'den hediye getirdiği termosun kapağına sıcak çay doldurup yudumlamak o soğukta harika oldu; midem bana teşekkür etti, ben ablam Ümit'e teşekkür ettim. Zirvede hava gerçekten soğuktu; hissedilen -10 gibi bir şeydi ve doğrusu 1850 metre elbette bir anlamda düşük bir yüksekliktir, ama dağda basit olan bir şey yoktur mantığı çok daha zekice bir mantık olur. O zirvede insan siste, tipide yolunu şaşırıp geceye kalsa, o kutup rüzgarlı yerde kolayca donar ve ölür!.. Sonra da bizim her şeyi bilen zeki medyamızın "3 kuruşluk dağda öldüler!" manşetleri gazeteleri süsler!.. :) Gerçek şudur ki her dağ komplikedir, her dağ ciddidir, her yükseklik ciddidir, özellikle kış çıkışlarında bu durum unutulmamalıdır...





Ben sırt çantamı ve eldivenlerimi kar üstüne bırakıp çantamdaki yiyeceklerin ağırlıklarını azalttım. Mahmut Sancaktaroğlu yine herkesle paylaşmak üzere pek çok şey getirmişti. Zirvede bir tahin helvası dağıttı ki o helva kadar insana enerji veren başka da pek bir şey yoktur. Minibüste yine herkese ayva dağıttı; Mahmut bey sayesinde Ayva'yı yemek olumlu bir deyişe dönüştü. O ayvalar oldukça büyükler ve ağırlar; onları etkinliğe gelenlere dağıtmak üzere getirmesi takdir edilecek bir davranış. Ayrıca bankadaki işine gücüne, ailesiyle ilgili işlere rağmen Pazar gününü doğa etkinliğine ayırması, hep saygılı ve güleryüzlü olmasını da doğrusu kutluyorum. Bizi halen şaşırtacak insanların olması güzel bir şey. Japonya'dayken bir yüzme havuzunda gecenin bir vakti orta yaşlı bir adam havuzdan çıkıp havuzdakilerin kendisine bakmadıkları bir zamanda onları saygıyla selamlayıp çıkması gibi bize basit görünen büyük hareketleri, insanın insana değer verdiğini gösteren bu tür ahlaki yükseklikleri ve altın çıtaları görmek beni her zaman mutlu ediyor.





Zirvede bir karar almak gerekiyordu. Ya 13 Km daha yol yürüyüp programda yazılı olan Patalya tesislerine gidecektik ya da geldiğimiz yerden geri o yaylaya dönüp minibüse ulaşarak Patalya'ya minibüsle gidecektik. Karda ve sisin yoğunlaştığı bir zamanda 13 Km az yol değidir. Biz zirvedeyken sanırım saat 14 gibiydi. Yürüyerek Patalya'ya ancak 19 gibi varabilecektik ki bu da en az 1.5 saat gece yürüyüşünü gerektirecekti ve kaplıca imkansız hale gelecekti. Böylece Salim bey riskli olmayanı seçti ve biz de bu görüşteydik. Üstat Osho "Ne zaman ki karşına 2 yol çıkarsa her zaman riskli olanı seç" der; ama insan bunu ya tekken ya da beraber olduğunuzda sizinle tekmiş gibi davranacak kadar size uyacak biriyle, senkronize birisiyle bunu yapabilir insan. 13 kişi küçük bir ekip de olsa ekiptekilerin yürüyüş tempoları değişiyordu; en iyisi yaylaya dönmekti.




Dönüş yolumuzu orman içi yollardan birine çıkarak yaptık. Kar epeyce yağmıştı. Yolda ve zirveye yakın yerlerde başka ayak izleri de görmüştük. Yol boyunca yine pek çok devrilmiş ağaç gördük, sanki bir Ayı Avro fiyatlarındaki değişimlere sinirlenip ortalığı dağıtmış gibiydi. Yaşam, bütün canlılar için zordu!..





Yayla evlerinin bulunduğu yere geldik. Burada çok sevimli evler vardı.





Vakit geçirmeden Kızılcahamam Soğuk Su Milli parkı içinde bulunan Patalya tesislerine gittik ve sıcak suya girdik. Patalya, benim gördüğüm kadarıyla Ankara civarındaki en iyi sıcak su tesisi. Elbette eksiklikleri var. Mesela soyunma odasında üstünüzü çıkardığınızda eşyaları koyacak bir şey yok! Türkiye'de ve elbette dünyada nereye gidersek gidelim insan orada "yüksek zekanın," "incelikli düşüncenin" varlığını görmek ister, onu görmeyi arzular ve hedef de budur, incelikle düşünülmüş olanı yakalamak, yüksek zekanın oluşturduğu rahat atmosfere ve kaliteye kavuşmak. "Vay canına bunu da düşünmüşler!" demek hoş bir duygu verir insana!.. Biz Patalya'dayken oldukça kalabalık bir grup da bir konferanstan çıkıyorlardı. Salim bey görevlilerle anlaşmış. 30 liradan bize fiyat verdiler, iyi bir fiyattır bu. Aslında burada gece kalmak gerek. Geceliği açık büfe de dahil 110 lira. İnsan otelde kalırsa böylece soyunma odası gibi yerlerdeki bazı yetersizlikler de sorun olmaz. Kür havuzu bugün 38 dereceydi, sıcakça sayılırdı, ama ideali 42'dir!.. Sauna ilk başta 70 derece kadardı, bana pek sıcak gelmedi ama içerdeki granitlerin üzerine su dökünce çıkan dumanlar vücudu yakıyordu. Sauna sonradan 80'e kadar yükseldi, kıvamına ulaştı. Burada, biraz şurdan biraz buradan, memleket meselelerinden sohbet edildi. İsmini bilmediğim bir arkadaş bornozla saunaya girince kahkahalar atıldı. Romalı senatörler bunu sıkça yaparlarmış, yani kahkaha atmayı değil de memleket meselelerini saunalarda konuşma olayını!.. Salim bey Şok marketten aldığımız ayranını içmeyi planlıyordu ancak ötekiler ayranlarını yanlarında getirmediklerinden ayranını paylaştı. Ben kendi ayranımı pek içemedim, çünkü ayrandan ayran tadı gelmiyordu. Sanki suyun içine göz damlasıyla az sayıda ayran damlatılmış gibi bir şeydi!.. Şok marketin şoke edici ayranı... Ben, ayranı alan kişiye ayıp olmasın diye, benimkini eve gelince döktüm!.. :)



Fin hamamının sıcaklığı iyiydi. Sanırım burada en çok Şevket Bal kaldı!.. Tülin Kardeşoğlu bir ara geldi gitti; Tülin hanım İngiltere'de Yoga seminerlerine ya da benzeri bir çalışmaya gitmiş, yürüyüşte bir ara bana onları uzunca anlattı; mesleğini soramadım ama tarih konularında bir birikimi vardı. Her insanın değişik yaşam tecrübeleri vardır. Ben bugün Patalya'da en çok dışarıdaki havuzu beğendim. Rüzgar vardı. İçerideki sıcak havuzdan yüzülerek dışarı çıkılabiliyor. Burada dumanlar hafifçe etrafa savrulurlar. Havuzda yer yer yapraklar görünür; su temizdir; insanın başı üşür, donar ve hemen suya dalar; gözlerini tekrar açtığında karşısında büyülü bir orman vardır ve başında da sonbaharın altın yaprakları!.. Tepeden beyaz bir ışık gelir; sanki melekler yukarıdan sizi izliyorlardır; sanki insan boşlukta uçuyordur; loş ve romantik bir havası vardır; gerçeğin en güzel anı gerçeküstü göründüğü andır. Dışarıdaki havuzun fotoğrafını aşağıda veriyorum. Epeyce büyük bir havuz sayılır.





Ben, 2 saatlik süremizin son yarım saatini duşa ayırdım. Soyunma odasının yanında sadece 1 duş vardı ve ben uzun duş alan birisi olduğumdan, özgürce yıkanabilmek bağlamında öteki havuzlardan ve saunadan erken ayrıldım ve tek duşu rahatça ve uzunca kullandım!.. Baskı altında çalışamam, duş bile alamam; sırada birisi bekliyorsa rahat edemem; mesela telefon kulübesinde arkada biri varsa ben telefonu çok kısa keserim, özgür hissetmem lazım! :) Sıcak su şu dünyanın en güzel nimetlerinden biridir. Bize bu sıcak suyu sağlayan dünyanın kalbine, o magma tabakasına, o akkor çekirdeğe teşekkür ederim! :)








Duştan sonra yukarıda resmi olan lobiye geçtim. Funda Dönmez, Murat Özdemir (sanırım kendisi meteoroloji uzmanı) ve Neslihan Avcı havuza girmemişlerdi. Minübüste ADOG maskotu seçilen Neslihan hanım koltukta uyukluyordu. Onlarla biraz sohbet ettik. Funda Dönmez Ağrı tırmanışlarını anlattı. Bu dağın tırmanış öykülerini dinledikçe oraya çıkmaktan vazgeçeceğim sanırım!.. Funda Dönmez oradaki yerel rehberler ve katırlarla olan yolculuğu, devrilen katırları, dağ sosyetesini yani bazı insanların dağda "şunu yemem bunu yemem" diyen dağ sosyetesi gibi davranma tuhaflıklarını anlattı. Hava koşullarının sürekli değiştiğini, 3 gün boyunca dağın zirvesini hiç göremediklerini, Esat Yarar beyin hipotermiye girip 4200'den vazgeçerek aşağıya inişini de anlattı. Bu yerel yardımcılar olayını ben pek sevmedim. Özgürlüğü kısıtlayıcı bir şey bir anlamda; dağ esnafıyla çıkış benim aklıma yatmadı. Ama yükleri de onlar katırlarla taşıyorlar tabii!.. Hazırlıklı gelinmediği için, yağmurluklu çantalara rağmen pek çok çanta ve içindekiler ıslanmış; galiba yalnızca Funda Dönmez çantanın içindekileri poşetlere sardığı için bu olaydan kurtulmuş. İnsanın elbiseleri dağda ıslanınca kurutmak çok zordur, ancak ispirto ocağın üstüne oturunca belki kurur!.. Bu dağa çıkış işlerini son derece bilinçli ve "ayrıntıcı" ve uyumlu ve hızlı karar verebilen, hızlı davranan ve elbette her şeyden önemlisi her koşulda güvenebileceğiniz kişilerle yapmak gerek.



Belirli yükseklikteki dağlara zirve çıkışları sabah 3'te falan başlar. Ağrı çıkışında da Ağustos ayında sabahın üçünde bir sürü insanın ışıklar eşliğinde yılan gibi kıvrılarak çıkışlarından bahsetti Funda Dönmez. Popüler dağların tanıdık görselliklerinden biridir bu. Ticarileşmiş olduğu için bu Ağrı'ya çıkma düşüncesinden biraz uzaklaşıyorum gibi.



Herkes gelince Salim bey paraları toptan yukarıdaki resepsiyona ödedi. Benim ona, eski parayla 10 milyon borcum kaldı, bunu da akıl defterime not ettim!.. Şansım yaver gider de memlekette enflasyon artarsa benim borcum da sıfırlanıp pul olur ve kara geçerim! :)



Bir güzel etkinlik de böylece sona ermiş oldu. Etkinlik boyunca benim zihnimde yer yer Bolşevik İhtilali zamanlarında geçen Dr Zhivago filminin meşhur müziği çaldı: Lara's Theme, Somewhere My Love; bu şarkının keman versiyonunu vereyim:



http://videoizle.video75.com/KTVuqYH9Het/dr-zhivago-lara-s-theme-s/





Bu çok özel bir müziktir, ama tabii filmi izlemiş olmak da gerekir. Filmdeki doktor şair Zhivago'nun doğaya hayran olduğu anlarda, mesela bir kar tanesi, bir su damlası gördüğünde ya da ilkbaharın gelişinde, üzüldüğünde ya da sevindiğinde bu müzik çalmaya başlar.

Salim beyi de kutluyorum. Her zamanki gibi en zor iş onunkiydi. Grubun önünde elinde GPS'le gitmek yürüyüş keyfini biraz yok eder. Yani biz keyifle yürürken Salim beyin üzerinde "Kaybolmayalım, doğru rotada ilerleyelim, zamanında gideceğimiz yere varalım" baskısı vardır. Şahsen bana "Murat, al GPS'i sen önde git" dese, üstüne de 1 milyon dolar verse "Sağolun, ben almayayım, GPS bana dokunur" derim! :) Tırnak içinde sorumsuzluk insanın kafasını huzurlu yapar, omuzlarından yükü alır. O yüzden Salim beyi takdir etmek ve kutlamak gerekiyor; bir yandan sorumluluk ve yük altında bir yandan da kişisel olarak keyif alma hakkını kullanmaya çalışmaya çabalamaktadır yani 2 işi birarada yapmaya çalışmaktadır.



Yol boyunca ADOG Gürleyik videosu ve Amasya videosu gösterildi. Amasya çok güzel bir yermiş; içinden bir ırmak geçiyor, iki dağ arasında bir yer. 7500 yıllık kadim bir şehir. Kesinlikle görmek gerek. Benim gibi günde 3-4 Amasya elması yiyen birisinin ise mutlaka görmesi gerek!.. ADOG 2010 planları arasında Kütahya Murat Dağı da konuşuldu. Türkiye'nin en yüksek kaplıca yeri buradaymış. Sanırım bir ön araştırma yapılacak.



26 Aralık günü ADOG Yılbaşı Yemeği, Yılbaşı Eğlencesi ve Kulüp Lisans dağıtımı da yapılacak. Ben bir "yarı-Budist" olarak eğlencelerden uzak sakin yaşamımla buna katılamayacağım fakat katılımın çok yüksek olacağını tahmin ettiğim bu etkinlikte herkese şimdiden iyi eğlenceler ve 2010'da mutlu yıllar dilerim.


Yazımı güzel bir şarkıyla sonlandırayım, Çubuklu Yaşar'ın meşhur şarkısıdır bu diyeceğim ama değil, Pavarotti Domingo Carreras üçlüsünden enfes bir opera:



http://videoizle.video75.com/ZaJLZ9rHeMb/the-three-tenors-la-donna-e-mo/


Mehmet Murat ildan





No comments:

Post a Comment