Thursday, November 26, 2009

ADOG Etkinliği -5



29 Kasım 2009 Pazar günü yani bugün ADOG'la Köroğlu Dağı Zirve Çıkışı etkinliğine katıldım.


Bugün Kurban Bayramı'nın 3. günüydü. Kurban kesme olayı yüzlerce yıl öncesine aitti; şimdi yalnızca hayvanlara uygulanmakla birlikte vaktiyle insanların da Tanrılara kurban edildiği vahşi ve ilkel bir ritüeldi, ama bu kanlı ritüel halen devam etmektedir. İnsan ancak insan olma evrimini gerçek manada tamamladığı, başka canlıların yaşama haklarına da saygı gösterdiği gün, yani gerçekten "insan" olduğu gün, ancak o gün bu tür ritüeller sona erecektir...


Bugünkü etkinliğe katılımcı sayısı 10'la sınırlandırılmıştı, fakat toplamda İstanbul'dan gelen bir arkadaşla birlikte 14 kişi katıldı; Fatma Bakır hastalandığı için gelememiş, Funda Dönmez'in sanırım bir manisi çıkmış ya da yanlış anlamadıysam bir hastası varmış. Böylece 16 yerine 14 kişi etkinliğe geldi.


Toplam 11 km yüründü; araba ise gidiş-dönüş 350 km yol yaptı; arabalar en sıkı trekkingçilerdir!.. Köroğlu zirvesi, eski ismi Bitinya olan Bolu ilinin Kıbrısçık ilçesi sınırları içinde bulunan bir zirvedir. Esasen Köroğlu Dağları diye geçer; kuzey-doğu/güney-batı doğrultulu volkanik yapılı bir dağ sırasıdır. Bu sıranın en yüksek noktası 2400 metrelik Köroğlu zirvesidir.


Sabah 5'te uyandım; çatı katında bulduğum bel klipsli orta boy dağcılık çantamı ve dönüşte kaplıcada kullanmak üzere mayomu da alarak evden çıktım. 6.45'te Armada'nın arkasından hareket edip Beypazarı'na doğru yol aldık. Dutlarıyla isim yapmış Ayaş'ın yanından geçtik. Beypazarı'nda çorba molası verdik. Birkaç kişi işkembe çorbası içtiler; büyük çoğunluk mercimek çorbası içti. Salim bey, Beypazarı kurusu olarak bilinen tereyağlı kurabiyeden alıp herkese dağıttı. Ben ateş gördüm mü hemen ilgimi çeker. İlk fotoğraf çekimime kıymalı pide fırın ateşiyle başladım; doğrusu şu yanan odunun yerinde olmak istemezdim!..




Beypazarı'ndan Kıbrısçık ilçesine geçtik. Bu yol neredeyse boş gibidir. Yaylaları ile ünlü bir yerdir Kıbrısçık. Buraların ünü efsaneden de gelir. Köroğlu efsanesi yaygın olarak bilinen bir efsanedir. Köroğlu, asıl adı Ruşen Ali olan bir halk ozanıymış. 16. yüzyılda yaşadığı söylenir. Zalim Bolu beyi, Köroğlunun babası Yusuf'un gözlerini kör ettirmiştir. Baba oğul oradan ayrılırlar; mistik olaylar olur, Aras ırmağından sihirli köpük içen Köroğlu atıyla birlikte dağa çıkar, ünlenir, savaşlar kazanır, zenginden alıp fakire verir, şimdiki durumun tersini yapar yani!..


İşte bizim dolaşacağımız yerler efsaneye göre bir zamanlar Köroğlu'nun atının nallarıyla damgalanmış yerlerdi. Zirvede ona ait bir evin kalıntılarının olduğu rivayet edilir. Köroğlu, Kıbrısçık civarındaki yaylaları kontrolü altına almış, oralarda hüküm sürmüştür. Okurken keyif aldığım Carmagnola Kontu'nun yazarı Üstat Alessandro Manzoni şöyle der: "Tarihsiz siyaset, rehbersiz bir yolcuya benzer." O yüzden tarihi, tarihimizi, efsane de olsalar efsanelerimizi iyi bilmekte sonsuz yarar var... Yolda gelirken Salim Erdal bey Jandarma'ya Dağa çıkışımızı bildirmek için herhalde en az 10 kadar telefon görüşmesi yaptı. Sonunda yetkili jandarmaya ulaşabildik; jandarma 2 telefon ve isim aldı. Büyük ihtimalle içinden "İnşallah kaybolmazlar da bayram bayram dağ bayır yapmayız," demiştir komutan!..







Bizim bindiğimiz araç 2009 model Volkswagen'di; çok iyi çekişi vardı ve oldukça hızlı bir şekilde Kıbrısçık'a, oradan da orman yolu üzerindeki bir orman kulübesine geldik. Kaptan Ahmet beyi orada bıraktıktan sonra yürüyüşümüz başladı. Yürüyüşten önce Çiğdem Aldemir gerdirme hareketleri yaptırdı. Kendisi zaten bu işi profesyonel anlamda Tunalı Hilmi'de yapıyormuş. Astım rahatsızlığı olmasına rağmen dağa çıkıp inmesi de ilginçti; sınırları zorlayanlardandı. Ama şunu da unutmamak gerekir ki, "Sınırları zorlarsanız, sınırlar da sizi zorlar!" Kayaya kafa atarsanız kaya da size kafa atar, ama siz onun kafa attığını görmezsiniz!..









Hava, trekking için ideal sayılabilecek ne serin ne sıcak arası bir şeydi. 4-5 kilometre kadar "Ticari yolda" yani orman içi toprak yolda yürüdük. Sonra sola sapıp yükselmeye başladık. Yol boyunca Jülide Çelik çiçek bulup fotoğraflamaya çalıştı ama ortada kır çiçeği türünden bir şey göremedik, en azından ben göremedim, sadece dönüşte kuşburnu görmüştüm. Ben, herhalde bu yürüyüşte bir "Aksiyon" olmayacak diye kendi kendime düşünüyordum. Güneş kremimi sürmüş, güneş gözlüğümü takmıştım. Hava yavaş yavaş değişmeye başladı. Sisler artıyordu. "Aksiyon," uzaklardan hızla geliyorum, yağmurluklarınızı, berenizi giyin, kendinize çeki düzen verin, önünüzü ilikleyin, kendinize mukayyet olun diyordu.








Sislerin arasında ilerlerken önce hafiften sonra iyice kuvvetli bir şekilde tipi başladı. Kar tanecikleri oldukça sertleşmişlerdi. Suratımıza çarparken acıtıyorlar, iğneliyorlardı; bedava akupunktur tarzı bir şey oluyordu. Atmosfer tamamen değişti ve 7 Göller olayındaki gibi bir çeşit "Survival" daha doğrusu "müteyakkız" durumu ortaya çıktı; lay lay lom olayı bitti ve tetikte olma, uyanık olma durumu başladı. Salim bey "safları sıklaştırın," kopuk yürüyüşler olmasın, herkes herkesi görecek yakınlıkta olsun dedi. Bu arada ben aşağıdaki fotoğrafı çektim. Sis, rüzgar ve tipi iyice bastırdı; insanlar silüetlere, gölgelere dönüştüler. Gerçeküstü görüntüler oluştu. Salvador Dali yaşasaydı ona iyi malzemeler çıkardı.









Gördüğümüz her kayalık yükseltiyi zirveye geldik diye sevinerek karşıladık ancak henüz bir yere geldiğimiz yoktu. Kayalardan oluşmuş göreceli olarak korunaklı bir yere vardık; burada yemek atıştırdık, ben kuru yemiş dışında pek bir şey atıştıramadım. 2300 metre civarlarındaydık sanırım. Zirve daha yukarıdaydı. Ancak zemin koşulları da değişmişti. Karın altı buzdu. Kayalıkların arasından bir yol gidiyordu, oldukça dikti. Salim bey "Yalnızca kramponu olanlar zirveye çıkacak, ötekiler bekleyecekler," dedi. Zirvenin hemen 5 dakika ötede olduğunu sanıyorduk. 2 kişide buz kramponu vardı. Türkiye Dağcılık Federasyonu üyesi (Ve sanırım İstanbul'da Arama Kurtarma takım lideri olan) Selim Altınarık kramponsuz sadece batonlu gidince ben de yoğun sisten faydalanıp peşine takıldım. Doğrusu riskli ve tehlikeli bir 50-60 metre tırmanışı oldu.







Salim bey bana "Kramponun yok, kesinlikle gelme!" dedi ama ben ısrarcı olup devam ettim; bazen hiç söz dinlemezliğim tutar. :) Doğru bir karar değildi; insan yaşamıyla kumar oynamamalıdır. Salim bey en önde kramponla basamak yapıyordu, yavaş ilerliyorduk, alt taraf buzdu. Onun arkasından kramponsuz Selim bey geliyor, sonra Faruk geliyordu; ben en arkadaydım. Öndeki kramponlu ekip benim riskimi azaltmak ve de dönüşümüzü kolaylaştırmak için çok güzel basamaklar yaptı; kendileri için de risk yüksekti. Ayak ucuyla krampon saplanıyordu, topuklar çıkışta yere değdirilmiyordu, burun uçlarıyla basılıyordu. Bu arada Faruk beyle de akraba çıktık; daha doğrusu ben ODTÜ'de iktisat lisansı yaparken o da Elektronik bölümündeymiş, sima olarak yabancı değildi zaten. Ben o yıllarda ODTÜ Elektronik bölümündeki Satranç Topluluğunun bulunduğu yere, kantine sıkça giderdim ve benim sevdiğim de bir bölümdü.


Yürüyüşümüz 2360. metreye kadar sürdü. Bundan sonraki bölüm iyice buzlaşmıştı. Salim bey hem aşağıda bizi bekleyenleri daha fazla üşütmemek ve hem de daha ciddi bir risk almamak adına, "Burası son, dönüyoruz," dedi. Orada kramponla bile ayak kayabilir; batonlar çaresiz kalabilir ve sonuçta en iyi ihtimalle 30-40 metre kayıp ayak kırmak, ömür boyu sakat kalmak, kafa çarpıp ölmek son derece kolaydı. Dünyanın en iyi dağcıları "Bu dağda da ölünür mü?" denilen dağlarda hayatlarını kaybetmişlerdir. Dağın büyüğü küçüğü olmadığından, her dağın ciddiye alınması gerek. Yaşam tektir; öteki dünya gibi saçmalıklar da olmadığından varoluşumuzu imkanlar ölçüsünde korumakla yükümlüyüz. Ayrıca insan düşüp sakat kalsa, ömür boyu sevdiklerine de işkence olur; insan yalnızca kendisine karşı değil sevdiklerine karşı da sorumludur, onları da düşünmek zorundadır. Kendi hatalarımızı başkalarına mal etme hakkımız yoktur.



Faruk düşme durumunda ne yapılacağını anlatıyordu. Bacakları açmak hızı biraz düşürüyormuş. Sanki uçakta giderken uçak kazası videosu seyreder gibi hissettim ben! :)Tıpkı bir kuş kanadını katladığında kurşun gibi dalışa geçer, dağcı da düşerken ayaklarını toplarsa hızı bir anda doğal olarak artar ve inanılmaz kısa sürelerde inanılmaz hızlara ulaşır. Blogun en üstündeki resimlerden biri bizim zirveye 30 metre kala resim çektirip aşağı inmemizi gösteriyor. Faruk inişte fotoğraf çekmeme de karşıydı, ellerini batondan ayırma Murat dedi bana. Neyse ki bu çıkış kazasız sona erdi. Aşağıda zirveye yakın yerde çektiğim bir fotoğraf var:





Eğer kar altındaki buz kristalleşmiş olsaydı kramponlar bile hiçbir işe yaramıyor olacaktı. Köroğlu Dağı Zirve Çıkışı, zorlu kar-buz karışımı engeli yüzünden yarım saatlik bir teknik tırmanışla birlikte "Köroğlu Dağı Zirve Çıkışamayışı'na" dönüştü. Ancak Salim beyin de dediği gibi, "Biz oradan daha büyük riski göze alıp zirveye bir şekilde çıkardık, fakat dönmesini bilmek gerek." Şimdi bu düşünce, özellikle dağcılıkta ve genel olarak da hayatta önemli bir felsefedir. Gerçekten de vazgeçmesini, nereye kadar gidilmesi gerektiğini bilmek gerek, gerekirse zirveye 1 metre kalan yerden dönülebilmelidir; zirveye çıkmış olsaydık boyumuz uzamayacaktı, zaten yeteri kadar uzunduk! :) 14 kişinin tipiden korunup yemek için durduğu kayalığın fotoğrafını da aşağıya veriyorum:



Dönüş rotamızda birkaç ufak sapma oldu, ancak çabucak doğru rotaya döndük. Uzun inişte Lale Şenel hanımın ciddi bir düşüşü oldu, 1 taklayla olayı atlattı; hemen benim arkamda olduğundan takla atışını adeta yavaş çekimde bizzat gördüm. Daha sonra öğrendim ki, 2 kez daha düşmüş, üstü başı epeyce çamurlanmıştı ve az daha başını çarpacakmış. Galiba uzun yağmurluğu takılıyordu ya da ayakkabısında ciddi bir sorun vardı, galiba elinde baton da yoktu veya vardı da Çin malıydı!.. En iyisi açıkça söyleyeyim: Çok dikkatli yürümüyordu! :) Yürüyüş rotasında her yerde kayalar vardı. Bu olay üzerine Faruk'la kaskın önemi üzerine konuştuk. Gerçekten de "kask" hayati bir önem taşıyor. Evet, ben de şahsen kask takmak istemem, doğallığı bozuyor, yağmurluk bile doğallığı bozuyor, haşır huşur ses çıkarıp yürüyüşü zevksizleştiriyor, ama bunlar gerçekten önemli.


Malzemeler üzerine de uzunca konuştuk. Benim ikinci yağmurluğum yine su aldı ve ıslandım. Bu kez polar eldivenim de ıslandı. Lafuma marka tozluğum tam bir rezalet; zaten Çin malıymış, 45 lira da para vermiştim, üreticiye yazıklar olsun!.. Armada'dan tozluk mu alınır, Murat? Konu mankeni gibi makyaj yığını güzel bir tezgahtar kızı dikmişler oraya, "kolay kolay su geçirmez," falan diyor, hiç alakası yok. Tozluk yerine paçalarıma Beypazarı'ndan kıymalı pide alıp yapıştırsaydım daha faydalı olurdu, hiç olmazsa acıkınca yerdim, ama donacağından testereyle kesip yerdim ancak!.. Lafuma ayakkabıların da iyi olmadıklarını öğrendim. Batonlarımın uçlarındaki yuvarlak şeyler kara saplanıp çıktılar, bir ara dönüp onları aradım, fare deliğinde fare aramak gibi bir şey.

En iyisi 2000 lira bir kenara ayırıp adam gibi malzeme almak!.. Goretex tozluktan, yağmurluklu sırt çantasına, eli üşütmeyen özel saplı titanyum batonlardan, dışı goretex içi polarlı eldivenlerden kalkanlı Asolo ayakkabılara kadar... Bunu bir ara, yeni araba aldıktan sonra kesinlikle yapacağım çünkü bu kez ıslanıp tümden üşüdüm; yün içliğim bile iyice nemlenmişti. Alırken satıcı kız "Zor ıslanır, çabuk kurur, şudur budur" falan demişti, hepsi hikaye, hiç kurumadı!!.. Yalancılar! :)



Dönüş yolunda midem biraz rahatsız oldu, buz gibi su içip çok az yemek yemiştim ve ıslaktım; arabayı durdurduk, temiz hava alınca geçti; ön koltuğa geçtim, kaptan kaloriferleri açtı, keyfim yerine geldi; kaptanı psikolojik baskı altına aldım; sıcağın insan için önemini belirten sözlerle kaloriferi maksimuma çıkarttım; psikolojik harekatı abartmışım sanırım çünkü odun olsaydı adam odun da yakacaktı arabada!.. :)


Kış etkinliklerinde pet şişe su almak da hiçbir işe yaramıyor; su buz gibi oluyor ve sıvı alımı yapamıyor insan; o yüzden kış trekkinglerinde termosta sıcak su en ideali, öteki sadece mideyi donduruyor...



Bu arada biz dağdayken kaptan Ahmet bey de arabasını yıkamış ve sonra da ateş yakmış. Gülsen Salman hanım çok sayıda (içi mercimek ve ceviz karışımı) yağsız yufka börek yapmış; bunları iştahla yedik; cennet meyvesi hurma da dilimlemiş; sanırım kendisi vejetaryen ve bu nedenle kendisini kutlamak gerek; bir gün ben de vejetaryen olacağım, çünkü bu daha yüksek bir ahlakın felsefesidir.



Yine herkes elindekileri paylaştı. Ateşte çok fazla ısınamadık, hava kararmadan yola devam ettik.





Aracın iç lambaları hoşuma gitti; uzay aracını andırır bir ışıklandırması vardı ve ben hayallere daldım. Gora'dan replikler aklıma geldi: "Uzaylı da olsa, insan insandır!" :)





Salim beyin aracın içindeki oyuncak bebekle hatıra fotoğrafları çekildi.





Yol boyunca programda yazılı olan hamama gidilsin mi gidilmesin mi tartışıldı. Faruk bir ara iyi bir kamuoyu oluşturdu ve demokratik oylama yapılsa "Direkt evlere gidelim ya da Beypazarı'nda çorba içip eve gidelim" sonucu çıkacaktı. Ancak Salim bey ve meslektaşı, yakın arkadaşı Mehmet Özsoy yolumuz üzerindeki Ayaş'a uğrayalım, mümkünse bir dalıp çıkalım dediler. Böylece akşam karanlıkta Ayaş İçmeler'ini aramaya başladık. Doğrusu ben oraların kapalı olduğunu düşünmüştüm. Birkaç kez yolu şaşırdıktan, bir Ankara bir Beypazarı yönüne gidip geldikten sonra 3 kilometrelik İçmeler'e saptık. Bir de Beypazarı İçmeler varmış, o da yakınlardaydı ve 7 km'ydi. Ayaş İçmeler'e vardık; oradaki görevli bizden para almamaya karar verdi, bir jest yaptı; galiba Mustafa Yurdakul hoca bu işi halletti; böylece saat 19.00 gibi kendimizi kaplıcanın içinde bulduk. Tesis tıklım tıklım doluydu. Her yaştan insan salonda oturmuş bir şekilde vakit geçiriyor, lak lak ediyorlar, memleket kurtarıyorlardı; içerinin yabancı ülke insanlarında hiçbir zaman göremeyeceğimiz samimi, dostane, maskesiz, gerçek bir havası vardı.





Tesisin içinde gördüğüm sevimli bir köpeğin de fotoğrafını sahibinden izin alıp çektim. Köpek, fotoğraf makineme baktı, sonra sahibine döndü, "resmimin çekilmesine izin vereyim mi?" der gibi bir bakıştı bu, sonra havlamadan şaşkınca poz verdi. Umarım bizim gireceğimiz kaplıcada yıkanmamıştır o!.. :)




Bir de sakince bir yerde kendi halinde oturan bir teyze dikkatimi çekti. Öylece oturmuştu, büyük ihtimalle yaşamını düşünüyor, anılarını tazeliyordu; o yaşa ne kadar çabuk ulaştığını da aklından geçiriyor olmalıydı; dalıp, kopup gitmişti. Bir ara teyzeyle göz göze geldik, "Geldik gidiyoruz, evladım" der gibi yorgun bir bakış attı ve ben de ona, kafamı hafifçe sallayarak, "Gelip de gitmeyen olmayacak, teyze," bakışıyla filozofça karşılık verdim. Evet, bilim bu işi çözünceye kadar gelip de gitmeyen olmayacak... Teyze 1 kez daha "Sen filozof musun?" diye son bir bakış attı. Ben de, "Boş ver teyze, sen keyfine bak, ben hiçbir şey bilmem," bakışıyla dialogu kapattım. :)





Kaplıca suyu 46 dereceydi! Ben ve Salim bey bu sıcaklığa giremedik; ben o sıcaklığa ancak 5-10 dakika kendimi alıştırıp girebilirdim, birden giremezdim. Yalnızca ayaklarımızı koyabildik. Ötekiler sanki soğuk suya girer gibi girdiler, ama o suyun içinde en fazla 1-2 dakika durulabiliyordu. Sauna ise tam tersine 60 dereceydi, soğukçaydı yani! Tesis bence 2 yıldızlı yetersiz bir yerdi, ciddi kalite sorunu vardı, ama suyu kaynağında güzeldi, havuzlardaki su ise temiz değildi. Şimdiye kadar ben bir tek hijyen ve standartlar bağlamında Kızılcahamam'daki Patalya'yı beğendim.


Dağda epeyce üşümüştüm ve o 46 derecelik Termal Havuz bana ilaç gibi gelmişti, açlığıma rağmen tamamen dirilmiştim. Türk hamamı bölümü de vardı. Ben köşede bir yer kaptım, köşeleri, kalabalıktan uzak yerleri her zaman severim; amacım sakince sıcak suyla oynamaktı; sıcak suya odaklanmıştım, aniden Kuzey Kutbu'na gidiverdim!.. :) Salim bey sanırım bir ADOG ya da bir hamam geleneği olarak tasla buz gibi su fırlattı üzerime!.. Şoku atlattıktan sonra kahkahalar eşliğinde köşemdeki sıcak su keyfime geri döndüm! :) 14 kişiden 4'ü kaplıcaya girmediler. Tesis içinde tuhaf şeyler de vardı; mesela insanlar tesisin neredeyse ana koridoruna elbiselerini asmışlardı kurutmak için!.. Yurdum insanı...




Bir etkinlik de böylece bitti. Güzel bir etkinlikti. Dönüş yolunda Salim bey kulüp olacaklarını söyledi. Dağcılık branşı falan olacakmış, lisans verilecekmiş. Trekking Hiking arasındaki farklılık tartışıldı. Sanırım aralarındaki fark şöyle ki hiking'de doğaya keyif ve egzersiz amaçlı çıkılır, insan yapımı yollarda, mesela patikalarda yürünür; trekking'de ise yürüyüş mesafesi uzundur, daha maceralıdır; ekspedisyonlar da bir trekkingdir. Salim bey galiba doğaçlama olarak "World Trekking Day" olayından bahsetti; Aralık ayında verilecek yemekte bu "gün" ilan edilecek gibi bir şey dedi. Bildiğim kadarıyla böyle bir gün yok ama olması güzel olur. PEN yazarlar ve Edebiyatçılar derneği büyük bir çabayla 14 Şubatı'ı Dünya Öykü Günü ilan ettirmişlerdi. Belki ADOG da yurtdışında bazı kurumlara "World Trekking Day" için başvuruda bulunabilir. Avrupa Spor Kurumlarına bu tür bir başvuru mümkündür. Gün olarak benim doğum günüm 16 Mayıs'ı verebilirsiniz! :)



Yol boyunca herkesle konuşma fırsatım oldu, onlarca değişik konu konuşuldu. Faruk'la "Tozutan dağları" konuştuk. Fujiyama'ya tırmanmış bir arkadaşımın fotoğraflarından şunu görmüştüm ki rüzgar çıkınca etraf toz duman içinde kalıyordu. Hiç sevmediğim bir olaydır bu. Uzaktan çok güzel görünen dağ yakından ve fotoğraflardan anladığım kadarıyla hiç de öyle değilmiş, o toz savrulma olayı dağı sıkıcı hale getirebiliyor. Faruk Ağrı dağının da böyle olduğunu söylüyordu. Galiba en güzeli Mustafa Yurdakul'un ve Gülsün hanımın bahsettiği Kaçkar dağlarıydı. Bu dağı görmedim ama özel bir dağ olmalı; dağ boyunca pek çok içilebilir su kaynağı varmış ve de en önemlisi "tozutmayan" dağlardanmış; iç görselliği, gölleri de, ırmakları da, şelaleleri de güzelmiş. Oralara yazın en sıcak olduğu zamanlarda gitmek gerek...


Dönüş yolunda şoförle de konuştum. Çok konuşkan biriydi; makineli tüfek gibi dakikada 10o sözcük mermisi fırlatıyordu. Ayda 600 lira maaş alıyormuş; dertliydi. Geçenlerde ODTÜ'den öğrencileri İstanbul'a Okan Bayülgen'in programına götürmüş. ODTÜ'lüyüm diyince bana dert yandı. Ben de ona "Merak etme kaptan, ODTÜ'de çok kazma, çok bencil insan var, özellikle 18-20 yaş grubu içinde!" dedim. Saatlerce çok yüksek sesle radyo dinleyip adamın rahat sürmesini zorlaştırmışlar, daha bir sürü tuhaflıklar, anlayışsızlıklar yapmışlar, adamı İstanbul'a varınca da uyutmamışlar. Sürmeden bahsedince, Ahmet bey de baya sakat araba kullanıyordu! :) Mesela 6 tane arabayı geçerken 100 km hızla geçiyordu ve onların sola sapmayacakları varsayımını yapıyordu; neyse ki kazasız geldik!.. İyi bir insana benziyordu (esas gerçeği birini iyice tanımadıktan sonra bilemem tabii!), iyi insana benziyordu dedim ama kesinlikle çok kötü bir sürücüydü!..


Gecenin sonunda "Home sweet home"a vardım. Yeniden özlü sözler çalışmalarıma devam ettim. Aklıma gelmişken ekleyeyim: İlk kez domuz gribi aşısını yapmış birine rastladım! :) Faruk aşı olmuş; esasen bu domuz gribi olayı uydurma değilse bu aşıyı olmak lazım, artık seneye olurum; ciddi bir konu, bilime inanmak gerek, çünkü o bizim gerçek dostumuzdur!.. 10 gün önce gittiğim ODTÜ'nün Işık Dağı etkinliğinde domuz gribi olanlar olmuş, ben de kapmadıysam kendimi şanslı sayacağım!.. Gerçi kuluçka süresi 3-4 gün ya da 1 haftaymış.


Eugene Delacroix, "Doğa, büyük bir sözlüktür," der. Ben de doğa etkinliklerinde her zaman bu büyük sözlükten bir şeyler öğreniyorum. "Sayın ildan, bu kez ne öğrendiniz?" diye sorarsanız bu sorunun da yanıtını üstat Victor Hugo vermiştir: "Doğa acımaz!" Bir şey daha öğrendim: Çin malı Lafuma tozluk yerine kıymalı pide sarın ayağınıza, çok daha faydalı olur!.. Kıymalı pide sevmiyorsanız, kaşarlı pide alın, o da güzeldir...


Son olarak dağlara da çok uygun bir müzik, insanın ruhuna işleyen güzel bir keman melodisi linkini aşağıya veriyorum, Ikukuo Kawai'den:


http://videoizle.video75.com/LLZgPYFP2Rx/red-violin-aranjuez/



Mehmet Murat ildan















No comments:

Post a Comment