Saturday, February 13, 2010

ADKK Etkinliği -8



Bugün 2010 yılının 14 Şubat Pazar günü. Hem Valentine günü ya da Valentinus Günü ve hem de Dünya Öykü Günü. Valentine Günü ile ilgili pek çok tarihsel temelli şey anlatılır, açıklamalar yapılır ama Kapitalist sistemin mal satışı amacına yönelik "Gün yaratma" ya da "Gün çakma" operasyonu da olabilir bu!.. Dünya Öykü Günü'ne gelince, Dünya Yazarlar Örgütü PEN'in Türkiye Merkezi'nin önemli bir başarısıdır bu Öykü günü. Bu vesileyle ben özellikle üstat Guy de Mauppasant'ı sevgiyle ve saygıyla anmış olayım. Yazın yine bir ara mutlaka onun güzel ve güçlü öykülerini okuyacağım; kalemi keskin, zeki bir yazar.




Bu hafta, 95 yaşında olan ve şu sıralar bir hayli de rahatsız olan ananemle ilgili işlere koşmak şeklinde geçti; ODTÜ yürüyüşlerimde de tek katmanla rüzgarda Yalıncak'a gittiğimden dolayı soğuk aldım biraz, arka arkaya 15 kez üst üste hapşırdığım oldu, ama ben hapşırmayı çok severim, etrafta kimse yokken tabii ki; hapşırınca kopan içsel kıyametten sonra vücut rahatlar!.. Bazen soğan koklayıp hapşırmak gerekir ki ben bunu yaparım. Aşağıdaki fotoğrafta ise bugünkü rotamız üzerinde ayı izleri görülmektedir.




Birkaç gündür Ankara'da hava çok temiz; yağmur yağdı, rüzgar esti; siyasi hayat zaten her zaman fırtınalı ve etik-dışı!.. Ankara'da hava temizse yakın civarlar pırıl pırıl demektir. Bugün Ankara Dağcılık Kayak ve Kış Sporları İhtisas Kulübü ADKK'nın "Bardakçılar Köyü- Kös ve Çamlıdere Yaylaları" doğa yürüyüşüne katıldım. Bu etkinliğin izlenimlerini aktaracağım şimdi. Kaptan'ın Seyir Defteri; Yıldız Tarihi, 2010. Küçüklüğümün Uzay Yolu dizisini özledim...


Bu arada aşağıda Gülsen hanım bir derenin üzerinden atlarken görülmektedir.





Etkinliğe bu kez 17 kişi katıldı; geçen haftanın 2 katından fazla bir sayıydı bu. Erol hocamın işi çıktığından son anda gelememiş. En son Hasan Dağı'nda görüştüğümüz Semih Hoca da bu hafta yürüyüşe geldi. Hoş sohbeti olan keyifli bir dostumuz. Ülkü hanım da birkaç haftadan sonra bugün enerjik bir şekilde yürüyüşe katıldı.



Bu hafta çantama birkaç yeni şey eklendi. Nedir derseniz, Ülkealan çarşısından 10 liraya bir uluslararası hakem düdüğü aldım, artık maç yönetebilirim!.. 2 parmakla ıslık çalamıyorum ben, o yüzden düdük belki bir gün bir işe yarayabilir; zaten her yürüyüşçünün yanında olması da arzu edilen önemli bir şeydir bu. Islıkların anlamları vardır; 1 kez çalınca farklı 3 kez çalınca farklı anlama gelirler. Bir ara bu "parmakla yüksek seste ıslık çalma" işine kafa yoracağım. Benim aldığım düdüğün ses mesafesi 1 milden fazlaymış. Eğer ıslıkla bunu 2 mil yaparsam düdüğü çantamdan çıkarırım!.. :)


Çantama bir Victorinox İsviçre çakısı ve bir de kibrit/çıra ekledim. Zaman zaman Survival denilen hayatta kalma belgesellerini izliyorum. Bunlardan ilginç şeyler öğrenebiliyor insan. Ayılarla ilgili enteresan bir şey hatırlıyorum. Diyelim ki bir ayıyla karşılaştınız; öncelikle onunla sakin ve yüksek bir sesle konuşmaya başlamak gerekiyormuş, nasıl olacaksa bu (!), ve de elleri başın üzerinde sallamak lazımmış; çünkü hiçbir hayvan ellerini böyle sallamaz! Burada amaç, ayıya gördüğü şeyin insan olduğunu anlatmaya çalışmakmış!.. Bu bana ilginç gelmişti, çünkü biz bir ayı ya da hayvan gördüğümüzde onun hemen bizim bir insan olduğumuzu algılayacağını düşünürüz ki bu her ayı ya da her hayvan için doğru değildir!.. Bizi tanımlayamadığı bir tehdit unsuru olarak, bir hayvan olarak algılaması daha muhtemeldir.


Bu belgesellerde bivak torbası içinde yatanları gördükçe de hep hayret etmişimdir. Çadır varken ceset torbasından pek de farklı olmayan bivak baya bir işkence gibi, ama özellikle yüksek irtifa tırmanışlarında her an lazım olabilir!.. Gerçi daha beteri de var: Tarplar!.. Arap çöllerinde gördüğümüz her yeri açık çadırlar, bir tek tavan var!..

Bir gün esaslı bir "Survival" kitabı alıp merakla okumak isterim. Bilgiler insana bazen basit gelir ama hayat kurtarabilir. Sırt çantasıyla nehir geçerken boğulanlar olmuştur, çünkü çanta su alıp kişiyi aşağıya çeker; o yüzden bel kemerini açıp, omuz kemerlerini gevşeterek derince (ama yüzeyden derince olduğu belli olmayan) nehirleri geçmeye çalışmak kadar basit bir önlem ne kadar da önemli bir önlemdir, işte bütün bunları okumak isterim. Yıldırımların gölleri sevdiklerini, göllere, sivri uçlara ve metallere adeta aşık olduklarını ve buralardan uzaklaşmak gerektiğini ya da iyot tabletleriyle suları mikroorganizmalardan basitçe temizleyebileceğimizi ve daha binlerce şey... Scientia Est potentia! Bilgi güçtür!..


Bardakçılar köyü Çamlıdere ilçesine bağlı bir köy. Burada yaşayanlar, Orta Asya'dan göçmüş Orta Asya Türkleri olduklarını söylerler. Kös yaylası da Çamlıdere'ye ait bir mesire yeridir, Aluç Dağı'nın arkasındaki bölgededir; kampçılar bu bölgeyi severler. Kös sözcüğü Farsça savaşlarda kullanılan büyük davul demek, ama "kös kös" oturmak deyimi bu davul işine pek uymuyor!.. Belkide kampçılar buralara gelip kös kös oturdukları için böyle denmiş, bilemeyeceğim.




Yürüyüşümüz bir köprünün yanı başından başladı. Herkes her zamanki gibi malzemelerini bireysel olarak hazırladı ve yürüyüş başladı. Geçen sene buralara kardan dolayı araç girememiş; bu sene bu civarlar pek karlı geçmiyor, sanki Mart sonları havası var; değerli üstat Goethe'nin Sakuntala'yı okurken duyduğu ilkbaharın kokusunu hissetmek mümkün artık. Üzerlerine nazar boncukları asılmış evlerin, kuğu heykelli zengin villaların önlerinden geçtik ve ormana girdik. İlk kez ADKK'ya gelmiş olan Tülin hanım antreman eksikliği ve yürüyüş azlığından dolayı biraz zorlandı; yüklerinden birkaçını bizler aldık; benim bahtıma büyükçe bir termos düştü; şahsen ben ağır çantayla yürümeyi severim, antreman olmaktadır bunlar. Zora alışınca öteki şeyler kolaylaşır. Yanı başımızda akıp giden dere de herhalde Avdan Deresiydi.


Bu bölgede bir zamanlar Hititler, Frigler, Lidyalılar, Romalılar yaşardı. Tabii 1071 Malazgirt olayıyla birlikte Türkler Anadolu'ya akın etmişlerdir. Oğuz Türkleri Çamlıdere bölgesine de gelmişlerdir. İnsan, üzerinde yürüdüğü toprakların tarihini bilirse daha zengin bir imgelem dünyasında yolculuk eder; tıpkı general Patton'ın, dolaştığı yerlerdeki tarihi savaşları zihninde canlandırması gibi biz de böyle bir canlandırma yapabiliriz.


Bu bölgenin tamamına Yabanabad derlerdi; Kazan'dan geçerken bile Yabanabad Fırını ismindeki iş yerlerine rastlanır. Yaban derlerdi çünkü insanlar değil hayvanlar yaşardı bu vahşi doğada; abad derlerdi çünkü buralar bayındır edilmeye başlandı ve böylece Yaban-abad oldu: Bayındır edilen yaban ülkesi ya da talan edilen, doğası tahrip edilen yer!..



Bu dereden sonra artık yol boyunca sürekli olarak dereler gördük ve dere yataklarında ilerledik; bolca dere sesi işittik; uçak seyahatlerindeki uğultular oluştu. Abidin hocam her zamanki beyefendiliğiyle ve de su geçirmez Columbia botlarıyla gönüllü artçılığa başladı. Bazen ben de ona eşlik ettim. Kendisi sağı solu seyrederek yürümeyi seviyor ve doğayı böylece daha yoğun algılayabiliriz diyor. Yani kısacası yavaş yürüyelim diyor! :))


Zaman zaman kayalık yerlerden geçtik. Sulu ve ağır bir kar vardı. Pek çok yaban domuzu izi gördük. Yaban domuzları bana hep Asteriks'in ünlü kahramanı obur Obeliksi hatırlatır; benim en sevdiğim, en harika çizgi romanlardan biridir bu. Sırtında taş taşıyan ve sevimli bir köpeği olan Obeliks domuzları çerez gibi yer, domuz etine bayılır!..


Bu hafta Nazım bey de etkinliğe geldi. İsviçre'de kayaktan dönmüş. İlginç bir şey anlattı. Mesela Ilgaz Dağı Oteli'nde devre mülk eviniz var diyelim; İsviçre'de ya da başka ülkelerdeki apart otel bir evle 1 haftalığına takas ediyorsunuz; onlar buraya geliyor, siz de oraya gidiyorsunuz. Pratik ve orijinal bir yöntem!.. Nazım bey zaman zaman güzel şiirler de okur, etkinliğe edebi bir hava katar; bir de organik dağ inciri dağıttı ki çok lezzetliydi. Bu dağ incirlerini CEPA'daki Ünsal kuruyemişçide de bulmak mümkün.



Yavaş yavaş dere geçişlerimiz başladı. Ne zaman dere geçsek benim aklıma hemen meşhur Latince söz gelir. Alea Iacta Est. Milattan Önce 49 yılında, henüz bizler doğmamışken, komutan Jül Sezar Galya'dan Roma'ya geçer ve Rubicon nehrinin önüne gelir. Burası Galya'yla İtalya arasındaki sınırdır; burayı geçerse Roma'ya meydan okumuş demektir; suyu geçer ve de o meşhur sözü sözler: Zarlar atıldı! Alea Iacta Est! Yani, artık geri dönülemez bir yola girildi!.. Biz bugün aynı dereyi birkaç kez geçtik! :) Aşağıdaki fotoğrafta da Semih beyle Tülin hanım eşzamanlı dere geçişinde görülmektedirler. Bugün bölgenin neredeyse tamamı dereydi. Benim ticari yol dediğim orman içi yollarda bile küçük derecikler akmaktaydı.




Yer yer ayaklar derelere battı veyahut dereler ayaklara battı; fiziksel olarak olayı, biraz karmaşık olsa da tersten böyle de görebiliriz. Üstat Bertrand Russel'ın Din ile Bilim kitabından da böyle bir mantık içeren bir cümle hatırlarım: Bir tren Edinburgh'a gidiyor yerine Edinburgh bir trene gidiyor da diyebiliriz, yani treni sabit ve öteki her şeyi hareket eder şeklinde düşünebiliriz.


Yol boyunca herkes diğerine "Seninki ıslandı mı?" sorusunu sordu. Burada amaç en iyi marka hangisidir onu bulmaya çalışmaktı. Özellikle Olcay bey ayakkabı alacağı için bu soruları sık sık sordu. Bu yürüyüşte onun ayakları tamamen ıslandı. Ben La Sportiva'dan memnunum. Çoraplarımı elledim, pek bir ıslaklık algılayamadım.


Aşağıdaki fotoğrafta Müslüm hoca dikkatle etrafı taramaktadır ve de ekip sayısını saymaktadır. Başka bir gruptan tanıdığım Gülsen hanım da bu hafta ADKK etkinliğine katıldı ve biz bir ara onunla konuşurken ben Müslüm hocanın GPS kullanmadığını, pusulaya baktığını da hiç görmediğimi, doğal bir yön bulma yeteneği olduğunu söyledim ve meseleyi takdir ettik. Gülsen hanım da bu etkinlikten memnun kaldı. Rehberin güven vermesi önemlidir. Bazen zorlu ya da sakat bir yere geliriz, Müslüm hoca bir anda bir espri yapar ve o zor yerin zorluğunu basit bir psikolojik harekatla yok eder, zor kolaylaşır, zoru kolaylaştırır. Bir de hep sakindir, neşelidir; sinirlenmez, telaşlanmaz; bir rehber için önemli bir özelliktir bu.



Her yürüyüşte bir gazi çıkar, yani batonu bozulur, eline diken batar ya da eli dikene batar, dizi incinir vesaire; bu kez gazi ben oldum! Önden ilerleyen, genellikle dalları geriye hızla bırakmakta haklıdır, çünkü arkayı her zaman kontrol edemez; asıl arkadan gelen mesafeyi koruyarak bunlara dikkat etmelidir ki benim dalgınlığıma geldi, arkayla konuşarak ilerlerken önde bırakılan çam dalı sağ gözümü kamçıladı, bir anda gözüm yandı. Hata benimdi. Gözümde halen bir batma var. Herhalde çizilme de olmuş ama gerek Müslüm hocam gerekse de Semih hocam göz kendisini çabuk yeniler dediler. Ben gereken dersi aldım; herhalde gözüm 1-2 güne kadar kendiliğinden düzelir. Ben ruha ya da dine inanmadığımdan ve de sadece "Fiziksel varoluşçu" olduğumdan bedenime elimden geldiğince önem vermeye, bilgim dahilinde onu korumaya, fiziksel egzistansiyalizmin gereklerini yapmaya çalışırım. Yarın vakit bulursam ilk işim Olcay beydeki gözlükten almak olacak. Bunlar Bauhaus'ta var; orada bulamazsam Koçtaş'ta da var. İşçi gözlükleri ya da bahçıvan gözlükleri deniyor. Bir daha böyle bir sorun asla yaşamayacağım çünkü dersimi aldım; gözümü severim, onu korumak benim görevim!.. Müslüm hocaya da teşekkür ederim; hemen bir şırınga çıkardı, gözümün içine su sıktı, temizlemeye çalıştı; bazıları bunu bir tatbikat sanmış ki tatbikat değil gerçekti.

Adolf Hitler'in hoşuma giden bir sözü vardır: "Bir daha asla!" der. Almanya 1. Dünya Savaşı'nda yenilmiştir ve Hitler bir daha asla Almanya'nın yenilmesine izin vermeyeceğiz der, gerçi bu söz havada kalır, ama ben çantama o "Dal Koruyucu Gözlüğü" her zaman sabit koyacağım!.. "Dal-Budak Gözlüğü" de diyebiliriz buna!.. Bir daha asla gözümün yenilmesine izin vermeyeceğim! :)


Çamlıdere yaylasındaki Dökük çeşmesinde gözümü yıkadım ama belki de yıkamamak gerekirdi; çünkü böyle yerlerdeki sularda virüs bakteri, değişik mikro organizmalar olabiliyor; Semih hoca da içtiği bir sudan bir ay boyunca hastalanmış. İyot tableti ya da filtre kullanarak içmek, özellikle açık yara varsa bu suları kullanmamak daha doğru olabilir.


Yürüyüşe devam ettik. Bir mezarlığın önünden geçtiğimizi hatırlıyorum. Aklıma gelmişken Faruk'a da teşekkür edeyim. Su hortumlu sistemden iyice yararlandım bugün. 2.5 litreye yakın suyu hortumdan kolaylıkla içtim. Kendi yaptığı kakaolu kek de mükemmel olmuş; tek tek dolaşıp herkese "yer misiniz?" diye sordu. Yahya hocam'ın gönderdiği güzel bir mesajı da aktarayım hemen. Bir hikayeydi bu; uzundu ama içerdiği mesaj şöyleydi: Bir arkadaşımız bize karşı bir hata yaparsa bunu kum üzerine yazalım, çabucak silinip gitsin diye, asla kin tutmayalım; ama bize bir iyilik yapmışsa onu da kayaya kazıyalım, hiç silinmesin diye!.. Bu güzel bir felsefedir. Aşağıdaki fotoğrafta da Jale-Şule kardeşler görülmektedir.


Bu hafta tuzlu fıstık almamışlar yanlarına ama Yahya hocam bir torba getirmişti; kendisi için değil herkes için, bizler için getirmişti. Benim bu grupta hoşuma giden şey de budur; insanlarda karşı tarafı mutlu etmeye çalışma felsefesi var ki bu değerli bir felsefe ve davranış biçimidir. İnsan, karşısındakini iyice tanıyıp, sonra da onu mutlu etmenin yollarını ararsa, egoizmini bırakır, alturistik olursa, yani kendisini bir anlamda tırnak içinde unutup başkalarının refahı ve iyiliği için uğraşırsa ve herkes bunu yaparsa o zaman ortaya güzel bir şey çıkar. Tahsin hocamın Finike portakalı da Şule'den bana ulaştı; gayet lezzetli bir portakaldı.


Tekrar yürüyüşümüze dönecek olursam, bir vadi tabanına indik; baraka evlerin yanlarından geçtik; Kös Yaylası'na doğru yola koyulduk. Solumuzda derelikten nehre transfer olmuş, yani sınıf atlamış bir su kütlesi vardı. Zaman zaman kısa molalar verip pek çok dikenli yerden geçtik. Pahalı yağmurluk giyenler bu dikenlere çok dikkat etmeliler!.. Yükselip alçaldık ve de Müslüm hocanın 1. sürprizine vardık. Bir şelale veyahut çağlayan! Ben buna çok sevindim çünkü 10 yıldır hep bu civarlarda bir şelale görmeyi arzuluyordum.


Ben şelalenin boyutlarından tatmin oldum; Yabanabad bölgesi için oldukça heybetli bir yükseklik sayılırdı. Şelaleye dair fotoğraflar benim Picasa albümlerimde olacak; fakat kapasite sorunu olduğundan henüz ekleyemedim; kotam dolmuş; 1 GB kotam vardı; o yüzden bu yazıma da daha fazla fotoğraf ekleyemedim; sorun nasıl çözülür emin değilim; belki Faruk bu konuda bir öneride bulunabilir, yani Picasam'dan fotoğraf silmeden ve de para ödemeden kotamı nasıl artırırım?..

Yürüyüşe ekip düzeninde devam ettik. Ben bir süre önde yürümenin keyfini çıkardım. Ana yemek molası verdik ve hemen ardından Müslüm hocanın 2. sürprizi geldi: Kardelenler, yani Galanthus Nivalis!.. Bunlar nergisgillerdendir ve de baharda çiçek açarlar. Müslüm hoca epeyce çarşaktan yukarı tırmandı ve sırt çantalarımızı almaksızın bir Kardelen tarlasına geldik. Tahsin bey kara uzanarak makro fotoğraflar çekti. Ben de bu rüyamsı Kardelen tarlasında birkaç makro film çektim. Bir de ustaca bir yosun-kaya fotoğrafı çektiğimi düşünüyorum!.. En üst taraflarda bir yere koydum o fotoğrafı. Kardelenlerin masumluğu pek hoştu. Bundan sonra, özellikle ilkbaharda makro fotoğraflar çekmek isterim. Bu kardelen bölgesi gerçekten özel bir yerdi.


Saat 15.00 gibi Kös yaylasından geçtik. Buradaki çeşmede bir süre soluklandık. Oldukça büyük bir iz görmek bizi heyecanlandırdı. Ayı izleriydi bunlar. Yukarı tırmanıp Cibilli Dede türbesini de gördük. Bu kişi geyiklere tuz yediriyormuş. Saat 16 gibi Çamlıdere yaylasına vardık. Müslüm hoca yine iyi bir zamanlamayla etkinliği bitirdi; yürüyüş 6 saat sürdü. Bu seferki yürüyüş, her zaman yürüyüşe gelenler açısından fazla zorlayıcı olmadı, hafif kaçtı diyeceğim, ama bu kez de Müslüm hoca rotayı Süphan dağına çevirebilir!.. Ahmet bey çayları hazırlamıştı. Sokakların her yerinden seller akmaktaydı, karlar eriyordu. Çamlıdere yayla evlerinin altyapısı kötüydü, çok kötüydü; çok ciddi yağış olsa orada ev falan kalmaz!.. Burada gördüğüm sevimli bir sokak köpeğine de siyah üzüm verdim, baya yedi; onun fotoğrafını da üst taraflarda bir yere koydum. Bu bloglarda fotoğrafları aşağıya indirmek bir sorun oluyor. Güzel bir etkinlik de böylece sona erdi. Yeni şeyler öğrendim.


Yazımı yine güzel bir şarkıyla bitireyim. benim sevdiğim bir şarkıdır bu: GülNihal; Zeki Müren... Yıllar önce Safranbolu'da bir kafede dinlemiştim.


Görmedim kimsede böyle kaş, böyle göz, böyle yüz...



Ve yine bütün zamanların en güzel seslerinden, benim gece için favori araba müziklerimden, Summer Wind, Yaz Rüzgarı ve Frank Sinatra:


Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment