Saturday, September 12, 2009

Heloise'tan Mektuplar


Abelard ve Heloise'ın öykülerini ilk kez "Genç Werther'in İlk Acıları" romanımı yazarken okumuştum; daha önce sadece isimlerini biliyordum. Oldukça trajik bir öyküdür bu.
Abelard, Fransız skolastik düşünürü, tanrıbilimci; dil, diyalektik ve ahlak filozofudur; çok iyi bir şairdir de. Öğrencisi Heloise'a aşık olmuş ve bu aşkla birlikte yaşamı dramatik bir yapıya dönüşmüştür.
Filozof Abelard 1079 yılında Nantes taraflarında doğmuş. Felsefeye çok meraklı biridir; bu nedenle Paris'e gider, oradaki ünlü felsefecilerle tanışır. Onun yaşadığı çağda felsefe ve din iç içedir. Son derece zeki biri olduğundan onun girdiği derslere büyük bir talep olmuştur, sınıflar dolup taşmıştır. Artık ona üstat denmektedir.
1116 yılında 40 yaşındayken Heloise ile tanışır. Heloise ondan 22 yaş küçüktür, güzel ve akıllı bir kadındır. Kültürlü oluşu da önemli bir artıdır. Genç kadın dayısı Fulbert ile birlikte yaşamaktadır. Fulbert genç kadının üstat Abelard'ın öğrencisi olmasını kabul eder ve her şey böyle başlar, sonun başlangıcı, ıstırapların doğuşu gibi bir şeydir bu.
Felsefe ve teoloji konuşmalarından yola çıkıp aşk ilişkisi boyutuna geçerler; hem fiziksel hem duygusal yoğun bir ilişki başlar. Ancak bir gün Flubert onları birlikteyken yakalar ve birbirlerine sıkıca bağlı bu ikili ayrılmak zorunda kalırlar.

Heloise, Abelard'ın çocuğunu taşımaktadır ve Abelard genç kadını kaçırır. Bir çocukları olur. Evlenmek için Fulbert'e haber verirler. Aslında Heloise evlenmek istememektedir çünkü Abelard'ı iyi tanımaktadır; aşkın evlilik bağıyla bozulacağını, Abelard'ın ev ortamında sıkılacağını, eserlerini yazamayacağını düşünmektedir. Metres konumunda kalmak genç kadın için çok daha doğru görünmektedir, fakat üstat ısrar edince evlilik gerçekleşir.
Evlilik gizli yapıldığından çevredeki insanlar genç kadına gayrı meşru çocuk sahibi biri muamelesi yaparlar. Dayısı da onu ahlaksızlıkla suçlamaktadır. Üstat Abelard çözüm olarak karısını bir manastıra gönderir. Heloise artık emniyettedir ancak Fulbert birkaç adamla filozofun evine giderek onu hadım ettirir. Kötü, kötülüğünü yapmıştır ve bu hiç de şaşırtıcı değildir; çünkü akrep sokmasını iyi bilir, doğası bu yöndedir.
Bu trajik olaydan sonra Abelard kendisini tamamen dine verir. Kendisi rahip, aşkı da rahibe olur. Abelard çok sayıda eserler yazar, bunlar dini mahkemelerce yakılırlar. Üstat umutsuzluk içindedir. Bir manastır kurar. Manastırın adı bile acıklıdır: Sığınak! Sefalet içinde bu sığınakta yaşar.
Din bilimcidir, filozoftur ancak bazı eski öğrencileri haricindeki herkes onu terk etmiştir. Bu manastırda daha uzun süre kalamaz ve orayı terk eder. Onun terk ettiği yere Heloise gelmiştir. Üstat da başka bir manastıra yerleşmiştir.
İki sevgili birbirleriyle mektuplaşmaya başlarlar; o meşhur mektuplar böyle oluşmaya başlar. Bunlar Latince yazılmış mektuplardır. 61 yaşına gelen Abelard Papa tarafından bağışlanmak için tavsiye üzerine Roma'ya gitmek üzere hareket eder ve yolda bir manastırda ölür. Heloise 22 yıl daha yaşar ve ilginç bir şekilde o da 61 yaşında ölür.
Onların mezarları Paris'in ünlü mezarlığı Pere Lachaise'dedir. Bu mezarlığı Fransa'da kaldığım süre boyunca görmediğim için halen hayıflanırım. Bir gün yeniden Paris'i ziyaret ettiğimde bu mezarlığa uğramak isterim. Çünkü bu iş de benim “yarım bıraktığım işler” kategorisindedir.

Abelard dili çok iyi kullanabilen bir ustadır. Ancak maalesef onun şiirlerinden çoğu kaybolmuştur.
I. MEKTUP
Heloise'tan Abelard'a
Elin... Elin değmiş bu mektuba.
Teşekkür ederim; bana yazmamışsın ama..
Elbette tanıdım yazını; değişmemiş hiç.
Değişen bir şey olmadı zaten, acı bile aynı acı.
Bana gönderilmemiş ama, mektubu ben okudum
Utanmadım, kimseye de ihanet etmedim.
Suskun geçen bunca yıldan sonra, hesap verecek değildim. Şimdi de vermeyeceğim.
Elin değmiş bu mektuba!
Aşık olduğum elin.
O aşka susamışım.
Hakkım var o elin yazdığı mektubu açmaya.
Merakım cezasını buldu işte.
Nerden bilirdim her satırda adımı okuyacağımı?
Uzun bahtsızlığımızın kısa hikayesini yazdığını nasıl tahmin ederdim?
Düşünüyordum, hatta korkuyordum, uzun süren suskunluğun ya benden çalınmış huzursa, ya beni unutacak kadar güçlenmişsen...
Oysa ancak anılara teslim olmayacak kadardı benim gücüm.
On yıldır dökemediğim gözyaşlarımdır delilim.
Nasıl bilebilirdim, senin de hala acı çektiğini, tıpkı benim gibi? Erkeksin sen, akıllı, nitelikli.
Tüm hristiyanlık birleşse, dolduramaz yerini.
Kendimi avutuyordum o bir erkek diyordum.
Senden beklememeliydim, bendeki duygusallığı.
Biliyor musun, başım göğe ererdi sana bakarken.
Sanki bende olmayan her şey sende vardı.
Sanıyordum ki, tüm acıları geride bırakacak kadar güçlüsün. Yanılmışım... Zayıflıktan değil acıların.
Öylesine güçlüsün ki, göz göze yaşıyorsun acılarla. Sakınmıyorsun, gözlerini kaçırmıyorsun onlardan.
Istırabın duruyor önümde satır satır, hem de el yazınla. - Ah, Abelard!
Dokunuşlarını bana taşıyan o kağıdı, o mürekkebi nasıl seviyorum... -
O kör yıllar boyunca sakladığım acı çıkıyor yüreğimden, karşıma dikiliyor; bakıyorum:
Aynı yaşlardayız onunla, boyumuz bosumuz aynı.
Tepeden tırnağa ben'im bu acı.
Artık saklayamıyorsam onu kendimden, nasıl saklarım, bir zamanlar bütün varlığımla teslim olduğum senden? -
Bir zamanlar... nasıl iç burkuyor bu sözler... -
Bir zamanlar, gövdesini gövdeme kattığım birine, rol mü yapayım, ketum mu davranayım?
Gecenin doruklarında dört nala koşturmuştuk bedenlerimizi, daha da doruklara çıkmıştık doğan güneşlerle.
Biliyorum böyle yazmasa gerek benim gibi bir rahibe.
Özür diliyorum, ama yazan rahibe değil.
Örtüldük tepeden tırnağa, ama kadınız biz.
Bu örtünün altındaki de Heloise, her dişiden daha fazla dişi.
Ve aşk... Ona bir Abelard öğretisi.
Yalnızca kendime acımıyorum;
Tüm varlığım acıdan kıvransa da, merhametim biraz da sana. Hiç bir şey unutturamaz bana yazıların yüzünden çektiklerini. Nasıl da zalim bu anılar...
Unutamıyorum dehanın nasıl ödüllendirildiğini?
Hasetle ve kötülükle! Unutamıyorum çalışmalarının lanetlenişini, yakılarak alevler içinde...
Mısralarının kafasız kafalarca nasıl aşağılandığını, nasıl da kafir denildiğini sana... unutabilir miyim?
Sonunda fırlatıp attılar seni dünyanın dışına.
Küçücük bir manastır kurdun kadınlara, adını "Sığınak" koydun.
Ne iğrenç lekeler sürdüler amacına...
Huzur ararken kendin de manastıra kapanınca, nasıl attılar seni aralarından, kardeş deyip bağrına
Atarlar elbette!
Sıradan olduklarını hatırlıyorlardı seni gördüklerinde. Mektubun bütün bunları bir daha yaşattı bana.
Okurken gözyaşları döktüm senin için.
Ah, keşke hiç yazmasaydın...
Nicedir içimde topladığım bir damlacık güç kayboldu işte.
Her yazdığını bizi tüketen ağıraksak ölümü yaşayarak okudum. Sevdalılar gözleriyle tadarlar ısıtırapları.
Ben de gözlerimle kavramıştım acını.
Dayım yok ettirdikten sonra erkekliğini, hani, çekip gittin ya... Peşine taktım gözlerimi.
Beni burada bıraktığında da öyle.
Şimdi aynı gözlerle satır satır acını okuyorum.
O gözlerin yaş dökmesi garip mi?
Yanılma, merhamet değil istediğim.
Belki yazarsın bana diye yazıyorum yalnızca.
Zulmetme bana, reddetme beni.
Senden başka kimselerin veremeyeceği dermanı yolla: Bir mektup...
Bu kez senden bana. Bırak, sana ait her şeye, sadakatle üzüleyim.
Bahtsızlıkta olsa, herşeyi bileyim.
İç çekişlerim karışırsa seninkilere,
Belki ikimizinde acısı hafifleyecektir, Ne dersin?
İçimden hiç gelmiyor ama, sen istersen, mektubumu şöyle de bitirebilirim:
Sonsuza kadar, elveda...


Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment