Monday, September 21, 2009

Beautiful Autumn Scenery - Sonbahar


Ankara'da sonbahar artık sarımtırak ya da kızılımsı yüzünü iyice göstermeye başladı. Hava serinledi, yer yer yağmurlar da görülüyor. ODTÜ'deki Ahlat ağaçlarının armutları yerlere dökülüyorlar; onların yanından geçerken çok tatlı bir armut kokusu etrafı sarar; insan bu kokuyu duyunca biraz yavaşlar ve içine çeker. Benim internette sevdiğim şeylerden biri google-görseller'e girip, bir konu belirleyip fotoğraflara bakmaktır. İnsan bir anda zengin bir dünyaya dalıverir. Bugün "görseller" kısmına "Beautiful Autumn" diye yazdım ve çıkan resimlere baktım. Bu resimlerin bazıları doğal bazıları rötuşlu, ama hepsi de güzel.



İlk önce bu sevimli küçük kızın resmiyle başlayacağım. Masumiyetle ilgili görüşlerimi Vivian yazımda yazmıştım. İnsan masum doğar; elbette genlerinden gelen masumiyet dışı şifreler, hayvani kodlar vardır, ama o küçükken masumdur. Kötülük, kurnazlık gibi olumsuzluklar sağdan soldan, toplumdan, aileden çevreden öğrenilirler; kötülük insana çoğu kez sonradan bulaşır ve onu çirkinleştirir.


Kristof Kolomb ile ilgili okumalarımda şunu görmüştüm ki Kolomb'un yeni kıtada rastladığı yerliler çok masum insanlardı; saftılar, ellerindeki altınları bile yabancılarla paylaşırlardı. Saflığı burada olumlu anlamda kullanıyorum. Yukarıdaki küçük kıza bakalım; onda bir saflık vardır. İnsan, yaşamı boyunca bu saflığı korumalıdır; kurnazlaşıp, hinoğluhinleşip çürümemelidir, bu çocuk gibi masum, içten ve doğal kalmalıdır. Toplumun ve çevrenin onu kötüleştirmesine izin vermemelidir. Küçük çocuğun resmine bir kez daha bakın; büyük ihtimalle yerde bir böcek ya da bir kuş görmüştür, etrafını unutur ve ona odaklanır. Saflık, masumiyet yeryüzünün en güzel duygusudur. Kundun filminde de hoş bir sahne vardı; 14. Dalai Lama Tenzin Gyatso henüz bir çocukken ruhani lider seçilir; bir toplantıda etrafındakiler siyaset konuşurlarken o küçük bir fare görür, gülümsemeye başlar, dikkati oraya yönelmiştir, çünkü masumdur, çakallıklarla, siyasetle, ayak kaydırmacalarla, küçük hesaplarla işi yoktur; o yalnızca temiz kalplidir ve onun en büyük değeri de budur; bu, gerçek bir hazinedir.





Şimdi ikinci fotoğrafa geçelim. Benim sevdiğim görüntülerden biridir bu. Yapraklar yerleri halı gibi kaplamışlardır, hava güneşlidir; bir sessizlik ve sakinlik vardır. Taştan yapıları çok severim. Burası büyük ihtimalle bir kilisedir. Muhtemelen yakınlarda bir mezarlık vardır. Mezarlığa gidip mezar taşlarını okumak, artık düşünülmeyen bu insanları düşünmek güzeldir. Birden çanlar çalabilir. Eski kapıları iterken hoşgeldiniz der gibi gıcırdarlar. Böyle yerlerde bulunmak insanın ruhunu ferahlatır ve yükseltir.



Bu kez yağlıboya şu resme bakalım. Yine bir sonbahar günü ve yine taştan bir ev. Muhtemelen şöminesi de vardır!.. Eve doğru giden tatlı bir yol görülür; dar bir yoldur bu. Ağaçlar içinden giden patikamsı dar yollar mükemmeldirler. Bu evin bahçesinde oturup etrafı izlemek ve dinlenmek gerek. Belki bu evin bir şarap mahzeni de vardır. Doğrusu yaşamım boyunca benim hayal ettiğim şeylerden biri de budur: Şarap mahzenleri; çok gizemli yerlerdir bunlar. Maalesef sadece bir kez Kapadokya'da bir şarap mahzenini gezme fırsatım olmuştu. Umarım bir gün güzel bir malikanenin şarap mahzenini gezme ve orada zaman geçirme olanağım olur. Meşe fıçıların ucundan bardağa bir kadeh doldurup loş mahzenden yeryüzüne çıkmak... yaşamın müthiş bir zenginliğidir bu...




Şimdi şu yukarıdaki fotoğrafa bir bakalım. Kırların ortasında bir oturma yeri. Sanki ilahi bir atmosfer var. Burada çok güzel hikayeler yazılabilir. Bu masanın üzerine elbette bir dizüstü bilgisayar yakışmaz; buraya tüy kalemler ve mürekkep yakışır. Güzel bir sandviç olmalıdır çantada, bir parça çikolata ya da bir kırmızı elma, havuç da olabilir, kıtır kıtır yemek için. Güneş batıncaya kadar oturulmalı ve sonra banka uzanıp yeni yeni çıkmaya başlayan yıldızlara bakmalı insan. Şehirlerin kargaşasından uzakta, tanrısal bir kuytulukta, varoluşun harikalığının kucağında öylece durmak...




Resim taraması yaparken yine hoşuma giden resimlerden biri de buydu. Kulübemsi bir ev; yapraklar her yeri kaplamışlar. Hafifçe bir rüzgarın estiğini hayal ettim. Yapraklar hışırdamaktadırlar. Belki evin içinden bir keman sesi yükselir. Uzaktan bir müziği duymak çok hoş bir şeydir. ODTÜ Mescit tarafında Kıyı Liman Mühendisliğinin olduğu binanın yanından geçerken her zaman bir piyano sesi duyulur. Öğretim üyelerinin eşlerinden biri, sanırım köken olarak Filipinli bir kadın piyanoyu çalmaktadır. Bazen günde 5 saat kadar piyano çalıştığı olur. Uzaktan dinlemek güzeldir.





Evet, bu yol resmi de hoşuma gittiği için buraya aktardım. Henüz sonbaharın başlangıcıdır. Esrarengiz bir yol uzayıp gitmektedir. Ben böyle bir yol görürsem, zamanım varsa mutlaka yolun peşine takılırım ve yolun bitmesini istemem. Böyle bir yolda bisiklet sürmek de harikadır. Fransa'da "Kırsal Bisiklet Yolları" diye bir kitap almıştım, şimdi nerededir bilmiyorum. Bu güzel kitapta Fransa'nın yemyeşil bölgelerinde pek bilinmeyen dar bisiklet yolları ayrıntılarıyla anlatılıyordu. Ankara'da bunu ancak Eymir'de yapabilirim. Aslında Eymir araç trafiğine kapanırsa bisiklet açısından çok iyi olur...






Bu yukarıdaki resimde de benim sevdiğim 2 şey bir araya gelmiş. Sisler ve çitler!.. Evet, çitler gerçekten harika şeylerdir. Görünümü bir anda tamamen değiştirirler. Ben çitlerin insana güven verdiklerini düşünürüm. Bir sınırı belirlerler. Sınırlar bizi hayallere sevkederler. O sınır neyin sınırıdır? Gözümüzde hemen bir çiftlik evi canlanır; çiftlik evlerinin tavuklu, keçili, şömineli, samandan çatılı, kuyulu bahçeleri zihnimizde belirir...



Google'da resim taraması benim en sıkça yaptığım şeylerden biridir. Ağır bir yemekten sonra bu resimler çok rahatlatıcı geldi bana.


Real'den ızgara Somon balık almıştım. Ne zaman somon balık yesem hep pişman olurum; gerçekten bana çok ağır gelen bir balıktır; sağlıklıdır ama yedikten sonra aynen şöyle söylerim: "Aman, sağlığı batsın!" Fakat her yemekte genellikle yemeği kurtaran bir şey olur ki bu yemekte de yemeği kurtaran siyah üzüm suyuydu. Japonların, Çinlilerin, Tayvanlıların deniz ürünlerini böyle rahatça tüketebilmelerini hayretle karşılıyorum; deniz ürünlerinin ağır kokusu demek ki onlara işlemiyor. Canlı canlı küçük ahtapotları bile yiyebiliyorlar; Tanrı bu insanlara acısın!.. :) Ben çözümü buldum; en iyisi İglo dondurulmuş çubuk balıklar. Bunlarda deniz kokusu yoktur, rahatça yenilebilir; pahalıdır, 10 küçük çubuk balık 10 liradır. Ben ara sıra bu İglo marka Alaska mezgitlerinden yemekteyim.


Sonbaharla başladığım yazımı yine sonbaharla bitireyim: İnsan, eğer bir farkındalık içindeyse gerçekten yaşıyor demektir. Sonbahar gelirken onunla ilgili ayrıntıların farkında olmak, her şeyin farkında olmak, uçuş böceklerinin bile farkında olmak, sandalyemizin altından sessizce yürüyüp giden minik bir karıncanın farkında olmak, bu durum bizi zenginleştirir; gerçekten yaşamak ancak böyle bir farkındalık varsa mümkündür...



Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment