Thursday, June 10, 2010

Türkiye'nin Ağaçları ve Çalıları



Dün, yani 9 Haziran Çarşamba günü, sağanaklı, şimşekli, dolulu bir günün ardından Ankara Dağcılık Kulübü'nün lokalinde güzel ve verimli bir sunuma katıldım. Katılım sayısı da oldukça yüksekti. "Bilgi-yoğunluklu" ve yer yer espirilerin de yapıldığı bu faydalı etkinliğe dair bir şeyler yazmak arzusundayım.



Sunumu yapan kişi Necati Güvenç Mamıkoğlu'ydu. 1973 ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği mezunu. Daha önce tanıdığım mühendislerde gözlemlediğim bir olguya burada da rastladım. Öncelikle mühendislik dallarında okuyanların bazılarında, özellikle gerçeği kavramış olanlarında, "Mekanikten" "Ruha" kaçış diye nitelediğim bir süreç oluyor. İnsanın spiritüel bir yanı vardır ve bunu tatmin etmelidir yoksa mekanikleşir, robotlaşır ve hatta sertleşir, odunsulaşır; maddesellikten sanata, estetiğe yöneliş, maddeselliğin boğuculuğundan kurtulmak için, inceliğin zenginliğinde erimek için akılcı ve doğru bir adımdır. Kömür madeninde çalışanın yüzü kararır; sürekli maddeyle, mekaniklikle uğraşanın da ruhu sararır, solar; güneşe çıkmak gerek, doğaya atılmak gerek, müziği, yaşamın özünü, kuşların seslerini duyumsamak gerek; mekaniklik insanı kalınlaştırır; madde, insanı heykelleştirir; insan yalnızca ruhumuza dokunan güzelliklerle, sanatla, müzikle, doğayla incelebilir.
Hangi ismini kullanıyor bilmiyorum ama ben bu yazımda orta ismini kullanacağım. Güvenç bey ODTÜ'yü bitirip fotoğraf makinesiyle doğaya çıkmış ve her şey böyle başlamış ve her şey her zaman böyle basit bir şekilde başlar. Bir rüzgar eser; tatlı ve gizemli bir rüzgardır bu ve bizi alıp bilmediğimiz yerlere götürür; özgürlüğün tadı, her türlü bağımlılıktan kurtulmanın boşluğunda yüzmek ve kaşifliğin verdiği sonsuz bir keyif vardır burada.


Dün kendime facebook'ta yeni bir sayfa yarattım; öncekini kapatmıştım, daha "Resmi," daha "Evrensel" bir sayfa açtım. Resim olarak da Lao Tzu'nun sevdiğim bir sözünü ekledim: "The journey of a thousand miles begins with a single step." Bin millik bir yolculuk bile tek bir adımla başlar. Dünkü seminerde bu sözün Güvenç beyin serüvenini de güzel bir şekilde özetlediğini düşündüm. Güvenç beyin yolculuğu 5 yıl sürmüş ve Kırklareli'nden Artvin'e 150 bin kilometre yol katetmiş. On binlerce fotoğrafı olmuş. Yanılmıyorsam fotoğraflarının sayısı biraz daha zorlansa 200 bine ulaşacakmış.



Hangi alanda olursa olsun, eğer bir birikim olmuşsa onu paylaşmak gerek; bardağımız dolmuşsa, taşıyorsa, taşanı susayanlara dağıtmak; bilgi kervanına, hörgüçleri zengin hazinelerle dolu bir deve eklemek gerek. Güvenç beyin ağaçlarla ilgili bir çalışma içerisine girmesinde pek çok faktör rol oynamış. Yeğeninin kızı Ceren de bu faktörlerden biri; onun ağaçları tanıması için başlayan masum bir çalışma bir tohum gibi büyümüş. Uzun merdivenlerin inşası her zaman birkaç basamakla başlar ve sonra basamaklar yükselir, merdiven yükselir, gökdelenlere, göklere ulaşır.
Yıllar önce Efes harabelerinde dolaşırken küçük bir çocuk yanıma gelmişti. Elinde bir kitap vardı ve şöyle söyledi: "Abi, bu kitabı al, yoksa taşlar sana bakar, sen de taşlara!" Aynı şey doğaseverler için de geçerli. Biz ADK yürüyüşlerimizde pek çok ağaç çeşidi görüyoruz ama çoğunun ya ismini bilmiyoruz ya da onlara toptan "Çam!" diyoruz!.. Güvenç bey de Kırsal Çevre Derneği'nin Dendroloji (Ağaçbilim) seminerlerine katılmış; orman fakültelerindeki profesörlerle dostluklar kurmuş. Ağaçları tanımak için çıktığı yolda hayatın başka yönlerini de tanımış; hırsızları tanımış, fotoğraf makineleri çalınmış!.. Bürokrasiyi tanımış, zaman zaman ona engel çıkartmışlar, ormana girmek suçtur demişler, öte taraftan ormana giren yabancılara ses çıkartılmamış. Ülkemizdeki bu "Yabancı insanlara karşı zaafiyet ve çifte standart" elbette bir kompleksten kaynaklanmaktadır; oysa kendi insanına değer vermeyen bir ülke ya da bir insan hiçbir zaman hiçbir yere varamamıştır; vardığını sandığı yer de kupkuru bir yerdir. Yabancılar içinde çıkarcı, sömürücü, samimiyetsiz insanlar hiç de az değildirler; yurdışından gelip 300-400 yıllık ağaçları satın alarak onlarla kano yapılması örneğini vermişti Güvenç bey ve bu bazen Batı'nın müthiş ahlaki düşüklüğünü gösterir. Ama bizim için önemli olan Batı'nın ahlaki düşüklüğü ya da ahlaki yükseliği değil kendi ahlaki düzeyimizdir. Kendi ağaçlarımızı koruyamazken onlara söyleyeceğimiz sözlerin ne kadar değeri olabilir ki?
Müslüm hoca, biz doğacılara faydalı olacağını düşünerek bir sunum düşünmüş ve Güvenç bey Ülkü'nün arkadaşı olduğundan olay çabucak çözülmüş. Sunum sırasında Ülkü'nün bir sorusu olmuştu: "Bu fotoğrafı nerede çektin, Güvenç?" Güvenç beyin cevabı bizim açımızdan espirili olmuştur: "Yaşar beyin evinin oralarda!" Tabii biz Yaşar beyin evi nerede bilmiyoruz, Çeşme tarafında herhalde, ziyaret etmek isteriz!.. Kulüptekiler, kendi dostluklarını ve çevrelerini kullanarak böyle etkinliklere imza atabilirler ve bu hoş bir şey. Mesela ben Dalai Lama'yı yani Tenzin Gyatso'yu tanıyor olsaydım, gelip bir konuşma yapması için onu buraya mutlaka çağırırdım!.. Budistler, doğa konusunda bilgilidirler.
Fotoğraflar ustaca çekilmiş. Bunları çekmek için doğru zamanda, doğru makineyle, doğru heyecanla doğru yere doğru hemen hareket etmek gerekir; sonra da doğru ışığı ve doğru açıyı yakalamak gerekir. Ama mesela Güvenç bey doğuya gidip bir ağacı ya da çiçeğini çekerken bu kez batıda açan çiçeği kaçırmış, öteki seneyi beklemiş. Matematik bilenlerin sistematiğine sahip biri olarak sistemli davranıp hem gezmiş, hem çekmiş ve hem de bu arada pek çok ağaç kitabı okumuş, bilgisini artırmış, onların Latince isimlerini öğrenmiş. Latince gerçekten "Esrarlı" bir dildir ve ben yaşamımın bir döneminde mutlaka Latince öğreneceğim. Usus Promptos Facit! Pratik mükemmeleştirir. Güvenç bey de fotoğraf çeke çeke pratiğini ilerletmiş, sanatsal, estetik düzeyi yüksek fotoğraflar çekmiş.
Sunum boyunca izlediğimiz yüzlerce fotoğrafın bir kısmının şehirlerdeki parklarda da çekildiğini görünce biraz şaşırmıştık. Mesela Ankara'da Milli Egemenlik Parkı var, buraya Meclis parkı da denir. Çok sayıda ağaç türü vardır orada. Bunlardan biri de Ginko Biloba'dır. Ona kutsal ağaç derler; dinozorlar yaşarken bile bu ağaçlar varmış. Meclis parkına sanırım Çin'den hediye edilmiş. Bu ağaç Çin ve Japonya'da kutsal sayılır ve mabetlere dikilirlermiş. Türkçe'de Mabet Ağacı diyorlar buna. Bazı ağaçların Türkçe isimleri yokmuş ve Güvenç bey onlara kendisi bir isim vermiş ve bunu başkalarına kabul ettirmiş. Bir şeyi yapmak değil, onu kabul ettirmek önemlidir. Her ağaçla ilgili inanılmaz zenginlikte bilgiler var; bu ağaçların öyküleri var, mitolojide, edebiyatta, şarkılarda türkülerde yeri var. Bir zamanlar, meyvelerini yalnızca kralların yemelerine izin verilen ağaçlar da var. Bütün bu devasa okyanusta 2 saatten fazla bir süre yolculuk ettik; aşağıdaki fırından alınmış taze simitleri yedik; çökelek peynirli el yapımı ya da ev yapımı börekleri ve acıbadem kurabiyeleri yiyip çay içtik; arkadan gelen jeneratör uğultularını, hastanenin MR aletinin gürültülerini dinledik, aşırı sıcaktan terledik eridik; kese getirmeyişimize hayıflandık!..
Sunum oldukça bilgi yoğunlukluydu. Her şeyi buraya aktarmam imkansız. Aklımda kalan ilginç şeylerden birkaçını sıralayayım: En üste resmini koyduğum çiçekler bir Porsuk ağacına ait. Latince ismi Taxus Baccata! İki evcikli bir çiçek bu. Yani dişi ve erkek aynı evlerde yaşamıyorlar, biraz da, evli Romalıların aynı odalarda kalmamaları gibi bir şey; daha sağlıklı olduğu söylenir; ayrı olanlar özler, özlenir; uyku kalitesi yükselir; bireysel olan alan kutsaldır ve her zaman korunmalıdır; insan evli dahi olsa özgürlük alanı kutsaldır, çünkü insan ancak o alanda en verimli nefeslerini alıp verir.
Porsuk, zehirli bir ağaç ve hatta Agatha Christie'nin bir romanında cinayet aracı olarak da kullanılmış. İğneleri, gövdesi, dalları zehirli. Ancak boncuklarında daha az zehir var. Geyikler ve kuşlar bunları yiyip hastalanmazlar ama bizim yemememiz hakkımıza daha hayırlıdır, çünkü biz geyik değiliz, yani sanırım öyle!.. Güvenç bey aynı ağaçların bir arada olmalarının öneminden bahsetti. Bizim bahçemizde 2 kayısı ağacı yanyana dururlardı. Birini kestik, şimdilerde pek meyve vermiyor. İkisi bir aradayken müthiş meyve verirlerdi. Ama elbette illa ki yakın olmaları gerekmiyormuş; 400 metre aralıklı da olsalar faydalı olurmuş.
Güvenç bey ceviz ağacından da bahsetti. Ceviz de zehirliymiş!.. Ceviz ağacının altında uyumak zararlıymış, baş ağrısı yaparmış; altında ot da yeşermezmiş. Akdeniz Selvisi de (Cupressus Sempervirens) esasen Selvi değil Servi'ymiş. Kışın yaprak dökmediklerinden hep yeşil kalırlarmış ve o yüzden de Latince Semperviren yani "her zaman yeşil kalan" demişler ona. Karadeniz'de Kızılağaçların yerini Çay'ın almasını ve bunun da doğal felaketleri, heyelanları tetiklediğini de anlattı bizlere. Bütün bunları Güveç bey severek ve heyecan içinde anlattı. Birkaç yıl önce bir arkadaşımla yaptığım bir konuşma aklıma geldi. "Biz insanları neden severiz?" türünden bir konuya gelmiştik. Ben bir komşumuzdan bahsediyordum; domates ekmişti bahçesine ve o domatesi nasıl ektiğini, nasıl baktığını büyük bir heyecan ve sevgi içinde bana anlatmıştı. Arkadaşım da bana dönüp "İşte biz insanları bunlar için severiz; yani yaptıkları işten duydukları heyecana bakarak, o işten aldıkları zevki bizimle paylaşırkenki coşkularına bakarak, duygularındaki samimiyetin saflığını, içtenliklerini kalbimizde hissederek biz de onları severiz" demişti. İlginç bir saptamaydı...
Güvenç beye doğa serüveninde başarılar diliyorum ve de umarım kendisini ADK yürüyüşlerinde de görebiliriz; o zaman bizim soracağımız "Bu ne, o ne, şu ne?" türünden binlerce soruya göğüs germesi gerekecek!... NTV Yayınlarından çıkan kitabı 700 sayfalık bir kitap. İçinde 350 ağaç ve çalı türü hakkında fotoğraflı bilgiler yer alıyor. Bu kitabı okuduktan sonra noktasal seyahatler de yapmak isteyenler olabilir. Mesela Datça Yarımadası'ndaki Datça Hurması Türkiye'de en az görülen ağaçlardan biri; onu görmek isteyenler oraya gitmeli. Ya da Hakkari'de 1500 metre yüksekliklerde bulunan Zelkova... İnsan, değerli olanı görmek için dünyanın öteki ucuna da gidebilir, gitmelidir.
Sadece Türkiye'de yetişen türler yani "endemikleri" görmek de ayrı bir keyiftir elbette. Hem ülkemizde hem de dünyada ormanlar azalıyor; bu orman okyanusları henüz varlarken, yelkenlerimizi arzu rüzgarlarımızla doldurup bu yemyeşil okyanusları gezmeliyiz. Yaşam, budur!..
Yine bir müzikle yazımı sonlandırıyorum:
İşte Pavarotti:


Mehmet Murat ildan



No comments:

Post a Comment