Friday, August 7, 2009

İncir Ağacının Kokusu


Budizmin kurucusu Buddha bir gün ormanda dolaştıktan sonra akşam üzeri bir İncir ağacının altına gelip oturmuş ve aydınlanmadan buradan kalkmayacağım demişti. Hikaye ya da efsane böyleydi...



İncir ağacı benim en çok sevdiğim ağaçlardan biridir. Mükemmel bir kokusu vardır ve bence onunla ancak ıhlamur ağacının ya da hanımelinin kokusu boy ölçüşebilir. İncir ağacınınki gizemli bir kokudur. Bu esrarengiz ağaçlar tıpkı benim gibi harabeleri, arkeolojik kalıntı yerlerini severler. Ben Ege bölgesine her geldiğimde mutlaka Selçuk ilçesi taraflarına giderim, orada Romalılardan ve geçmişten kalma harabeler çoktur. Belki üstat Goethe'yi sevmemin sebeplerinden biri onun da Roma harabelerine olan ilgisidir diye düşünürüm. Bizimle ortak noktaları olan insanlar bize daha yakın gelirler. Ama bazen de bizden tam tersi merakları ve yapıları olanlar da bizim ilgimizi çekebilir; zıtların çekimidir bu, ya da Osho'nun bahsettiği kemerli köprüdür; kemerli köprüyü havada sapasağlam tutan şey 2 zıt gücün birbirlerini dengelemeleridir, birbirlerine yaslanarak birbirlerini itmeleridir; farklılıkların, zıt güçlerin zıtlaşarak birleşmesidir.


Bugün Selçuk'a doğru bir yolculuk yaptım. İzmir'den yola çıkıldıktan sonra Özdere'den itibaren yol çok güzel bir hal alır. Sağ taraf uçurum, derin koylar ve denizdir, sol taraf dağlıktır. Çok sayıda keskin virajlar vardır. Uzun zamandır araba kullanmama rağmen araba kullanmak bana halen keyif veriyor; elimde güzel CD'ler var ve onlar da sürüşü daha eğlenceli bir hale getiriyorlar. Bu güzel yolda, riskli olmakla beraber virajlara hızlı girmek pek zevklidir. Ama bunu gece yapmak daha güvenli ve akılcı olur, çünkü keskin virajın ötesinden karşıdan gelen arabaların uzun ışıkları görülebilir ve ona göre yavaşlanır.


Keskin viraja bazen 90-100 km hızla girilirken arabanın kontrolü biraz sizden çıkar gibi olur, birkaç kadeh sonrası çakır keyif olma misali bir şeydir bu. Bunu bir başkasının arabasında olsa kesinlikle istemem ve hatta "Yavaşla lütfen yoksa arabadan ineceğim" bile diyebilirim!.. Ama kendim sürerken ve tekken pürdikkat bir şekilde hızla viraja girerim ve kendi şeridimden yandaki şeride doğru taşmam, yoksa başkalarının yaşamlarını da riske atmış oluruz ki bu ne ahlaka ne de insanlığa sığar.


Kuşadası'ndan son dönüşümde sabah 1 civarında virajı alamayıp yoldan çıkmış arabalar görmüştüm, onların çoğu alkollü sürücülerdi ya da viraj deneyimleri çok zayıftı. Virajlar kendilerini küçümseyen insanları hiç sevmezler, virajlara saygı duymak gerekir, çünkü onlar düz yollardan daha güçlüdürler, bir hareketle bizi minderin dışına fırlatabilecek kadar kuvvetli şişko Sumo güreşçileridirler. Şarampole yuvarlanmış arabalar çekicilerle çekilirken yollar bir süre kapalı kalır. Elbette en hoşu sakince, 40-50 km hızla, tamamen açık pencerelerden gelen orman ve deniz kokularını içe çekerek ve hoş bir Frank Sinatra veyahut bir Elvis Presley parçasıyla yavaşça, ama müziğin verdiği bir tür ruhsal uçuşla gitmektir.


Gece Selçuk tarafına gidilirken sağda, denizin üzerinde dolunay bütün ihtişamıyla parıldar. Bazen yollarda park yerleri olur; arabayı durdurup, lambaları söndürüp Ay'a, denize, yıldızlara bakmak yaşamın bütün saçmalıklarını, anlamsız hırslarını, komik çekişmelerini, bütün o yalanlarını, samimiyetsizliklerini, kötülüklerini bize unutturur. Varoluş karşımızdadır, bütün güzelliğiyle, bütün ruhuyla bizi kendisine bağlamış, esir etmiştir; kötüler, kötü kalpliler, anlamsızlıklar, bütün o siyahlıklar geride, çok uzaklarda kalmışlardır. Tabiatla uyum içinde tatlı bir uyku halinde insan öylesine oturur ve oradan hiç kalkmaz istemez.



Virajlı yolculuktan sonra bugün ilk önce Ashab-ı Kehf denilen 7 Uyurlar Mağarasına uğradım. Putperestler ülkesinde 250 yıllarında 7 Hıristiyan genç, Kral Dakyus'tan kaçıp buraya gelmişlerdir, yanlarında köpekleri de vardır. Onlar yakalanırlar ve Kral bulundukları yeri duvarla ördürür. 150 yıl kadar sonra çiftçiler duvarı açınca 7 uyurları bulurlar. Bunlar duvar örüldükten 300 yıl sonra uyanırlar. 300 yıllık kısa bir uyku! Bu uydurma hikayeleri dinlemek yine de hoştur. Bugün Panayır Dağı'nın eteklerindeki Ashab-ı Kehf'te büyük bir keyifle dolaşırken pek çok İncir ağacı gördüm. Bunların birkaçının fotoğrafı benim Picasa albümümde var. 7 Uyurlar diye bir şey elbette yok, daha doğrusu uyanmış olmaları çocuk masalı, ama "7 Milyar Uyurlar" bence var!! Burada neyi kastediyorum? Bilmem!.. Küçükler için yazılmış masallara inananları mı? Belki... Bu insanlar ne zaman büyüyeceklerdir?..

İncir ağaçlarının gizemli kokularını bırakıp Bülbül dağına, Panaya Kapulu'ya doğru yola koyuldum. Bu harika dağda 2006 yılında çıkan korkunç yangında pek çok ağaç yanmıştı. Şimdi yeniden ağaçlandırma çalışmaları başlamış. İçeri giriş arabayla birlikte 7.5 lira. Meryem Ana Evi her zaman kalabalıktır. Bu kez evin içinde değişik yıllarda gördüğüm rahibe yoktu, onun yerine bir rahip vardı. Doğrusu üzüldüm. Bazı konularda ben çok muhafazakarım sanırım, özellikle değişimle ilgili şeylerde. Şahsen oraya her gittiğimde, o bir zamanlar gördüğüm masum yüzlü ipincecik zarif rahibenin hep orada olmasını, hep her zamanki gibi kapı girişindeki ince mumları büyük bir özenle dizmesini ve başıyla ziyaretçileri nazik bir şekilde selamlamasını isterdim.


Bizim tanıdığımız bir doktor Ali bey vardı. Ben ne zaman denize girsem doktor Ali beyi sırt üstü yüzerken görürdüm. Tansiyonu yükselip beyin kanaması geçirerek vefat etmişti birkaç yıl önce. Denize girerken doktor Ali beyin orada olmayışını garipseyip bunu aklına getiren tek bir Tanrı kulu olduğunu sanmam!.. İnsanlar her şeyi unutmakta ve yok olup gidenleri umursamamaktadırlar. Doğrusu değişimleri pek sevmiyorum.


Bir şeylerin değişmediklerini görünce seviniyorum. Mesela bir pideci var. O ve kardeşi dükkanlarını yıllardır işletmekteler. İçeri girdiğimde şişko olan kardeş her zaman ateşin önündedir, alevleri canlandırmak için ateşe kürekle odun atmaktadır. Pidelerin birkaç santim üzerlerinde siyah bir duman tabakası esrarengiz bir şekilde havada asılı durmaktadır, dumanlar kara ellerini uzatsalar pideye değeceklerdir!.. Öteki kardeş hamur açmaktadır. Oraya gittiğimde bir gün o insanların orada olmadıklarını görmek istemem, bu beni bir şekilde üzer. Onlar her zaman orada olmalılar! Bazı şeyler değişmemeli, ama yalnızca bazı şeyler!.. İngiltere'de Eyüp Sabri Çarmıklı'nın Dedham'daki çiftliğine geceleri her gidişimde oradaki yüksek bir ağaca tünemiş bir baykuş görürdüm. Acaba o şimdi orada mıdır? Umarım oradadır!!


Yıllardır gittiğim yerlerde hep aynı İnternet kafelere geliyorum. Bu yazıyı yazdığım yer Yakamoz İnternet kafe. İşletmecisi çok efendi ve saygılı bir adam. Ara sıra, "Çocuklar, sessiz olun bakayım" diye babacan bir şekilde salona seslenir. Biraz ileride başka bir internet kafe daha var; bilgisayarları çok daha iyi, bağlantısı daha sağlam; buradaki bilgisayarlar ise birden bozulabiliyor, sık sık ağ sorunları yaşanıyor, elektrik kontak yapıyor ve birkaç kez yazdığım uzunca yazıyı da tümden kaybettim. Ama ben yine de buraya geliyorum, çünkü sahibi iyiniyetli ve samimi bir insan. Ama gerçekte iyi bir insan mıdır bilemem, ben bu konuda çok katıyım, benim sıkça tekrarladığım şey şu: İyi olmak o kadar kolay değil, o kadar ucuz değil. Bu konuyu şöyle bağlayayım: İyi şeyler sonsuza dek aynı kalsınlar, kötü şeylerse hemen değişsinler!..

Bülbül dağından yola çıkıp rotamı bu kez Şirince'ye çevirdim. Şirince, Selçuk'tan sadece 8km uzakta. Dağlık bir yerde, dik bir yolu var, zeytin ağaçlarının içinden geçen dimdik bir yol. Asıl ismi Kırkınca. Bir Rum kasabasıydı bir zamanlar. Güzel şarapları var. Şarapları halen güzel tat veriyor. Bazı şeylerin değişmemesi ne güzel!..

Selçuk'a gitmemin bir sebebi de bir kitapçı bulmaktı. Elimdeki kitaplar tükendi, bir dahaki sefere tatile çıkarken Ankara'dan arabanın bagajına tomarla kitap yükleyeceğim, romanlar, öyküler, tiyatrolar ve bilimsel kitaplar.


Adını vermeyeceğim bir yayınevinin 2 kitabı kötü çıktı; cümleler hep yanlış. Jack London'ın Demiryolu Serserileri isimli kitabını okumaya başladım, her sayfada tuhaf cümle ve sözcük hataları çıkıyordu ve dikkatim dağılıyordu; bu yanlışları Jack London yapmadığına göre... Bu kitabı okuyamadım... Bölgedeki pek çok yerde gece pazarı var; orada kitaplar satılıyor ancak çeşit az. Selçuk'ta ise sağda solda dolaşırken kitapçı bulamadım. Bir başka yazımda birkaç gün önce bitirdiğim bir Tolstoy öyküsünden bahsedeceğim... Eğer şansım varsa bu akşam pazardan iyi bir yayınevinden çıkmış bir Jack London romanı ya da öyküsü bulup alabilirim...


Bugün, taze domatesler topladım; bütünüyle organik, küçük, sulu ve çok tatlı domatesler. Hüseyin beyin eşi Şems hanım bana sivri biber ve taze salatalık verdi. Yusuf bey isimli bir başka tanıdığımız ve eşinin verdiği siyah üzümler ise harikalar doğrusu; bal gibi, tombul, aromalı üzümler.


Zaman zaman Ege kıyılarındaki hayatı Ernest Renan'ın kitabında tasvir ettiği yerlere de benzetiyorum. Üstat Renan'ın "İsa'nın Hayatı" isimli bu eseri benim en sevdiğim kitaplardan biridir. Orada İsa'nın yaşadığı Galile bölgesinden, oradaki sade ve basit yaşamdan bahsedilir. Kitabın dili eski olmakla birlikte harika bir dildir ve üslubu çok hoştur. İsa ve onu seven havarileri belirli küçük bir bölgede dolaşmaktalar ve sade, basit bir yaşam sürmektedirler. Basit ama bilge bir yaşam... O bölgeyi tarif ederken Ernest Renan'ın kullandığı deyim benim çok hoşuma gider. "Burası" der, üstat Renan, "Mutlak saadet hayalleri için pek uygun bir yer!" Şehirlerdeki saçma yaşam, kirli hava, ipe sapa gelmez kötü insanlar, korkunç kalabalıklar yerine buradaki sakinlik, sonsuz gökyüzü, uçsuz bucaksız bir ufuk, en güzel incilerden daha güzel üzümler, sulardan aniden dışarı fırlayan parlak balıklar, gökte kayan yıldızlar, enfes kokulu gizemli incir ağaçları ve burayı güzelleştiren her şey...


Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment