Monday, August 31, 2009

Ay Işığında Patikalar


ODTÜ benim için bir üniversitenin ötesinde, bir "Yaşam alanı" yeridir. Ankara gibi çorak bir yerde gerçekten de ODTÜ kampusu hem kültür-sanat hem de fiziksel manada bir vahadır.


Caput Mundi Latince "Dünyanın Merkezi" anlamına gelir. Romalılar bu deyişi Roma için kullanırlardı, Dünyanın Başkenti anlamına da gelmektedir.

Benim için de ODTÜ bir Caput Mundi'dir. Dünyanın neresine gidersem gideyim her zaman özlediğim ve geri dönmek istediğim ve geri döndüğüm bir yerdir.


Evden çıkıp 35 dakika yürüdükten ya da 5 dakika arabayla gittikten sonra vardığım ODTÜ ormanında tilki, tavşan, yaban kazları, yılanlar, kaplumbağalar, doğanlar, atmacalar, baykuşlar görmem yüksek olasılıktır; Yalıncak arkeolojik alanının çeşmesinin suyu her zaman buz gibi akar, iyice terleyip çeşme başında kana kana su içmenin zevki bir başkadır; arılar tarafından kovalanmak da bir başka keyiftir! Oradaki görkemli dut ağacı ziyaretçileri sevgiyle kucaklar; gölet yakınındaki şelale de insana huzur verir.



ODTÜ, Ankara’da olduğum zamanlar benim için gerçek bir sığınma yeridir, Buda'nın meşhur incir ağacı gibi anlamlı bir yerdir.

Bu yazımda ODTÜ'de yaptığım yürüyüşlerden bahsedeceğim. Doğa yürüyüşleri benim yaşamımda çok önemli bir yer tutar. Gandiji'nin yaşamını okuduğumda onun yürüyüşe olan tutkusunun ve sevgisinin kendimde de var olduğunu görmüş ve pek sevinmiştim. Bugün pek çok insan için ehemmiyetsiz bir konu gibi görünür yürüyüşler, ama benim dünyamda onlar altından bir tahtta otururlar; sevgi ve saygı görürler. Yürümediğim bir gün kendimi yaşamamış gibi hissederim.

ODTÜ'deki yürüyüşlerim genellikle baraj gölü tarafınadır. Böyle ıssızlığın ortasında yürürken aklıma hep "The Last of the Mohicans" filminin bu başlığı gelir ve kendimi "Son Doğacı" gibi hissederim. Ultimus Romanorum! Son Romalı sözündeki gibi. Özellikle hafta içi 20 bin nüfuslu ODTÜ'den tek bir kişi bile o güzel doğal çevrede olmaz. Sonsuz bir ıssızlık vardır. Yürüyüşler İsa Demiray yurdunun oradan başlar. Demirden bir barikata gelinir ve oradan itibaren doğal ortam başlar.

Hemen ilerideki çam ağaçlarından birine sakladığım uzun ince sopalar oradan alınır.

Bu bölgede başı boş köpekler olur ve bazen saldırgandırlar. Yaklaşık 20 dakikalık kısacık bir yürüyüşten sonra yapay göle ulaşılır. Barajın savaklarından yukarı çıkmak pek keyiflidir. Savağın üst bölümünde sesin yankılandığı bir yer vardır ki burada bağırmak da eğlencelidir.


Baraja gelirken bazen çalıların arasından ok gibi fırlayan gri tavşanlar görülür. Bu tavşanların 70 derecelik dik yokuşları koşarak hızla çıkmalarına insan hayranlıkla ve hayretle bakar. Baraj yapılmadan önce bir kez bu vadiye arkadaşlarımla gelmiştim ve orası ODTÜ'nün deyim yerindeyse en vahşi yeriydi. Köpekler tarafından parçalanmış tilkilere rastlanırdı. Barajın neredeyse bütün yapım aşamalarını gözlemlemiştim. Şimdi oradaki göl epeyce büyüdü. Gölün üzerinde bazen yüzlerce kırlangıç uçar ve inanılmaz manevralarla böcek avlarlar.

Gölün çevresine dikilmiş ağaçların birkaç tanesini ağaç dikme şenliklerinde dikme fırsatını bulmuştum ve keşke her sene fırsat bulup dikebilsek!.. Ve keşke bütün dünya bir Amazon Ormanı’na dönüşse, rengarenk kanatlarıyla uçan papağanlar, o harikulade kuşları görsek çevremizde ve neşeyle dolaşan sincaplar ve buz gibi akan pınarlarda yüzümüzü yıkasak ve ılık sağanak yağmurların altında Gene Kelly’in filmi “Singing in the Rain”deki gibi sırılsıklam olsak… orman sisleri içinde bir hayal alemi oluşsa… bunlar mümkündür… her şey mümkündü… her şey halen mümkündür... omne possibile…

http://www.dailymotion.com/relevance/search/singing+in+the+rain/video/x76bf2_gene-kelly-im-singing-in-the-rain_music

Baraj gölünden sağa doğru güzel ve sık otlarla çevrili bir patika başlar. Patikalar her zaman harikadırlar. Patikada ilerledikçe artık Eskişehir yolunun gürültüsü uzaklarda kalmış ve gerçek bir sessizlik oluşmuştur. Yol boyunca pençelerinde yılan ölüsü bulunan büyük kanatlı avcı kuşlara rastlanılır. Yerler, farelerin açtıkları deliklerle doludur. Çok sayıda kaplumbağa ölüsü de vardır; sağanak yağmura hazırlıksız yakalanıp dere yataklarında boğulmuşlardır bunlar; yaşam, her şey ve herkes için acımasızdır. Her şey ve herkes bir an vardır, bir an yoktur.


Bu yolda 25 dakika kadar yüründüğünde bir şelaleye gelinir. Bu şelale 2.5 metre kadar bir yüksekliktedir ve sular aşağı doğru dökülerek değil yavaşça kayarak inerler. Eğer buz tutmuşsa, şelale güneşte gümüş gibi göz kamaştırır. Şelalenin önüne taşlardan örülü minik bir baraj yapılmıştır. Kim yaptı diye sorarsanız, sanırım ben diye yanıtlarım. Bu minik baraj yaban hayvanları için rahatça su içilebilecek büyük bir bardak görevi görebilmektedir.

Kanada ile ilgili bir belgesel izlerken karayollarının altlarına pek çok tüneller açıldığını görmüştüm; bu tünellerin amacı yaban hayvanları yola çıkıp da bir kazaya kurban gitmesinler, alttan güvenlice geçebilsinlerdi. Sanırım bu tür yaklaşımları tüm dünyada yaygınlaştırmak gerek. Baraj gölü kışın donar; donmuş gölün üzerinde yürümek harikadır. Gölün bazı yerleri cam gibi donmuştur, suyun altı görülür, karanlık ve ürperticidir; insan kendisini, gerçek dışı bir öykü olsa bile, su üstünde yürüyen İsa gibi hisseder. Bu yürüyüş esnasında buz kırılacak ve suya gömülecek korkusu hep vardır. Fakat bazı şeyler vardır ki, insan onu yapmazsa kendisini korkak gibi hisseder ve onu yapar. Buz kırılsa sonunda ciddi bir ihtimalle ölüm de olabilir.


Şunu da hemen söylemeliyim ki, eğer insan tehlikenin bilincinde değilse bu kesinlikle bir cesaret değildir; küçük bir çocuk göl üzerinde buzda koşa koşa oynar, çünkü tehlikenin boyutlarını bilmiyordur, buz gibi soğuk suyun içine düşüldüğünde kaslar üzerindeki müthiş etkisinden haberdar değildir. Ben, sağlam bir önlem olarak gölün üzerine ağır taşlar fırlatıp buzun gücünü test ederim ve ona göre buzda yürürüm.

Patikadan dönüş gecikmişse ve hava da kararmışsa, bazen dolunayın parlak ışıkları bu ince yolu ilahi bir şekilde aydınlatır. Sonsuz bir yalnızlık içinde, gizemli gölgelerin arasında bu dar keçi yolundan aşağı baraja doğru akar insan.

Bu yürüyüşler beni her zaman mutlu etmiştir. Bu yürüyüşlerimde sıkça, Amerikalı yazar Tom Robbins'in "İsa'dan sonra gelen en tehlikeli adam" diye nitelediği Osho'nun şu güzel sözünü hatırlarım: "Kalabalık, hakikati asla bulamamıştır; hakikat yalnızca insanların yalnızlığında bulunmuştur." Ve hakikat nedir?.. Benim buna kesin bir yanıtım var... Ancak hakikati bulmak da yolun ancak yarısıdır. Bu hakikatin bizim üzerimizdeki etkilerini ortadan kaldırıp bize uygun yeni bir hakikat yaratmaktır en önemlisi...


Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment