Tuesday, August 11, 2009

Vahşi, Ama Büyülü


Bir orman yangınıyla hiçbir zaman karşılaşmak istemezdim; ama bu ikinci kez, yine aynı bölgede oluyor; yine karşılaştım. Doğanbey Körfezinin bulunduğu alanda kaplıcalar vardır; yangın, işte bu taraflarda başladı. Nasıl başladığı pek de önemli değil, çünkü doğal olarak başlamadığından eminim; ülkemde doğal yangın bulmak çok zor. Uzakta hafif bir duman gördüm; küçük çaplı bir şeye benziyordu. Belki kaldığım yerde yangın çıktı diye düşündüm; arabayla oraya doğru yöneldim.





Yukarıdaki fotoğrafı o hafif duman gördüğüm andan yarım saat sonra çektim. Duman büyüyordu; 11 Eylül saldırısına benzer ürkütücü bir hal almaya başlamıştı. Yangının üzerinden 40 dakika kadar geçtikten sonra bile havada sadece 2 tane uçak gördüm. Bunlar 6 ton kadar suyu denizden alıp yangın bölgesine taşıyorlardı. Çok yavaştılar; Tanrım, gerçekten çok yavaştılar!.. Denize gidip gelmeleri 15-20 dakikayı buluyordu. Bunların 10-15 milyon dolarlık fiyatları var; bir ülke için komik rakamlar; böyle büyük yangınlarda 50 tane uçak konvoy halinde, akın akın yangına suyla müdahale etmeleri gerekiyordu. Hava kararmaya başladığında bunların sayısı 9 oldu. Çoğu da 6 tonluk değil daha küçük uçaklardı. Helikopterler de denizden ve yakınlardaki DSİ barajından su alıp müdahale ediyorlardı.


Şiddetli bir rüzgar vardı; poyraz nedeniyle şapka giymek pek zordu. Kara dumanlar gökleri kapladı; güneş bile silindi. Sert rüzgar siyah dumanları hızla Sisam adasının, benim çok sevdiğim bu adanın üzerine yığdılar, ada güpe gündüz hayaletler gibi yok oldu. Orada plajda olanlar herhalde bizim taraflara küfürler savurmuşlardır.



Haberlere baktığımızda 30 arazöz, 10 dozer, 5 ekip vs gibi rakamları sıralıyorlardı ama bunların pek bir önemi yok, çünkü yangının boyutları büyüktü ve bunlar çok yetersiz kalıyorlardı. Zavallı orman işçileri canla başla çalışıyorlardı. Aldıkları maaş ve gösterdikleri çaba arasında büyük bir uçurum vardı. Uçaklar akşam bastırınca uçamaz oldular. 2. Dünya Savaşındaki bombalamalarda kullanılan savaş uçaklarının çıkardıkları sesin aynısını çıkarıyorlardı. Sanki savaş zamanı saldırısıydı bu. Bu sabah, 11 Ağustos günü, sabahın 6'sında uçaklar soğutma çalışmaları için yeniden uçmaya başlamışlardı. Sesleri uzaktan ilk duyduğumda odamda dev bir sivrisinek var sanmıştım!..
Ben ilk gün arabayla orman yangınını daha iyi görebileceğim bir yere gitmek istedim ancak yollar Jandarma tarafından kapatılmıştı. Bisikletle gitmek mümkündü ama yangın bölgesinde bulunmak gözaltına alınmaya sebeb olabilirdi.


İnsanların önemli bir bölümü bu olaya karşı "Vah, vah" şeklide özetlenebilecek bir kayıtsızlık içindeydiler, çünkü rüzgar arkadan esiyordu ve evleri tehlikede değildi; başkaları umurlarında değildi, kendi evleri, kendi bölgeleri kurtulmuştu ya bu yeterdi; Tanrı çok iyiydi, çünkü kendi evlerini kurtarmıştı. Oysaki aşağıda resmini verdiğim beyaz otelin ilerisindeki siteler panik halinde boşaltılmaktaydılar.
Bu siteler tehlike altındaydı. Fakat orada yaşayan insanları da çoğu kez anlamakta güçlük çekmişimdir. Bunlar bir orman-içi sitesidirler; harika bir çam ormanının içindedirler. Ancak cahilin teki, ki bu bir profesör de olabilir veyahut bir emekli öğretmen, bir sigara atsa oralar yanacaktır; yani riskin bu kadar ucuz ve büyük olduğu bir sitede onlar yangın riskini oraya ne zaman gitsem hiç de umursamaz bir haldeydiler.


İnsanlardaki bu cahilce güvenin ya da altı boş özgüvenin sırrı nedir bilmiyorum. Bir kez o sitede oturan birine bu riskten bahsettiğimde "Yok, yok evladım, bişeycikler olmaz!" demişti. Bu insanlar bence insanüstü varlıklardı; yangın çıksa bile onlara vız gelirdi; korkunun ecele faydası yoktu; bu tipler uçağa bindiklerinde uçağın düşebileceğini ihtimal dahiline bile almazlar. Bunlar son derece zeki, yüksek IQ'lu gelişmiş insanlardır; korkusuzdurlar; kahramandırlar. Sahilde durup alevlerin o siteye yaklaştığını izlerken doğrusu o aptal insanlara biraz kızgındım. Yaşamın affetmez yasalarını ne zaman ciddiye alacaklardır bu özgüvenli tanrısal kahramanlar? Ya da alacaklar mıdır?
Anız yakan çobanlar, köylüler, arazi mafyaları ne zaman bu ülkeden gideceklerdir?
Gece 12'de meraklı gözler tepelerde devam etmekte olan yangını izliyorlardı. Ben de elimde olmadan bu büyülü görüntüye bakıyordum; vahşi ama büyülü bir görüntüydü bu; Çin seddini andırır uzun bir yılan gibi ateşten bir duvar her cepheden kararlı bir şekilde ilerlemekteydi. National Geographic'ten hatırladığım patlayan yanardağ görüntüleri aklıma gelmişti. Ateşler lavlar gibi rüzgarın itişiyle tepelerden aşağıya, eteklerden yukarılara akıyorlardı; kozalaklar havalarda uçuşuyorlar, uzaklara ok gibi fırlıyorlardı; orman canlıları, sincaplar, tavşanlar, kaplumbağalar canlarını kurtarmak için kaçışıyorlardı... Üstat Shakespeare'in dediği gibi "Başına dolu yağan dünyanın dört bucağını felaket içinde sanır." Yukarı doğru yükselip, uzaydan, evrenden bu olaya baktığımızda o kara dumanların zerrecikleri bile görünmez. 20 dakika ötede bile insanlar yüzmektedirler.
Bugün çevrede halen bir yanık kokusu var; fakat tohumlar filizlenmek üzere hemen şimdiden hareketlenmeye başladılar. Yaşamak, yumruk yense, sırtından hançerlenilse bile ayağa kalkma sanatıdır; omzuna ok saplandı diye yerde çaresizce yatmaz doğa; inatçıdır tabiat; ayağa kalkar ve felakete meydan okur; bir cahilin ya da bir hainin kendisine biçtiği bu alevli kaderi elinin tersiyle iter, yeniden yeşillenme yolunda dirilir; onu yakan çoban ya da köylü ya da mafya ya da sıradan bir ahmak toprağa girdiğinde o halen burada, capcanlı olacaktır.
Şimdi koltuğumda oturmuşum. La Triviata - Libiamo operasını dinliyordum; sıkça dinlediğim bir parçadır bu. Tam karşımdaki tepelerin tahminen birkaç yıl önce dikilmiş genç ağaçları yangından kurtuldular, seviniyorum, onlar adına seviniyorum, kendi adıma seviniyorum... Onlar benim manzaralarım, insanlığın manzaraları... Anna Rosa Krolewska'yı dinliyorum ve işte Libiamo:
Tanrıların müziği... Yangın artık gerilerde, sonsuz geçmişte kaldı, sonsuz gelecek akmaya devam ediyor...

Mehmet Murat ildan









No comments:

Post a Comment