Friday, August 28, 2009

Bir Lunapark Macerası


Yıllar olmuştu... Evet, bir Lunaparka gidip de benim ölçütlerimde çılgınca sayılabilecek makinelerden birine binmeyeli yıllar olmuştu ve bundan hiçbir şikayetim de yoktu. En son ne zamandı? Sanırım 1990'ların başındaydı; İngiltere'nin Cambridge şehri yakınlarındaki bir Lunapark alanına gitmiş ve dönen araçlardan birisine binmiştim. Bu biraz tuhaf bir makineydi. Dönüyordu ve onun içinde başka bir bölüm daha vardı ve o da tersine dönüyordu!.. İşte ben Cambridge'deki rahat yaşamımı hiçe sayıp buna, bu tersine dönen bölüme binmiştim; kafama herhalde bir saksı düşmüş olmalıydı bu kararı vermem için!..
Bindikten birkaç dakika sonra bazen Türkçe bazen de İngilizce "Durdurun şu aleti" diye bağırıyordum. Çok uzun sürmüştü ve çok rahatsız ediciydi. Acaba bende mi bir sorun ve dayanıksızlık var derken kısa bir süre sonra Lunapark alanına bir ambülans geldi ve benim bindiğim makineden rahatsızlanan birisini ambülansa bindirdiler. Yarım saat kadar sonra benim baş dönmem durdu; toprağa sağlam basmanın mutluluğunu doyasıya yaşadım. İnsanın altı sabit olmalı; o yüzden gemileri de pek sevmem, altından, elmastan yapılma gemiler olsalar bile, veyahut boşlukta yüzen uçakları, fazla hareket eden şeyleri, deprem sarsıntılarını...


İşte o Cambridge olayından sonra o gün bugündür Lunaparklardaki çılgınca aletlere hiç binmedim ve binmemeye de kararlıydım. Bir arkadaşım buraları gezmek istemişti. Gençlik Parkı'na geldik; kapılar kapalıydı. 30 Ağustos günü, yani bu pazar günü Ferhat Göçer konseriyle resmi açılış yapılacaktı. Fakat neyseki açık olan bir yer vardı: Lunapark! Luna sözcüğü Ay anlamına geliyor. Delilik gibi şeyler de bu Ay kavramından doğuyor sanırım. İngilizce Lunacy delilik demek, Lunatic ise deli, çılgın. Luna parkın kökeni de bu olmalıydı; çılgınlık veya çıldırma parkı!..

Luna parkta "Ankara Asansörü" diye bir makine var, sanırım 50 metre kadar bir yüksekliği vardır. Ben arkadaşımın buna binmeyeceğinden adım gibi emin olduğumdan "Ne dersin, buna binmek ister misin?" diye sormuştum. Korktuğum yanıt geldi! "Tamam, binelim!" Ben de şaşkın bir şekilde "Tamam!" dedim. Artık söz vermiştim ve geriye dönülemezdi; söz verildi mi mutlaka tutulmalı. Sanırım O benim binmek istediğimi düşünüp beni kırmak istememişti ve ben de onun binmek istediğini düşünüp onu kırmadım. İnsani ilişkilerde benim en beğendiğim ve tercih ettiğim tarz da budur zaten: Karşı tarafın isteklerini yerine getirmek için iyiniyetle çaba göstermek, ki bu karşı tarafı mutlu etme sanatının da bir gereğidir. Eğer iki insan, kendi isteklerinin değil de karşı tarafın isteklerinin önemli olduğunu anlar, bunun güzelliğini kavrar ve öyle davranırlarsa ortaya güzel bir uyum çıkar ve bu uyumla şöyle müthiş bir noktaya varılır ki, siz karşı tarafın isteklerini iyiniyetle yerine getirmek için çabalarken karşı taraf da aynı şeyi sizin için yapmaktadır.



Giriş ücreti kişi başı 3 liraydı. Yukarıdaki fotoğraftaki gibi 6 kişi yanyana oturuyorlar ve sonra emniyet kemerleri takılıyor, omuzlardan da kelepçeleniyor. Biner binmez hemen hareket etmiyor; koltukların tamamen dolması bekleniyor. Bu süreç biraz endişeli bir süreçtir. İnsan mezarlıklardan geçerken korkuyla ıslık çalar; bu koltuklardayken de dikkat dağıtıcı konuşmalar yapmak ister. Bekleme süresi arttıkça korku da biraz artar. Yukarı çıkmayı göze alamayıp vazgeçenler olur ve onlar emniyet kemerlerini çıkarıp 3 liralarını yakarlar. Beypazarı festivalinde gördüğüm efeler türünden iriyarı adamlar gelmişlerdir; ama arkadaşlarının bütün ısrarlarına rağmen "Yok biz binmeyelim!" demekteydiler.


Görevlilerin sesleri duyulmaktadır; "yarım dakikaya başlat" şeklinde bir komut da duyulur. Ben de kendimi yarım dakikaya ayarlamıştım ki ne olduğumu bile anlayamadan birkaç saniye içinde büyük bir hızla göğe yükseldim!.. Kalkış anı tam bir şoke edici durumdur. Bu deneyimle birlikte "peygamber" ya da "astronot" misali göğe yükselişin bana uygun olmadığını hemen kavradım!..


Neler hissettiğimi biraz daha açmak istiyorum. İnsan o makinenin üzerinde kendisini müthiş zayıf hissediyor. İşte, biz insanoğlunun bir basit icadı, bizi pamuk torbası gibi alıp yukarı doğru fırlatıyor; yukarı hızla çıkarken kanımız aşağıya iniyor; aşağı doğru hızla düşerken de kan bu kez beyne fırlıyor, beyne resmen ciddi bir baskı geliyor ve insan ister istemez acaba buradan sağ çıkacağım mı veya hasar almadan çıkacağım mı diye de düşünemeden edemiyor, çünkü beyin kanaması bu tür durumlarda hiç de olasız bir şey değildir!.. Fakat in çık sürekli yapılmadığı için vücut yeni duruma biraz alıştırabiliyor kendisini. Ama mesela makine bozulsa veya makinist biraz gıcıklık veyahut artistlik yapıp da in çık uzun süreli olsa cennete gidiş de kaçınılmaz olur bence!..



İlk çıkışta hızdan dolayı bir nefes kesilmesi oluyor ve insan daha sık nefes alma ihtiyacı hissediyor. Bu makinenin en güzel anı sanırım zirvede aletin durduğu andır. Makineyi yöneten adamın bende cep telefonu olsa onu zor da olsa hemen arayıp "Dostum, bizi yavaş indir lütfen, sarsmadan indir, ben sana 2000 Euro vereceğim!" demek isterdim. Orada, o zirvede 1 dakika boyunca asılı kalırsınız. Benim oturduğum yerden Ankara kalesi gözükmekteydi; hoş bir Ankara manzarası vardı; gözlerini kapayanlar da mevcuttu; yükseklik korkusu ya da mevcut durumla baş edebilme metotlarından biridir bu. Ben bazen aşırı rüzgarlı havalardaki uçak kalkışlarından hiç hoşlanmam ve bu durumla baş edebilmek için bir sakız çiğnerim; tercihan balon şişirip patlatmayı da isterim ama uçak ortamı buna uygun değildir!..
Tepedeyken komik bir durum da olmuştu; ceplerim titriyordu, rüzgardan değil, cep telefonum çalıyordu!.. İstanbul Üniversitesi'nden ve Essex'ten çok eski bir arkadaşım olan Cenk Gökçe Adaş Ankara'ya gelmişti ve beni arıyordu, bugün onunla da buluşacaktık, ama cebi açmak pek mümkün değildi, pantolonumun cebi derindi ve ellerimi oraya kadar uzatmam çok zahmetli olurdu.


Yere hızla indik. Kurtulmanın ve karaya çıkmanın sevinciyle herkes biraz neşeliydi!.. Cep telim halen çalıyordu, bu kez açabildim. Yüzü buruşmuş olanlar da vardı. Bir daha böyle bir şey yapmak istemem doğrusu. Ancak yine bir gün sevdiğim bir arkadaşım isterse, onu kırmamak adına, onun arzusunu yerine getirmek için zor da olsa yine düşünebilirim, fakat bence bu tür deneyimlere pek de gerek yoktur!
Ben hayatımda hiç paraşütten atlamadım, atlamayı da düşünmüyorum. Böyle bir atlamadan elde edeceğim deneyimlerden yoksun olmayı tercih ederim; çünkü çok da olağanüstü bir kazanç ve deneyim zenginliği sağlamayacaktır bize. Ben, "Ayağı yere basılı olmayı seven" insanlardanım. Aktif bir volkana çıkmak, mesela, ayaklarım yerde olduğu için bana çok da tehlikeli gelmiyor, ama paraşüt farklı!.. Paraşütle atlamak, Bungee Jumping yapmak, Lunaparkın en deli makinelerine binmek... kesinlikle bana cazip gelmiyor. Bir kaplıcanın sıcak sularında sakince yüzmek, bir dağa doğru huzur içinde trekking yapmak, bir mağaranın derinliklerine fenerle yürümek ya da sakince bisiklete binmek gibi hoş etkinlikler ekstrem spor ve ekstrem etkinliklerden benim için çok daha değerlidirler.



Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment